Felsefe geleneğinin gücü ve sınırları

Krizin kaynaklarını doğru tespit etmediğimiz sürece çözüm arayışlarımız da sorunlu olacaktır.
Krizin kaynaklarını doğru tespit etmediğimiz sürece çözüm arayışlarımız da sorunlu olacaktır.

İslam dünyasının krizi, fıkıh ve tefsir gibi uygulamalı dinî bilimlerden ziyade, düşünce ve teorik bilimlerdedir. Müslümanlar dünyayı açıklama, isim verme, anlamlandırma ve müeyyide koyma gücünü yitirmiştir. Kuşkusuz bu durum, hayatın bütün alanlarına sirayet ettiğinden dini ve felsefî pratik ilimler de krizden derinlemesine etkilenmektedir.

“Yiğit düştüğü yerden kalkar.”

Felsefe geleneği, fizik, matematik, metafizik, ahlâk ve siyaset olmak üzere felsefî ilimlerin bütünü dikkate alınarak düşünüldüğünde İslam düşünce tarihinin iki önemli alanından birini oluşturur. Bu gelenek her şeyden önce, İslam medeniyetini, insanlığın kadîm mirasına varis kılmıştır. Felsefe eserlerinin tercümesiyle başlayan bu süreç, Müslümanları 10. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar medenî dünyanın düşünen zihni hâline getirmiş ve dönemin moderni olma payesini temsil etmesini sağlamıştır.

Felsefe eserlerinin tercümesiyle başlayan bu süreç, Müslümanları 10. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar medenî dünyanın düşünen zihni hâline getirmiş ve dönemin moderni olma payesini temsil etmesini sağlamıştır

Müslüman düşünürler, İslam’ın oluşturduğu yeni medenî havzada olağanüstü bir iletişim ağı kurarak bilginin dolaşımını sağlamışlardır. Endülüs, Afrika, Hicaz, Şam, Irak, İran, Mâverâünnehir, Türkistan, Hindistan, Anadolu, Balkanlar, Kırım, Kafkasya gibi mamur dünyanın belli başlı bölgelerini siyasî sınırlardan bağımsız bir bütünlüğe kavuşturmuşlar ve bu bölgelerde yaşayan bilim adamlarını ortak bir disipliner çalışmanın parçası hâline getirmişlerdir.

Bu süreçte felsefe geleneğine mensup düşünürlerin iki önemli başarısı olduğu söylenebilir. Birincisi, genel olarak insanlık tarihine Müslümanların katkılarıyla ilgilidir. Fârâbî ve İbn Sînâ’nın mantık çalışmaları, Aristoteles mantığının yeniden şekillenmesini ve klasik mantığın bugünkü hâlini almasını sağlamıştır.

Müslüman düşünürler, İslam’ın oluşturduğu yeni medenî havzada olağanüstü bir iletişim ağı kurmuşlardır.
Müslüman düşünürler, İslam’ın oluşturduğu yeni medenî havzada olağanüstü bir iletişim ağı kurmuşlardır.

Bu sebeple İbn Sînâ’dan sonra İslam öncesine ait mantık eserlerinin yerini tamamıyla İbn Sînâ’nın verdiği yeni formda yazılan mantık eserleri almıştır. İbn Sînâ ve takipçileri, kıyas formlarını ayrıntılandırmış, şartlı kıyasları geliştirmiş, önermelerde kip (mod) sorununu önceki dönemlerle mukayese edilemez şekilde ayrıntılı olarak ele alarak yeniden inşa etmiş, beş sanatı özetleyerek mantığı iyiden iyice formelleştirmiştir. Mantığın tümeller bahsini ve tanım teorisini, hakikatin mantıksal olduğu düşüncesinin zeminin oluşturacak şekilde kusursuzlaştırmış, bilginin kategorileri ile mantığın yapısı arasında tam bir uyum sağlamıştır.

Kindî, Fârâbî, Âmirî gibi filozofların metafizik alandaki çalışmaları, nihayet İbn Sînâ’da meyve vermiştir. İslam geleneği “varlık” kavramını keşfederek metafiziği gerçek anlamıyla bir bilim olarak kurmuş, varlık-mahiyet ve zorunlu-mümkün ayrımlarına dayanan yeni bir ontoloji geliştirmeye muvaffak olmuştur. Metafizikte Fârâbî ve İbn Sînâ’nın yaptığına benzer bir başarı Harezmî tarafından matematik alanında gerçekleştirilmiştir. Harezmî’nin cebri keşfi matematik araştırmalarına yeni bir yön vermiş ve İslam öncesinden kalan aritmetik birikim, yeni araştırmaların sadece kaynağı olmamış, aynı zamanda malzemesine dönüşmüştür. Daha sonra İbn Heysem, İbn Türk, Ömer Hayyam gibi büyük matematikçiler Harezmî’nin teorisinin imkânlarını ifşa etmişler ve ortaya çıkardığı sorunlara çözüm üretmişlerdir. Teorik fizik çalışmaları, ileri düzeye taşınmış, Yeni Eflâtuncu filozoflardan tevarüs edilen kusurlar giderilmiş ve bilimsel bilginin mantıksal olduğu görüşü ile nesnenin fiziksel idraki arasındaki uyum sağlanmıştır.

  • Madde, sûret, neden ve hareket kavramları, İbn Sînâ tarafından öylesine dakik ve bütüncül şekilde ele alınmıştır ki İbn Sînâ eski dünyanın bilimsel bilgi kavrayışının ulaştığı son durak kabul edilmiştir.

Tıp sanatı teorik ve pratik boyutlarıyla geliştirilmiş, Ebû Bekir er-Râzî, İbn Sînâ, İbn Nefîs gibi tabipler, bir yandan kadîm tıbbî bilgilerin sağlamasını yapmışlar diğer yandan da anatomi, cerrahî, pratik hekimlik ve eczacılıkta çığır açıcı çalışmalar yapmışlardır. Özellikle hastalıkların teşhisi, anestezi ve cerrahî müdahalede İbn Sînâ’nın çalışmaları, klinik tecrübede Ebû Bekirer-Râzî’nin çalışmaları, anatomide İbn Nefîs’in çalışmaları sonraki dönemleri derinden etkilemiştir. Mûsikî, İslam’dan önce bir bilim olarak kurulamamıştı, Fârâbî ve İbn Sînâ tarafından teorik bir bilim olarak inşa edilmiştir. Astronomi’de önceki devirlerden kalan bilgiler yeni gözlemler ışığında tadil edilmiş, yeni zîcler ve modeller geliştirilmiştir. İslam çok erken tarihte modern kimya gelişinceye kadar otorite olma payesini elinde bulunduran Câbir b. Hayyân’ı yetiştirmiştir.

Özellikle hastalıkların teşhisi, anestezi ve cerrahî müdahalede İbn Sînâ’nın çalışmaları sonraki dönemi derinden etkilemiştir.
Özellikle hastalıkların teşhisi, anestezi ve cerrahî müdahalede İbn Sînâ’nın çalışmaları sonraki dönemi derinden etkilemiştir.

Bilim tarihçilerinin ortaya koyduğu verilerle bu halkayı uzatmak ve ayrıntılandırmak mümkündür. Fakat burada zikredilmesi mümkün olmayan bütün bilimsel/felsefî çalışmaların esas itibarıyla iki hususiyetine dikkat çekilebilir.

(1) İslam bilim geleneği sadece Yunan bilimini değil, kadîm dünyanın ulaşılabilir bütün bilgi hacmini tevarüs etmiştir. Bu durum, Müslümanlara bütün bilgi dağarcığını derleme ve birleştirme imkânı vermiştir.

(2) Bilimsel bilgi üç önemli aşamada yenilenmiştir. Bunlardan ilki, tercümelerin yapılışından İbn Sînâ’nın ölümüne kadarki dönemdir. Bu dönemin en önemli özelliği, kadim otoritelerin yerini yeni otoritelerin alması, Müslüman bilim adamlarının özgün problem alanları oluşturmasıdır. İkincisi, İbn Sînâ şahsında derlenen bilimsel bilgi hacminin eleştirel bir incelemeye tabi tutulduğu Fahreddin er-Râzî ve yakın takipçilerinin yaşadığı dönemidir. Bu dönemin en önemli özelliği ise birinci klasik dönemde ulaşılan sonuçların tahkikinin yapılması, doğruluk ve tutarlılık ölçütleriyle sınanmasıdır. Üçüncü ise İlhanlılar döneminde başlayan, daha sonra Timurlular ve Osmanlılar tarafından devam ettirilen ikinci klasik dönemdir. Bu dönemin en önemli özelliği ise eleştirel dönem sonrasında geleneklerin gücü ve sınırlarının belirginleştirilmesi ve matematik bilimlerde yenilenme çabalarının hız kazanmasıdır.

Bu sebeple 17. yüzyıla kadar dünyadaki felsefe ve bilim otoriteleri, Kindî, Ebû Bekir er-Râzî, Câbir b. Hayyan, Fârâbî, Harezmî, İbn Sînâ, Fahreddin er- Râzî, Nasîruddin et-Tûsî, İbn Nefîs gibi İslam geleneğinde yetişen filozof ve bilim adamlarıdır. İslam’da felsefe ve bilim geleneğinin ikinci büyük başarısı, tevarüs edilen felsefî ve bilimsel miras ile İslam geleneğinin diğer parçaları arasında tutarlılığı sağlamasıdır. Kelam hakkındaki yazılardan hatırlanacağı üzere felsefe eserlerinin henüz sistemli bir çeviriye konu olmadığı erken dönemde dinî bilimler kurulmuştu. Özellikle teorik fizik, matematik, ahlâk ve siyaset alanları, felsefî bilimler ile dinî bilimlerin kesişim alanlarını oluşturmaktadır.

  • Metafizik, kelam ve tasavvufla kesişir. Ahlâk, iktisat ve siyaset, kısmen tasavvuf ama esas itibarıyla fıkıhla kesişir. Mantık kısmen fıkıh usulü ve dil ilimleriyle kesişmektedir. Kesişimin olduğu meselelerde İslam düşüncesi tarihinde ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Fakat Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi büyük filozoflar, İslam geleneğinin kendisine özgü yönleri ve sorunlarını dikkate alarak sözü edilen alanları ele almışlar ve kriz alanlarına ilişkin çözüm önerileri sunmuşlardır.

Zorunlu-mümkün ve varlık-mahiyet ayrımlarıyla Tanrı’nın varlık vermesinin keyfiyeti açıklanmıştır. İnsanın toplumsal bir varlık olup insan fertlerinin hayatını idame ettirmek ve yetkinleştirmek için düzen ve yasaya ihtiyaç duyduğu ilkesiyle nübüvvetin imkân ve zorunluluğu açıklanmıştır. İnsanın tanımında içerilen yetkinliğe ulaşması gerektiği ilkesiyle ahlâk, siyaset ve hukuk açıklanmıştır. Böylece dinî ve felsefî düşüncenin çatıştığı veya çatışıyor göründüğü sorunlara köklü çözümler geliştirilmiştir.

Her ne kadar Gazzâlî’nin önde gelen filozofları tekfir etmesiyle felsefe ve kelam geleneği arasında çatışmanın zirveye ulaştığı zannedilse de bu tekfir, çatışmanın zirveye çıkmasının tam tersine çözüme kavuşmasının habercisidir. Çünkü Gazzâlî’den hemen sonra Fahreddin er-Râzî, filozoflar tarafından sunulan çözümleri bütün İslam geleneğine mal olacak şekilde ifşa etmiştir. Bu sebeple Fahreddîn er-Râzî ile birlikte İslam coğrafyasında aklî ilimler yaygınlık kazanmış; fıkıh usûlü, kelam, tasavvuf gibi önde gelen şerî ilimler, mantık ve felsefenin meselelerinden habersiz öğrenilemez hâle gelmiştir.

İnsanın tanımında içerilen yetkinliğe ulaşması gerektiği ilkesiyle ahlâk, siyaset ve hukuk açıklanmıştır.
İnsanın tanımında içerilen yetkinliğe ulaşması gerektiği ilkesiyle ahlâk, siyaset ve hukuk açıklanmıştır.

Fakat İslam’da felsefe ve bilimler geleneğinin modern dünyadan bakınca bir takım zayıf noktaları da vardır. Evet, Müslüman bilginler derin araştırmalar yapmış, klasik bilgi dağarcığını genişletmiştir, pek çok veriyi bilimsel hâle getirmiş ve yeni sorun alanları keşfetmişlerdir.

Mantığın yeniden düzenlemesi, metafiziğin varlık kavramı üzerine inşa edilmesi, münazara sanatının dakik bir şekilde inşası, dil bilimlerinde anlam teorisinin kurulması, cebrin keşfedilmesi ve buna benzer hâlâ geçerliliğin koruyan temel dönüşümler gerçekleştirilmiştir. Ama şimdiye kadar yapılan bilim tarihi çalışmaları, kadîm bilimin temel kabullerinin İslam biliminde devam ettiğini ve radikal bir kopuş olmadığını göstermektedir. Bunların başında klasik kozmolojinin, tıbbın ve geometrinin temel kabullerinin olduğu gibi tevarüs edilmesi gelir. Fizikte Aristoteles’in doğa ve nefs kavramlarına dayalı hareket açıklaması devam ettirilmiştir. Batlamyus kozmolojisi temel yapısı itibarıyla kabul edilmiştir. Tıpta göz kamaştırıcı başarılara rağmen Galen tıbbının temel kabulleri devam ettirilmiştir. Öklid geometrisi derinlemesine işlenmesine rağmen matematiksel nesnelerin hareketle ilişkisi kurulmamış, yüzey geometrisi sürdürülmüştür.

Felsefî bilimler hiyerarşisinin açıklama gücünü yitirmesi tam da bu kabullerin değişimiyle olmuştur. Newton’un çekim kanunu, eskilerin tabiat ve nefs varsayımlarını süreç içinde bilimsel olmaktan çıkarmıştır. Çünkü hareketin açıklanmasında ne tabiata ne de nefse gerek kalmıştır. 17. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da astronomi ve kimyadaki gelişmeler, hem dört unsura dayalı açıklamayı hem de gök kürelerinin farklı bir unsurdan oluştuğu için oluş ve bozuluşu kabul etmediği fikrini tersyüz etmiştir. Matematiksel nesneler ile hareket arasında ilişki kurulunca hareket varsayımından yoksun matematiksel açıklamaların ne denli yetersiz olduğu görülmüştür. Özellikle Kant sonrasında klasiklerin savunduğu hâliyle bir nedenselliği savunmak zorlaştığı gibi modern bilimsel araştırmalar, zorunlu ve tek düze bir nedensellik temeline de dayanmaz olmuştur. Evet, bilimsel araştırmalar bugün de herhangi bir nesne, olgu ve olaya ilişkin açıklamaları yine nedenlere dayalı olarak yapmaktadır.

Fakat klasik filozofların savunduğu hâliyle tekdüze nedensellik fikri, artık kabul görmemektedir. Bu durum, hem felsefî bilimler geleneğini hem de bu geleneğin varlık ve bilgi açıklamalarından etkilendiği ölçüde kelam ve tasavvuf gibi dinî bilimler geleneğini özellikle derin bir krize sokmuştur. On sekizinci yüzyıldan itibaren fark edilen kriz, on dokuzuncu yüzyılda sonuçlarını göstermiştir.

  • İslam dünyası genel olarak bilimlerde ve teknolojide Batı karşısındaki geri kalmışlığının bedelini, önce peyderpey sömürgeleşerek sonra da değerler krizine duçar olmakla ödemeye başlamıştır. Hâlâ da bu kriz, bütün acımasızlığıyla Müslüman dünyayı kasıp kavurmaktadır.

Kriz öylesine derindir ki henüz hakkıyla tahlil edildiğini söylemek bile güçtür. İlaveten klasik düşünce geleneğinden kopuş, metafizik ve ahlâkî zeminin yitirilmesine ve İslam bilimler geleneğinin modern dünyada hâlâ geçerliliğini koruyan kazanımlarının da gözden kaçırılmasına yol açmaktadır.

Öyle ki İslam tarihinde hakkında onlarca kitap yazılmış bir mesele, Batı Avrupalı bir düşünür ya da yazardan aktarılabilmektedir. Daha da kötüsü, aydınlar, geçmişe dönük cehaletten rahatsız olma hissini yitirmiş durumdadır. Bu durum, krizi gereksiz yere daha da derinleştirmekte, psikolojik yıkımı ahlâksızca büyütmekte, dolayısıyla kriz alanlarına ilişkin yanlış tespitlere yol açmaktadır.

Fizikte Aristoteles’in doğa ve nefs kavramlarına dayalı hareket açıklaması devam ettirilmiştir
Fizikte Aristoteles’in doğa ve nefs kavramlarına dayalı hareket açıklaması devam ettirilmiştir

Bu bakımdan İslam dünyasının krizi, fıkıh ve tefsir gibi uygulamalı dinî bilimlerden ziyade, düşünce ve teorik bilimlerdedir. Müslümanlar dünyayı açıklama, isim verme, anlamlandırma ve müeyyide koyma gücünü yitirmiştir. Kuşkusuz bu durum, hayatın bütün alanlarına sirayet ettiğinden dini ve felsefî pratik ilimler de krizden derinlemesine etkilenmektedir. Krizin kaynaklarını doğru tespit etmediğimiz sürece çözüm arayışlarımız da sorunlu olacaktır. İğneyi karanlıkta kaybedip aydınlıkta arama işini, tadını kaçıracak şekilde uzattığımız söylemek abartı olmaz.