Fenomen'in ölümü

Ekranda okuduğu ayetin satırları bir bir dökülürken, yüreğine de bir yangın aniden yürümüştü.
Ekranda okuduğu ayetin satırları bir bir dökülürken, yüreğine de bir yangın aniden yürümüştü.

TikTok'a yeni bir video yüklemeye hazır hâle gelmişti nihayet. Ekranı kaydırdı, kaydırdı, gri bulutlu ekrandan siyah puntolu yazılar önce ekrana, sonra yüreğine, tıpkı sobanın küçük pencereciğinden gördüğü korların sıcaklığında düştü: "İşte odur yetimi itip kakan".

Pencereyi sıkı sıkıya kapatırken göz hizasından geçen kalabalığın arttığını, yer yer su birikintilerinin olduğu caddenin daha bir dolduğunu fark etti. Bu saatlerde hep böyle olurdu, bodrum katından yukarıya, pencereye doğru baktığında insanların koşuşturan ayaklarını, yoldan hızla geçen arabaları görürdü. Pencere oldukça yüksekte olduğu için tabureye çıkmış, önce sendelemiş ama ayaklarını sabitleyerek dengesini sağlamayı başarmıştı sonunda. Taburenin üzerinden yalnızlaşmış, âdeta bohem bir hâl almış, kararmış odaya, yanan sobanın etrafında oluşan kızıl sıcak aydınlığa uzun uzun baktı. Sonra kirden rengi boza dönmüş kalın güneşliği, yıkanmaktan incelmiş yer yer delinmiş, sararmış tülün üzerine çekti. Kimseler gelmez artık diye düşündü. İkindi serinliği çökmüş, camın önünden geçen arabaların sesi uğultu hâlinde içeriye dolarken, ayak sesleri neredeyse azalmıştı. Bodrum katın rutubet ve nem kokan havasında, kararan odanın ıssızlığında derin bir yalnızlığın içinde buldu kendini... Sonra ahşap tabureyi katlayıp çekyatın arkasına yerleştirdi. Lambanın düğmesine bastı.

Koltuğa yığılır gibi çöktü. Oturmaktan süngerleri yıpranmış, çökmüş, yumuşamış koltuk âdeta genç kızın zayıf bedenini içine aldı. Gömüldüğü koltuktan yer yer badanası dökülmüş, küf kokulu duvarlara, başının üzerinde sinek pislikleriyle kirlenmiş, ışığını cimrice gönderen ampulün solgun sarı ışığına baktı. Gürül gürül yanan sobanın neden sonra sönmek üzere olduğunu fark etti. Sobaya odunları atarken, yerlere dökülen küller saçlarına uçuştu. Tekrar yıpranmış, onu içine yumuşacık alan koltuğa gömüldü. Bir hafta önce annesi buradaydı. Beraber kestane pişirmişlerdi sobanın üzerinde. Çaydanlık yerinde duramıyor, fokurdayarak kaynıyor, onlar hem çaylarını içiyorlar hem de ellerini yakan kestaneleri soyup yiyorlardı.

Şimdi yok annesi. Onun solgun, ince, beyaz yüzüne, derin çökmüş gözlerine bakamaz artık. Oysa içine düştüğü o büyük boşluğu da dolduramamıştı annesi ama işte bir nefesti, bir ses, bir koku... Yoksul ve yalnız günlerinde yüzüne bakamadığı, ama onsuz da yapamadığı bir annesi vardı. Onun isyanına sebep, belki de bu kemik gibi yalnızlık günleriydi... Buz gibi soğuk havalarda annesinin iş dönüşü moraran elleri, saç diplerinden sızan terin acı kokusu, küçük ayaklarının şeklini değiştirmiş inatçı nasırlar, mum gibi solgun çehresiyle hep zayıflayan bedeniydi isyanına sebep. Sonra annesinin hep susuşları vardı... Suskun, sessiz bir gölge gibi erimesi bu rutubet ve küf kokan bodrum katında. Amcalarına hiç ses çıkaramaması, hakkını arayamayışı... Onları kedi yavruları gibi buraya bıraktıklarında içinde biriken isyanla ağlamış ağlamış, ellerini yumruk yapıp ağzına tıkamış ama hiçbir şey söyleyememişti.

Haksızlığa uğramak onuruna dokunuyordu. Yetim kalmıştı işte. Namazlı abdestli amcaları nasıl yiyorlardı kor ateş olan yetim malını. Apar topar birinci kattan onları bodrum kata indirmişler, hemen orayı da kiraya vermişlerdi. İşte burası da sizin hakkınız, size yeter burası demişlerdi. Sobanın küçük pencereciğinden yanan, kor ateşler görünüyordu. Cehennem görünüyordu. Amcalarının kızıl gözleri, gür bıyıkları, gür siyah saçları, iri elleri görünüyordu. Sonra çekti sobanın kapağındaki sürgüyü. Kırmızı bohem ışığın sıcaklığında yüzü, elleri, yüreği alev alev yanıyordu. Yüreği yandığında içine acılar yürüdüğünde, hele annesinin o çelimsiz bedeni gün gün eridiğinde, ince beyaz yüzü mum gibi solduğunda, bir deste anahtar gibi ellerine aldığı soğuk morarmış elleri aklına geldiğinde unutmak istiyordu. Unutmak istedikçe, sobanın kapağındaki o küçük pencerecikten alev alev yanan ateşlere bakıyor, sonra kendini kor ateşlere atar gibi küçücük bir ekranın karşısında şuh kahkalar atıyor, çekimler yapıyordu.

Silik bir gölge gibi bu rutubet kokan bodrum katında, yalnızlıklarını çoğaltan, onu bitimsiz acılara sürükleyen bir anne sıcaklığına da uzaktı artık. İçine gömüldüğü koltuktan hızla kalktı. Holde, tuvaletin girişinde bulunan, üst kısmı çatlamış aynanın karşısına geçti. Bu çatlamış, yer yer kararmış aynanın karşısına geçmeyeli bir hafta olmuştu. Annesini kaybedeli de bir hafta olmuştu. Bir türlü fırsat bulamamıştı. Bodrum katına sığınmış hâlde yaşarlarken annesinin sağlığında uğramayan akrabaları öldükten sonra dolup dolup boşaldılar. Hiç görmediği, uzak semtlerden, Sultangazi'den, Bağcılar'dan, Sultanbeyli'den akrabaları geldi. Hiç birisini tanımıyordu. Belki de ilk defa görüyordu. Taziye evi boşalınca gözlerine birikmiş onca acıyla birlikte yüreği de boşaldı, elleri de boşaldı, gözleri ve içinde bulunduğu bu loş küf ve rutubet kokan oda da boşaldı. Derin derin nefes almaya başladığında işte yine aynanın karşısındaydı. Makyaj çantasının fermuarını elleri titreyerek açsa da kararlı elleri göz kalemini kavradı. Ucu aça aça küçülmüş kalemle önce gözlerine koyu bir kalem çekti. Sönmüş, küçülmüş gözleri canlanır gibi oldu.

Sonra kısa küt kirpiklerine uzun ok gibi simsiyah kirpikler taktı. Ellerini sabunladı, minik yuvarlak kutulardan sağ göz için olan lensi eline aldı, çanak hâline getirdi, göz kapağını tutarak dikkatli bir şekilde lensi yerleştirdi. Diğer göze de aynı işlemi yaptı, gözlerini kapatıp açtı biraz sulandı gözleri ama işte olmuştu. En zoru da buydu. Gözleri her seferinde sulanıyor, batıyor, sonrasında kaşınma oluyordu. Ama işte masmaviydi nemli gözleri, gülümsedi sonra. Aynada uzun uzun baktı yabancılaşan yüzüne, bambaşka gözlerle baktı. Uzun ok gibi kirpiklerin arasından ışıl ışıl yanan mavi kıvılcımlar yüklenmiş gözleri âdeta parlıyordu. Şakaklarına doğru allığı sürerken teninin artık tazeliğini kaybetmiş kuruluğu hissedebiliyordu. Şeftali rengi tatlı bir pembelikle yayılırken, çıkık elmacık kemiklerine, yumuşak büyük fırça ile okşar gibi sürdü toz allığı. Şimdi dudaklarına gelmişti sıra. Dudaklarını önce ısırdı. Ne kadar ısırsa da aslında ince üst dudağı ve ona uyumlu alt dudağı, azalar sonunda âdeta gerilmiş, yüzünde ince bir çizgi gibi öylesine küskündü oysa...

Şuh kahkalar atan kadınların etli dolgun dudakları gibi olmalıydı dudakları. Pembe ruju gezdirdi yüzünü bir çizgi gibi ikiye bölmüş olan etsiz ince dudaklarında. Sonra dudak çevresine daha koyu, iç kısımlarına da açık renkte ruj sürdü. Kalın koyu kahveyle kontör çekti artık irileşmiş dudaklarına. Dolgun görülmesi için kahveye çalan kırmızıyı tercih etmişti. Sonra âdeta botokslu gibi bir hâl alan irileşmiş, dudaklarını tekrar ısırdı. İncelmiş saçlarını eline aldığı fırça tarakla geri geri tarayarak gürleştirmeye çalıştı. Holdeki dolaptan artık suyu çekilmiş, küflenmeye yüz tutmuş limonu alıp sıktı ellerine, saçlarının önlerini avuçladı. Zayıf çelimsiz saçları âdeta gürleşmiş, parlak bukleler, kalemle samur hâle getirdiği kaşlarına dökülüyor, şuh kahkalar atmaya hazırlanan bakışlarla aynaya bakıyordu. Pazardan aldığı ince askılı siyah elbisesini giydi hızla. Küçülmüş, sönmüş göğüsleri elbiseye yapışınca sutyeninin içine her zaman yaptığı gibi pamukları doldurdu. Şimdi dikleşen, gerginleşen göğüsleri vardı evet. Ah bir de boy aynası olsaydı.

TikTok'a yeni bir video yüklemeye hazır hâle gelmişti nihayet. Ekranı kaydırdı, kaydırdı, gri bulutlu ekrandan siyah puntolu yazılar önce ekrana, sonra yüreğine, tıpkı sobanın küçük pencereciğinden gördüğü korların sıcaklığında düştü:

(2) İşte odur yetimi itip kakan;

(3) Ve yoksula yedirmeyi özendirmeyen!

(4) Vay hâline o namaz kılanların ki,

(5) Onlar namazlarının özünden uzaktırlar.

(6) Onlar hâlka gösteriş yaparlar.

(7) Hayra da engel olurlar.

Ekranda okuduğu ayetin satırları bir bir dökülürken, yüreğine de bir yangın aniden yürümüştü. İşte o zaman nedensiz ağlamak geldi içinden... Hayri amcasının sivrilmiş siyah gözleriyle, buz gibi bakışları, Dürdane yengesinin "ne yapacağız şimdi anan da seni başımıza kodu getti ah ah" diye dizlerini dövmesi, esmer yüzünde derin bir öfkeyle, bir böceğe bakar gibi hınç dolu bakışlarla ona bakması geldi aklına... Bu hâl çok uzun sürmedi, kendini toparlayıp sehpanın üzerindeki okunmuş şeker kutusunu, su sürahisini, limon kolonyasını hemen kaldırmalı şimdi konsepte uygun mumları yerleştirmeliydi. Siyah deri zeminli sehpanın üzerine her zamanki gibi kırmızı iri mumları yerleştirdi. Her zaman kullandığı kırmızı plastik gülleri serperek arka fonu da oluşturmuş oldu. İkindi güneşi çoktan çekilmiş artık akşam ezanları okunmaya başlamıştı. Akşam ezanı mumların aydınlattığı odanın, sönmüş sobanın son sıcaklığına, küf kokusuyla nemlenmiş bunaltan havasına derin içli aktı. Genç kız ezanın bitmesini sabırsızlıkla bekledi. Hatta bu bekleme ona çok uzun geldi.

Sonra bedenine yapışmış buzi elbisenin içinde, çehresine yerleştirdiği emanet yüzüyle elindeki telefonla çekimler yapmaya başladı. Kıvrım kıvrım dans eden ince vücudu âdeta açtığı müziğin ritmiyle akıyor, ince ojeli parmaklarını dudaklarının kıvrımlarında gezdiriyor, saçlarını geriye geriye atıyor, şuh kahkalarla şarkıya eşlik ediyordu. Bir şarkı bitiyor başka şarkı başlıyor. Onun salınışı, gözlerini süzüşü yüzündeki maskenin albenisiyle kahkaları arttıkça takipçi sayısı katlanıyordu. Yüz bin, iki yüz bin, üç yüz bin... Kendini kaybetmişti işte. Göğsü hızla inip kalkıyor, gözleri yaldır yaldır yanıyor, gelen mesajlar, beğenilerle coştukça coşuyor her şeyi unutuyordu o anlarda... Zil çaldı neden sonra. Zil uzun uzun çaldı. İşte o zaman saçları terlemeye, gözlerinin rimeli akmaya, güz elması gibi kızaran yanakları yavaş yavaş solmaya başladı sanki. Elleri istem dışı terlerken, boğazına bir yumru oturdu. Merdivenleri nasıl çıkacağını bilemedi önce. Kapıyı nasıl açacaktı? Zil uzun uzun inatla çalıyordu. Ah işte, tam o sendelediği sırada aklına geldi. Kapıyı kendinden emin, vakarla açtı. Komşuları Nevin Teyze tam karşısında, çorba tası elinde öylece uzun uzun baktı... Kızım, Serap yok mu çorba getirmiştim dedi merakla, mavi mavi bakan gözlere. Genç kız, gayet kendinden emin, dimdik durdu, afallayarak bakan, basma eteğinden, beyaz yaşmağından, naylon terliğinden gariplik akan Nermin Teyze'nin karşısında.

Ben yurtdışından geldim teyzeciğim, Serap'ın halasının kızıyım. O gelecek birazdan, hava almaya çıktı. Biliyorsunuz annesinin kaybı onu çok sarstı. Yaşlı kadın bu sesi Serap'ın sesine çok benzetse de akrabadır benzer zaar deyip fazla üzerinde durmadı. Ha öyle mi, o zaman alıver evladım çorbayı. Gelince içiverin beraber. Tarhana yaptıydım sıcak sıcak içersiniz. Gene zayıfladı Serap kızım yemeden içmeden kesildi. Tamam teyzem, diyerek yüzüne yayılan rahatlatan gülümseme ile aldı çorba kasesini genç kız. Demir kapıyı kapatınca nasıl olduğunu anlayamadı, başı döndü birden, bir an nefessiz kaldı. Gözlerine yıldızlar döküldü sanki. İşte ne olduysa o an oldu başında bir uğultu, gözleri karardı, bir boşluğa yuvarlanır gibi içi geçti. Dengesini kaybedip, yüksek topuklu terlikleri basamağa takılınca, taş merdivenlerden aşağıya doğru yuvarlanmaya başladı. Yer yer kilimle örtülü merdivenlerin çıplak taş kenarlarına çarpa çarpa aşağıya, küf, rutubet kokan artık buz gibi olmuş odanın içine doğru yuvarlandı.

Limonla parlattığı buklelerinden, allığı solmuş yanaklarına, boyaları akmaya başlayan solgun üzgün dudaklarına doğru ince bir çizgi gibi akan kan, ıslanan gözlerinin çukurlarına doluyor, şakaklarından boynuna doğru ince kızıl yollarla akıyordu. Ertesi gün, "EVİNDE ÖLÜ BULUNAN 30 YAŞINDAKİ SOSYAL MEDYA FENOMENİNİN ŞÜPHELİ ÖLÜMÜ" diye manşetler gazete sayfalarında yer alırken, Esenler'in arka sokaklarında hayatını kaybeden Serap, annesinin bir hafta önceki taze mezarının yanına sessizce defnedildi.