Filistin bayrağını vatan toprağına dikeceğiz. Devam edeceğiz

Filistin bayrağını vatan toprağına dikeceğiz. Devam edeceğiz
Filistin bayrağını vatan toprağına dikeceğiz. Devam edeceğiz

Son dönemde şahsi ve kültürel hayatımda tam bir Filistinli değildim. İşgalden önce son sene dışında Filistin kültür merkezlerinde aktif olmadım ve hiçbir FKÖ örgütüne katılmadım. Yazarlar Birliği Genel Sekreterliği’ne üye oldum. Benim için Filistincilik bağları genel insanı ve milli şekillere büründü. Bu bir hissiyattı, bir karar değildi. Böylece kendimi siyasi formlardan izole ediyordum. Ülkeler arasındaki çekişmeler şiddetlenirken ve çevremdeki insanlarda siyasi fikirler güçlenirken ben hâlâ bu hissiyattaydım. Çevremdeki insanlardan biri kendisinin Lübnanlı, Filistinli veya Suriyeli olduğuna karar verirdi. Hepimizin hedeflerinde bir birliği temsil eden bir duyguyu gördüğümden bu ayrışmaya karşı çıktım.

Siyasi idrakimin başlangıcında kamptaki küçük bir arkadaş grubumla Celile’yi özgürlüğüne kavuşturabileceğimizi düşündüm. Eskiden halkın özgürlük savaşına inanıyordum ve hâlâ daha inanıyorum. Çünkü rejim ve onlara bağlı askeri, siyasi, idari, kültürel vb. müesseselerin hepsi hakkında en başından beri bir fikir sahibiydim. Savaşmayı ve öğrenmeyi çok istiyordum ancak bu devrimden önceydi. Filistin halkı silahlanmaya başladığında tek bir kurşun bile sıkmayı denemedim. Çünkü bedenimde hâlâ daha etkisi görülen geçirdiğim ameliyatlardan dolayı kendimin sıhhen güçsüz biri olduğumu biliyorum.

Devrimin başlangıcından beri devrimin seyrinde etkisi olan biri olduğum için hâlâ daha devrimi destekleyen biriyim. Devrimin Filistinci değil milliyetçi bir misyonu olması gerektiğini düşünüyorum. Nitekim 1936 Devrimi tam Filistinci bir devrim olduğu için 36 Devrimi, takip edilmesi gerek örnek bir devrim olamamış bu yüzden de son devrim başarılı olamamıştır.

Şu an bir yere ait olma arzum eskisinden daha şiddetli; beni eskisinden daha fazla direnişe çağıran duygularım doğdu. Bu duyguların da Filistinli olması şart değil. Artık arzuladığım örneğe daha yakın olmasından dolayı Lübnan milli direnişine ait duygularım var; düşman İsrail’e yöneltilen silahlar beni temsil ediyor, bunun dışındakiler temsil etmiyor.

Şayet kalbe bitkinlik çökerse ne olur? Hezimet ve geri çekilme duyguları zihnimi işgal ederse veya tüketim toplumu beni kandırsa ne olur? Ancak bütün tablolarımda mevcut ve yüzünü dönmeden bile mücadelenin sembolü olan oğlum “Hanzala” çizdiğim resimleri kontrol ettiğinden dolayı bunu istesem de yapamam. Hanzala resimlerimde sabit bir unsur olduğundan resimlerim satılık değil. Beni “toplumun ressamı” yapmaya çalıştılar. Ancak rejim bu görüşe karşıydı. Hanzala daima benimleyken bunu da nasıl kabul edebilirdim ki. O tasavvur edemeyeceğin kadar katı bir bekçidir; içimdekileri bilir, bıçak ağzı gibi içimi kontrol eder. Eğer dinlenmek istersem beni tokatlar, konforlu bir hayat ve banka hesaplarını düşündüğümde beni bana hatırlatır: Aslımı, insanlarımı, halkımı ve toplumumu. Ben bekçilik yapan ressamları kandırabilirim. Bazıları resmimle ne kastettiğimi anlamaz, büyük çoğunluğu sanatın aslında nerede gizli olduğunu fark edemez. Ancak Hanzala’yı kandıramam çünkü o benim oğlum.

Hanzala’yı Kuveyt’e taşıdım ve dalgaların beni uzaklara alıp götüreceğinden, köklerimden -Filistin’den- kopacağımdan, arabaların, buzdolaplarının ve klimaların bana galip geleceğinden korkarak orada onu dünyaya getirdim. Ruhumu koruyan ve ayağımın kaymasına engel olana bir ikon olarak dünyaya geldi. Hanzala ve ben Filistin için varız. Nitekim Hanzala benim başka bir şey için var olmama izin vermeyecek ki o, korkaklık edersem veya davamdan geri dönersem beni (bir akrep gibi) sokacak alnımdaki ter damlasıdır. Böylece Hanzala özgün bir figür oldu. Daha sonra ise toplumsal vicdanın figürü haline geldi. Davamız ve bu uğurda ölenlerin adına, gelecekteki haklarımız adına, açık artırmalarda ve ihalelerde sunulmaması gereken şeylerin pazarlığını yapan insanlara karşı bir bekçidir.

Hanzala bütün şeylere tanık olmuştur. O okuyucuya dönmez ancak onun derdini anlamayan okuyucu ona döner. Hanzala’nın sırtını döndüğünü, ellerini bağladığını ve izlemeyi bıraktığını söylüyorlar. Ancak onlar Hanzala’nın gözündeki yaşları ve bağlı olduğu yere dönmek için vatan topraklarına baktığını göremiyorlar. Hanzala on yaşında bir çocuk olarak doğdu ve vatanından on yaşında ayrıldığı için hep on yaşında kalacak. Vatanına döndüğünde de on yaşında olacak. Vatanına döndükten sonra yaş alacak. Doğal kanunlar onun için işlemez, o bir istisnadır. Çünkü vatan kaybetmek bir istisnadır. Durumlar vatana döndükten sonra “doğal” bir hal alacak. Ve dedim ki: “Hanzala benimle oldukça hiçbir şey umurumda değil.” Kuveyt’te heyecanla çizmeye başladım. 30 sene geçti ve ben hâlâ çiziyorum. Bu süre zarfında bütün Arap hapishanelerinden geçtiğimi hissettim. “Bundan sonra ne var?” Tek bir tabloyu savunurken şehit olmanın derin hazırlığındandım. Her bir tabloyu, zihinlerde bir kanal açan su damlasına benzetiyordum. Şayet bu noktanın varlığını inkâr edilirse nokta savunduğum kanalın resmini çizmemde bana katkı sağlayacak.

Pek çokları davasından döndü ve çöktü. Onlar, evlerimize koyduğumuz, belirli bir ısı ve ışıkta tutarak büyüttüğümüz difenbahyaya (gölge çiçeğine) benzerler. Biz de onlar gibi olabiliriz. Çünkü kendini aşmış bir sanatçı, taşların arasında kampın kapısında bekleyen annelerimizin başını kavuran güneşin altında kalarak ve her nerde olursa olsun dertli mütevazı insanların kalbinde de büyüyebilir. Mesela Mısır’da insanların acılarını konuşanlar var. Ancak bu konuşanlar İsrail’le anlaşma yapılınca alkış tuttular ve tepetaklak oldular. Bu anlaşmayı reddedenler arasında fırçalarını kötüye esir etmeyen ve çocuk resimlerine sığınanlar da var; yalanlara batmış ekmek parasını kazanmayı reddettikleri için çocuk resimlerine yöneldiler. Gerçek sanatçı dediğin budur. Bu sadece Mısır’da değil bilakis her yerde -Filistinlilerin saflarında, Arap şehirlerinde, caddelerde- böyledir. Onların kalplerindekini de çektikleri acıları da hasiyetlerini de ancak Allah bilir.

Siyasi işlere bulaşmayacağıma söz verdim, o da beni onayladı. Arap âleminde salgın bir hastalık, bir görüş sahibinin falanca şeyi reddetmesi, falanca şeyi haklı bulması, bollukta veya kıtlıkta ilk görüş sahibinin ikincisine karşı çıkmamasıdır. Anlaşmazlık, “asıl”a yapılan aykırılıktır. Devrim zamanında bize dolar veya sterlinle gelenler, kronik ikiyüzlülük hastalığa tutulmuş kişilerdir. Bunlar taksimetre gibidirler; ödeme yapmazsa arabayı durdururlar, bereketin nice olduğu yerlere yönelirler, hadlerini aşarlar. Hatta yaptıkları hataları başarı olarak sunarlar, “başarı” ruhunun aleyhinde bir şey yaptığında düşmanlarını parçalarlar. Bunu eleştirmeye hakkım var mı? Ben bir hâkim değilim, ben bir ressamım. Fırçamı halkımızın kanını satanlara, yüzlerindeki maskeyi düşürmek ve gerçek yüzlerinin çirkinliğini ortaya çıkartmak için doğrultan bir ressamım. Hatalarımı konuşmak gerekirse olup biten gerçeklerin beni yanılttığı şeylerdir. Bir kişi için “haindir” desem sonra da o kişi ertesi gün davasını savunurken şehit düşse ben yanılmış olurum. Yanılmış olmayı ne kadar çok isterim ama vuku bulan şeyler bana bunu öğretiyor, fırçamın ucunu keskinleştiriyor sonra da hainin şehitlerden ve şehitlikten nefret ettiğini kanıtlıyor.

Karikatür sanatına çok büyük bir yönelim var. Hüzün, trajedi durumu pek çok Arap karikatürünü taşkın bir atmosfere sokmuştur.
Karikatür sanatına çok büyük bir yönelim var. Hüzün, trajedi durumu pek çok Arap karikatürünü taşkın bir atmosfere sokmuştur.

Yirmi yıldır ressam olarak çalışmama ve yaptığım işlerden hiçbir zaman tatmin olmama rağmen resim bana göre meslektir, görevdir ve hobidir. Kaygım büyük olduğu için endişelerimi nakletmede bu ifadesel dili kullanırken acziyet hissediyorum. Resim, benim iç dengemi sağlayan ve teselli bulduğum şey. Bazen çizdiğim bu karikatürün, diğerlerinin kalplerine çöken dertten ve kahırdan öldüğünü söylemede ve içlerinde biriken günlük zehrin akıtılmasında dertlerimi boşaltmama imkân verdiğini söyleyebilirim. Biliyorum ki resim beni avutuyor.

Yine karikatürlerin insanlarla sohbet eden ve vaaz veren bir dile sahip olduğunu da hissediyorum. Karikatür eleştiri için vardır, eğlence için değil. Kendimi bir tür cerrah olarak kabul ediyorum. Resimlerime aktardığım hüznümün, sıkıntımın ve melankolimin, benimle bu Arap olayından etkilenen ve üzülen hemşerilerim arasında ortak soylu bir durum yarattığını düşünüyorum. Size Kuveyt’te olduğumu, orada tüketim toplumundan kirlenmekten korkarak Hanzala karakterini yarattığımı, yorum yapmadan çizdiğimi, okuyucu ile kendi aramada ortak semboller kurduğumu ancak buna rağmen çok defa yazmak ve anlatmak istediğimi de söylemiştim. İnsanlara manifestomu duyurmak, her hâlükârda mesajımı net bir şekilde ulaştırmak yayımcılık yapıyorum. Ancak bunun sanatsal bir görüntü olması adına yapıldığını, “cesur” olmadığımı ve okuyucuya büyüklük tasladığımı hissediyorum. Sembolik edevatlarımı kullanmaya çalışıyorum ancak mesajımı sıradan kişilere ve beni birinciliğe yerleştirenlere net bir şekilde aktarma meselesiyle de meşgulüm.

Bahsettiğim gibi ilk yayınım Gassan Kenefani’nin yayımladığı resmimdi. Resimde piramit şekilde bir çadır ve çadırının tepesinde özgürlük için kararı bir elin çıktığı volkan vardı. Çadırın dağ olduğunu ve çadırın içinin de volkan gibi kaynadığını düşünmüştüm. Çadırdaki irade ve galeyanın çadırdan dışarı doğru patlaması gerektiğine inanıyordum.

Lübnan’da Beyyar Sadık, Niyazi Celul, Mulhem İmad ve Can Meşalani’nin resimlerine dikkat ettiğim gibi O dönemde “Ruzu’l-Yusuf” okulunda etkili ve geliştirici öncülerden olan Mısırlı ressamlar Salah Cahin, Recai Hicazi, Behçet Osman ve Leysi’nin resimlerindeki üslupları çokça dikkatimi çekiyordu.

Onların benim üstümden dolaylı bir eskisini hissetsem de, onlardan doğrudan etkilenmedim. Başından beri diğer ressamlardan mümeyyiz bir durumumun olduğunu hissediyordum. Kendime has bir üslubu bir metot haline getirmeye çok önem gösterdim.

Bu metodun şu an pek çok üslupla insanlarla muhatap olmamdaki başarımdır ve artık bunun bende otomatik hale geldiğini hissediyorum. Çizim yaptığımdaki tek takıntım, her şeyden önce fikirleri ve durumları belirlemektir. Resmimdeki bu otomatikliğin sembollerle ve çalıştığım sade ve spontane karakterlerimle bir insicam halinde olduğunu hissediyorum.

Bana göre fikir, tiraj ve bir şeyleri oluşturmaktan daha önemlidir. Bu yüzden sembollerim meşhurdur. Şişirilmiş karakterler rejimin; sade bir insan, kadın ve çocuk ise insanlığın sembolüdür. Uzun yıllardır her gün canlandırdığım karakterlerin sembolüdürler. Onlar değişmezler ancak değişen ve değiştiren şey her gün onları yeni bir manaya sokan ve yeni bir oluşuma hazırlayan etraflarındaki dünyadır.

Karikatür sanatına çok büyük bir yönelim var. Hüzün, trajedi durumu pek çok Arap karikatürünü taşkın bir atmosfere sokmuştur. Şu an sanatçılar, onları insanlara yakınlaştıran ve her sabah insanları eğlendirmeyen yükümlülüklere sahip bir yönelimdeler. İçimdeki bu trajedinin mevcut durumun zorluğundan kaynaklandığını biliyorum. Eğer durum farklı olsaydı bu sembollerin mutlu olduklarını ya da bu sembollerin bir başkasıyla yer değiştirmiş olabileceğini görürdünüz. Benim kullandığım semboller azdır: Zengin ve fakir, yargılayan ve yargılanan. Gerçeklerin bu ikilikleri yıkabileceğini düşünüyorum.

Çiftçi gibi şuurun ahlaka bağlı olduğunu düşünüyorum. Ben fakirlerin ve mahkûmların mizaçlarını tamamen kabul ediyorum. İşimde pek çok araçla güçlü gerçekliğin demirine bağlanan yollarla onların tarafını tutmaya çalışıyorum.

Lübnan’ı severim. Ailem, arkadaşlarım, evim orada, hayatım orada. Maziye döndüğümde ve hatıraları düşündüğümde en fazla hatıranın Lübnan’a ait olduğunu görürüm. Lübnan dışında başka ülkede olduğumda gurbet ve özlemle dolarım. Bu şefkatsiz yorumları doğurabilir. Ancak ben Lübnan’ı seviyorum ve bu konudaki düşüncelerim budur.

Lübnan’ın maruz kaldığı şeylerden sonra ona olan sevgim daha da arttı. Şu an bir anlamda Lübnan, Filistin’e benzer bir mana kazandı. Filistin gibi mevcut, aynı zamanda Filistin gibi gaip, varlığı tehdit altında.

Lübnan’a duyduğum bu duygu, ona uzak kaldığımı duyduğumda beni yaralıyor. Bu duygu sevgi ile benim Lübnan’a uygunsuzluğum arasına bir hat çekiyor ya da hakkı olmasa da komşusunun karşını arzulayan biri gibi özlem duygusunu çalıyorum.

Düşmanlarıma gelince İsrailli düşmanlarımla Arap düşmanlarımı birbirinden ayırmıyorum. Adı Muhammed veya İlyas olanla Cohen olanı birbirinden ayırmıyorum. Irkçı değilim. Ancak Lübnan Savaşı’na karşı bir tavır takındım. Çünkü Lübnan Savaşı “uydurma” bir savaştır. Bütün bu felaketlerin inşasında Amerikalı Araplarla, Amerika ve İsrail ile yardımlaşan burjuva tabakası adına savaşmak için görevlendirilen zavallı Marunîler (Lübnanlı Hristiyanlar) bir araç görevi gördüler. Zavallı Filistinliler veya zavallı Hristiyanlar, görüş ve öngörüye göre gerçek düşmanlarına sınır koymada başaramadıkları bir pusuda ölüyor. Bu davayı açıklamaya ve bu davanın üzerinde durmaya çalışıyorum.

Bölgeye yönelik komplolar devam ediyor. Baskı altında tutma araçları çoğalıyor, kabilecilik artıyor. Bu da insanı onlara teslim olmaktan ziyade kendi birlikleriyle teyakkuza geçiriyor. Bu her demokratik kuvvet için vaciptir ve ben bu birliklerin tek bir kumaş gibi olmalarını seviyorum. Mesela Mısırlılar ile Tunuslular arasında bir ihtilafın oluğunu düşünmüyorum. Burada mağdur haklar ve parçalanmış gerçeklikler var.

Amerika’nın kolluk kuvvetleri ve basın organlarını hazırlayarak kendi -Arap Amerikan- rejimi için savaştığını düşünüyorum. Bu dönemin garip ve karanlık bir dönem olduğunu düşünmeme rağmen devrimi; kurbanların olmasına rağmen gerçek devrimi yayıyorum. Bu parçalanma, baskı ve sıkıntıların bir şeyi doğurmaması imkânsız.

Çocukluğumdan beri Mesih İsa’nın şahsiyetinden etkilenmişimdir. Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’an’ı okudum. Koynumda haç taşıdım, iki defa hacca gittim. İlk karikatürüm hakkında düşündüm ve aklıma kendimi (resimde) çarmıha germek geldi. Ancak kendimi bu şekilde çizmedim ve Amerika’ya durumumuzu izah eden ve sindirilen haklarımızı ifade eden boynumda haç ile gittim. O zaman yaşım 13-14’tü. Budistler protesto etmek için kendilerini yakıyorlardı. İşte bu siyasi bir ifadenin çeşididir.

Çok kezler resmettiğim Mesih bana kurban olmanın değerini anlatıyor. Onu resmetmemin sebebi Filistinli olması değil bilakis kovulmuş ve mağlup edilmiş bir peygamber olması nedeniyle Lübnan’ın güneyi ve kamplardaki Filistinli gençler gibi onu da çizdim.

Savaşta sığınaktayken eşime hayatta kalırsam kesinlikle bir kurban keseceğimi ve bir dergi bulursam tüm kurumlarda, Arap dünyasının dört bir yanında bütün rejimlerinde Arap gerçeğini açıklayacağımı söyledim. Ben hâlâ o verdiğim sözde duruyorum. Adağımı ifada devam etmeyi istiyorum. Savaş devam ediyor ve benim hâlâ umudum var. Her ne kadar pahalıya patlayacak olsa da ezilmiş haklarımızı alacağımıza dair hislerim var. Zavallı insanların önünce güçsüzlük hissediyorum. Yıldızlara gelince ise benim yıldızlarım yok. İnsanın devrimci ve onurlu olması tabi bir şey. Ancak bunun mukabilinde omuzlarımıza çıkması tabii değildir.

Yola devam edeceğimi biliyorum, ben vaadimde duruyorum. Uzak. Ona karşı çıkmayacağım ve bir gün karşılaşacağız. Herkes, şehitler, çadırdaki gençler, vatanını resmin gözlerinde taşıyan oradaki buradaki gurbetçiler, dağların ağırlığı altında inleyerek derdini sırtlanan “Fatıma”. Filistin bayrağını vatan toprağına dikeceğiz. Devam edeceğiz.