Evrim teorisinin sorunları - IV

Evrim teorisi, canlıların oluşum süreçlerinin bilinçli bir failin eseri olmadığını, tesadüf olduğunu iddia eder.
Evrim teorisi, canlıların oluşum süreçlerinin bilinçli bir failin eseri olmadığını, tesadüf olduğunu iddia eder.

Kelâmcıların kendi örneğiyle söyleyecek olursak; akşam eve gittiğimizde sabah mutfakta bıraktığımız kapların büyük matematik bilginlerine dönüştüğünü görmemiz mümkündür. Çünkü idrak ettiğimiz nesnelerin hiçbiri aksi imkânsız denecek şekilde sabit bir hakikate sahip değildir. İlahî bilgideki bir anlam olarak öze sahip olduğunu kabul etsek bile fiilen atomların telifleri, farklı hakikatleri kabul edecek şekilde ilahî müdahaleye açıktır.

Tahlilin bu aşamasında önemli bir sorun daha ortaya çıkmaktadır: Şayet metafizik kabulleri dâhil etmek, biyolojik açıklamaya herhangi bir katkıda bulunmuyorsa niçin dâhil edelim? Bu, anlamsız bir tasarruftan başka ne olabilir? Bir evrimci biyolog bu soruları gayet haklı bir şekilde sorabilir.

Evet, teoriler bilinmeyen unsurları bilimsel açıklamanın bir parçası olarak kullanabilir. Fakat böylesi durumlarda bilinmeyen unsurların, açıklanması amaçlanan olgunun parçası olarak öngörülebilmesi icap eder. Bilimsel araştırmayı yapanlar, zaman zaman bu öngörülerde yanılır, olgunun bir parçası olarak değerlendirdikleri şeylerin parça olarak değerlendirilemeyeceğini sonradan fark edebilirler. Lakin olgunun açıklanmasına katkıda bulunmayacağı düşünülen hatta hiçbir zaman bilimsel araştırmanın sonucu olmaya elverişli olmayacağı kabul edilen bir şeyin olgusal bir durum gibi değerlendirilmesi en azından ikna edici değildir. Sözü edilen metafizik kabuller, doğrudan gözlenen biyolojik olgunun bir parçası olmadığı sürece biyoloğu bu kabulleri açıklamaya dâhil etmeye zorlamak makul değildir. Fakat bu tartışmadaki sorun, bir bilimsel araştırmaya onda bulunmayan unsurların dâhil edilip edilmeyeceği değildir.

İlerde evrim teorisinin bu sonuca biyolojik mülahazalardan değil, biyolojiyle ilgili olmayan başka gerekçelerden vardığı daha açık anlaşılacaktır.

Sorun, biyoloji seviyesindeki bir araştırmanın, var oluşun anlamına ilişkin ilkeleri bilimsel bilgi dağarcığının dışında bırakmaya kâdir olup olmamasıyla ilgilidir. Bu sorunu tam olarak kavramak için klasik dünyada bilim kabul edilen metafizik geleneklerin, fiziksel nesne ve olguları açıklarken hem evrim teorisi bağlamında tartışılan metafizik kabulleri hem de bu tartışmada gündem olmayan kabulleri tartışmaya nasıl dâhil ettiğini görmemiz gerekir. Belirli bir örnekten hareket edebiliriz fakat kelam, felsefe ve tasavvuf gelenekleri için örneklerin hiçbir önemi yoktur. İster meşhur meyve sinekleri deneyi gibi evrimi destekler nitelikteki örnekleri kullanalım istersek toprak altında bırakılan bir buğday tohumunun çillenmesi örneğini kullanalım, hiçbir fark yoktur. Daha anlaşılır olması için buğday tohumu örneğini kullanalım. Önce kelam geleneğinin açıklamasına bakalım. Kelamcılar arasında özellikle erken dönemde farklı açıklamalar bulunmakla birlikte hicrî üçüncü yüzyıldan itibaren kelâm geleneğin hâkim teorisi olan atomculuk üzerinden ilerleyelim. Bir bütün olarak kelam geleneği buğdayın toprak altında çillenmesine üç katmanlı bir açıklama sunar.

1. Teorik fizik: Atomcu kelamcılara göre buğday ve başka bütün nesneler, bölünmesi imkânsız parçalardan, diğer deyişle atomlardan oluşur. Bu parçaların kendinde şekli, hacmi, ağırlığı vs. yoktur. Ancak ve ancak bir araya geldikleri zamanda bu özellikleri kazanırlar. Tek özellikleri, boşlukta bir mekân tutmaları, kendi tabirleriyle mütehayyiz olmalarıdır. Bir araya gelen parçalar, sayılarına, diziliklerine ve yoğunluklarına bağlı olarak duyu algılarına konu olabilen yahut duyusal olarak idrak edilemeyen nesneleri oluştururlar. Dolayısıyla buğdayı salatalıktan, taştan, demirden ve aklınıza gelecek bütün diğer nesnelerden ayrıştıran şey, buğdayı meydana getiren atomların diziliği ve yoğunluğudur.

Sorun, biyoloji seviyesindeki bir araştırmanın, var oluşun anlamına ilişkin ilkeleri bilimsel bilgi dağarcığının dışında bırakmaya kâdir olup olmamasıyla ilgilidir.
Sorun, biyoloji seviyesindeki bir araştırmanın, var oluşun anlamına ilişkin ilkeleri bilimsel bilgi dağarcığının dışında bırakmaya kâdir olup olmamasıyla ilgilidir.

2. Metafizik: Bölünmeyen parçalar veya atomlar, kesinlikle kendi başlarına var olamazlar, Tanrı tarafından yoktan yaratılırlar. Yaratma faaliyeti, atomların her var edilmesini hem de temel durumlarının tamamını kapsar. Temel durumlar derken kastedilen, birleşme, ayrılma, hareket ve sükûndur. Bu temel durumların her biri arazdır. Arazlar ise iki anda sürekli değildir. Bu demektir ki, tıpkı bir nesnenin atomlarının yoktan yaratılması gibi atomlar arasındaki birleşme ve ayrılma durumları ile bir atomun bir mekânda iki an beklemesi anlamında sükûn ve bir anda bir mekânda diğer anda ise başka mekânda bulunması anlamında hareket, sürekli yeniden yaratılır. Bir nesne, atomlar ve hâllerden oluşur. Hâller sürekli yaratmayla varlıklarını sürdürür ve bu sayede nesne de varlığını sürdürür. Bu kısa tasvirden anlaşılacağı üzere yaratılan hiçbir şey ezelî değildir, bütün yaratılanlar sonradan meydana gelmiştir.

Dolayısıyla mevcutların hem başlangıçta var oluşu hem de sürekli var olmaları Tanrı'nın iradesine bağlıdır. Dahası, arazlar daimi yaratmaya muhtaç olduğundan aslında atomik olarak her bir aşama yeniden yaratma gibidir. Kelâm geleneği nedenselliği reddettiğinden herhangi bir nesne ya da olgunun bir öncekini durumunun sonrakine neden olabileceğini kesinlikle kabul etmez. Nesneler ya da olgular arasındaki ilişki, insan açısından sadece bir alışkanlık, Tanrı açısından ise bir âdetten ibarettir. Tanrı dilerse âdetini değiştirebilir ve insan için alışkanlıkların dışında bir vakıa getirmiş olur. Yaratmanın gerçekte bizim için ayrıntılı olarak bilinebilir bir gayesinden bahsedemeyiz. İlahî fiiller tabii ki hikmetle doludur ve biz bu hikmeti anlamaya çalışırız. Fakat Aristotelesçi geleneğin söylediği gibi nesnelerin sabit suretleri ve bu suretlerinde içerilen gayelerinden söz etmek mümkün değildir.

Kelâmcılar, Allah'ın bir şeyi veya olguyu yaratırken bir gayesinin olması ile bu gayenin bizim için bilinebilir ve dolayısıyla sınırlanabilir olmasını tamamen ayrıştırmıştır. Ayrıca bu bağlamda tartıştıkları gaye de fiziksel bir şey değildir. Mutezile kelâmcıları Allah'ın fiillerinde mutlaka mahlûkata fayda sağlama gibi bir gayesinin olması gerektiğini, aksi hâlde fiilin abes olacağını söylemiştir. Fakat onların gaye dediği şey ne bir türün kendisi ne de belirli bir eylemidir. Böylesine ayrıntılı bir şekilde ilahî bilgiye vakıf olmak zaten mümkün değildir. Onların sözünü ettiği gaye, yaratılanların bütününü ilgilendiren küllî bir gayedir.

  • Mâtürîdîler açısından ilahî fiil zorunlu olarak hikmetle doludur ama bizim bilgimizin hikmetlerin tamamını kuşatması mümkün değildir. Hikmeti anlamak, süregiden insanî bir çaba olabilir.

Eşarîler, ilahî kudretin mutlaklığı ile kudreti bağlayıcı olma izlenimi veren gaye kavramının birbiriyle çeliştiğini düşünürler. Dolayısıyla Eşarîlere göre ilahî fiiller irade ve kudretin sorgulamaz mutlaklığının sonucudur ve kesinlikle bir gerekçeye dayalı olarak değerlendirilemez. Bütün geleneklerin ortak noktası şudur: İlahî bilgi, bizim için kuşatılabilir olmadığından ayrıntılı şekilde bir gaye tahlili yapamayız, sadece fiillerin düzenliliğini kavramaya ve yaratılışın bütününe dair bilgilerimiz doğrultusunda hikmetini kavramaya çalışırız. Bu durum, herhangi bir nesne yahut olgunun ilahî bilginin, irade ve kudretin bir sonucu olmasıyla çelişmez, tam tersine her şeyin insanın nihai kavrayışını aşkın şekilde Tanrı'ya bağlanmasını gerektirir. Bir şey aklen imkânsız olmadığı süreci durum tamamıyla böyledir. Bu açıklamaya göre buğdayı zaman ve mekâna bağımlılığı onun yaratılmış olduğunu ve ancak bir fâil tarafından meydana getirildiğini gösterir. Gerek yapısındaki gerek hareket ve sükûnlarındaki düzenlilik, bu yaratıcının bilen, kâdir ve mürîd bir yaratıcı olduğunu göstermektedir.

Kelâmcı, canlıların sonradan ve belirli bir düzen içinde meydana gelmesinin, bilen bir fâili zorunlu kıldığını düşünür. Kelâmcıya göre biyolojik düzene ve değişime ilişkin bulgular sadece ardışık bir olaylar dizisinin tespitinden ibarettir.

Buğdayın belirli şartlarda yetişmesi, şu şu özelliklere sahip olması, muhtelif türlerinin bulunması, kısaca aklımıza gelebilecek bütün özellikler, ilahî irade ve kudrete bağımlıdır. Allah isterse bir anda buğdayı olgunlaştırabilirdi ama belirli şartlar altında olgunlaşmasını irade etmiştir. Dolayısıyla buğdayın yetişme şartları ve özellikleri hakkındaki bütün bilgilerimiz, yalnızca ilahî irade ve kudretin âdetini verir. Ne sürekliliğinin ne değişmesinin fiziksel şartları aşan zorunlu bir ilkesi vardır. Biz yalnızca âdeti bildiğimizden bu âdet devam ettikçe bilgilerimiz doğrudur, değiştiği takdirde bilgimizin de değişmesi gerekir. Yine buğdayın ilahî iradeyi aşan veya aşmayan ve kendi formunda taşınan bir gayesi olduğu ve daima bu gayeyi gerçekleştirmeyi hedeflediği de söylenemez. Sadece metafizik bir kabul olarak, ardışık düzenin hikmeti bulunduğu ve buğday hakkındaki bütün bilgilerimizin bu hikmeti kavrama yolunda atılmış adımlar olduğunu düşünülür.

Tanrı telifi sürdürdüğü için bir nesne varlığını devam ettirir. Çünkü bir nesne ve hâlleri arasında aslında zorunlu bir ilişki yoktur.
Tanrı telifi sürdürdüğü için bir nesne varlığını devam ettirir. Çünkü bir nesne ve hâlleri arasında aslında zorunlu bir ilişki yoktur.

3. Fizik: Nesneler atomların kombinasyonlarıyla (muhtelif telifler) oluşurlar. Bu kombinasyonlar tamamen ilahî iradeye bağlıdır. Tanrı dilediği şekilde mevcutların yapısını şekillendirir, dilerse onların varlıklarını idame ettirir, dilerse arazları yaratmayı bırakmak suretiyle yok eder. Nesnenin atomlar ve arazlardan oluşan bütünlüğü, Tanrı'nın iradesine bağlı olduğundan bir nesnenin görüşünü değiştirmesi ile koruması arasında hiçbir fark yoktur. Bırakın türleri, bir türün fertleri için dahi durum böyledir. Tanrı telifi sürdürdüğü için bir nesne varlığını devam ettirir. Çünkü bir nesne ve hâlleri arasında aslında zorunlu bir ilişki yoktur. Gazzâlî'nin meşhur örneğini kullanacak olursak; ateşin varlığı ile yakması birbirinden farklı olgulardır yani ateşi de yakmayı da ayrı ayrı yaratan Tanrı'dır. Nesnelerin yüzey özellikleri ile dip özellikleri arasında yaratmanın imkânı bakımından hiçbir fark yoktur.

Hepsi ilahî kudret dâhilindedir. Kelâmcı açısından bizim bütün durumlarda ateş ve yanmayı bir arada görmemiz, hiçbir zorunluluk ifade etmez, yalnızca bizim bu şartlara alıştığımızı ve aksi olmadıkça buna göre davranmamız gerektiğini gösterir. Buradan çıkan çok önemli bir sonuç vardır: Tanrı, bir taşı insana, bir insanı maymuna, bir solucanı büyük bir filozofa çevirebilir. Kelâmcıların kendi örneğiyle söyleyecek olursak; akşam eve gittiğimizde sabah mutfakta bıraktığımız kapların büyük matematik bilginlerine dönüştüğünü görmemiz mümkündür. Çünkü idrak ettiğimiz nesnelerin hiçbiri aksi imkânsız denecek şekilde sabit bir hakikate sahip değildir. İlahî bilgideki bir anlam olarak öze sahip olduğunu kabul etsek bile fiilen atomların telifleri, farklı hakikatleri kabul edecek şekilde ilahî müdahaleye açıktır. Belki bu durumdan sadece Basra Mutezilesinin bir grubunu (yokun şeyliğini iddia edenler) istisna edebiliriz ama hem Mutezilenin bir kısmı hem de ehlisünnet kelamcılarının tamamı ortak bir görüşe sahiptir.

Bu açıklamaya göre buğdayın daima aynı şekilde meydana gelmesi için hiçbir zorunluluk yoktur. İlahî irade, buğdayın biçimini, yetişme şartlarını, oluş düzenini ve aklımıza gelebilecek bütün hareket ve sükûnlarını değiştirebilir. Buğday türsel birliğini koruduğu hâlde özelliklerini değiştirebilir. Buna hem dip özellikleri hem de dipte bulunan özellikleri dâhildir. Bunda aklen bir imkânsızlık yoktur, sadece âdetin değişim süreçlerinin dikkatle izlenmesi gerekir.

Evrim teorisi, canlıların oluşum süreçlerinin bilinçli bir failin eseri olmadığını, tesadüf olduğunu iddia eder. Kelâmcı, canlıların sonradan ve belirli bir düzen içinde meydana gelmesinin, bilen bir fâili zorunlu kıldığını düşünür.

Şu hâlde kelâmcılara göre bir nesnenin veya olgunun oluşum sürecine ilişkin gözlemlerimiz bize yalnızca ardışık bir düzeni verir. Eşya hakkındaki nihai hükümlerimiz bu ardışık düzen tarafından değil, onların meydana gelmesini mümkün kılan nihai metafizik ilkeler doğrultusunda oluşur. Daha önceki yazılarda ifade edildiği üzere kelâmcıların temel iddialarının tamamı, farklı teorik fiziklerle savunabilmektedir ve tarihte bunun en az dört örneği vardır.

Dolayısıyla buğday hakkındaki fiziksel açıklamanın değişmesi, metafizik kabulleri değiştirmez. Çünkü buğdayın var olmak bakımından sahip olduğu özellikler, fiziksel şartlarına indirgenebilir değildir. Şimdi evrim teorisinin iddialarına bu açıklamalar doğrultusunda dönebiliriz. Evrim teorisi, canlıların oluşum süreçlerinin bilinçli bir failin eseri olmadığını, tesadüf olduğunu iddia eder. Kelâmcı, canlıların sonradan ve belirli bir düzen içinde meydana gelmesinin, bilen bir fâili zorunlu kıldığını düşünür. Kelâmcıya göre biyolojik düzene ve değişime ilişkin bulgular sadece ardışık bir olaylar dizisinin tespitinden ibarettir. Bu tespit sadece ilahî âdetin biyolojik seviyedeki bilgisini verir ve şayet uygun bir tasvirse âdet devam ettiği sürece de isabetlidir. Fakat buradan hareketle varlık ve oluş hakkında metafizik değerlendirmeler yapmak, en açık ifadesiyle aklın gereğine aykırı bir küstahlıktır. Evrim teorisi, canlıların oluşum sürecinin bir gayeyi hedeflemediğini iddia eder.

Kelâmcıya göre de canlıların değişim süreçlerinin belirli yahut belirlenebilir bir gayeye doğru ilerlediği söylenemez. Çünkü buğday tohumunun yeni kendisi gibi bir buğday üretmesi, ilahî irade ve kudretin ân-ı dâimdeki müdahalesiyle olur. Aristoteles buğday ekip çavdar biçmememizin nedenini, buğdayın formunun kendi gayesini taşıması olduğunu ve her bir türün kendi gayesine doğru hareket ettiğini iddia etmişti. Fakat kelamcılar bu anlamda bir gaye olmadığını düşünürler. Onlara göre buğdayın oluşum süreci, bir fâilin bilgisi tarafından öncelenir ve önceki bir bilgi olmadan buğdayın meydana geldiği ve varlığını devam ettirdiği söylenemez. Yani buğdayın ve herhangi bir nesnenin içinde bulunduğu bir bütün olarak tabiatın, kendinde bir bilgisi, irade ve kudreti olamaz. Her bir oluş ve durum, atomik olarak ilahî irade tarafından belirlenir.

Bu metafizik mülahazalardan sonra, canlıların tek bir kökenden gelmesi, çevre şartlarına uyum sağlaması, süreç içinde gen aralıklarında değişim olup farklı türlere ayrılması ve benzeri bulgular, tamamıyla fiziksel nesnelere ilişkin tasvirlerden ibarettir. Bunların doğruluğu ve yanlışlığı, biyolojinin kendi araştırma yöntemleri içinde değerlendirilmelidir. Fakat sadece biyolojik bir açıklama olarak böyledir. Meseleye varlık ve oluş açısından baktığımızda bırakın bir ferdin diğerine gen aktarımını ferdin hem varlığı hem de bir durumu ân-ı dâimde ilahî bilgi doğrultusunda ilahî irade ve kudretin etkisiyle gerçekleşir. İlahî âdetin düzenliliğinde şaşılacak bir şey olmadığı gibi değişmesinde veya düzenli değişmesinde de şaşılacak bir durum yoktur.

  • Sonuç olarak evrim, ardışıklığı yalnızca fiziksel bir olgu olarak tasvir edebilir. Gaye, tesadüf ve bilinçli fâil gibi kavramlar, fiziksel süreçlerin ardışık düzeninde zaten gözlenemez.

Dolayısıyla bunlar, biyolojinin yöntemiyle ulaşılabilir veriler olmadığından haddi zâtında biyoloğun biyolog kimliğiyle ulaşabileceği bilgiler de değildir. Pekâlâ, gözlenemeyen metafizik kabuller, hangi durumda gözlenen ardışık düzen bilgisiyle eleştirilebilir yahut elenebilir? Metafizik kabuller, gözlemin kendisiyle uzlaştırılamaz şekilde çelişik varsayımlar olduğu zaman. Şimdiye kadar yapılan tahliller kelam geleneğinin temel kabulleri açısından böyle bir durum olmadığını göstermektedir. Öyleyse kelâm geleneğinin duyarlılıklarıyla baktığımızda evrim açıklamasının, teorinin biyolojik açıklamasına bir şey katmayan unsurları biyolojinin bir parçası yapmaması ile bunların aksini varsayarak hareket etmeyi ayrıştırması gerekir. Aslında bakılırsa bilimsellik ölçütleri de bunu gerektirir. İlerde evrim teorisinin bu sonuca biyolojik mülahazalardan değil, biyolojiyle ilgili olmayan başka gerekçelerden vardığı daha açık anlaşılacaktır.