Fırtınalı bir memleket hikâyesi: Suyu arayan adam

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam'da çocukluk yıllarından başlayıp 52 yaşına kadar devam eden ömrünün en ateşli kesitini açıyor okurlarına.
Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam'da çocukluk yıllarından başlayıp 52 yaşına kadar devam eden ömrünün en ateşli kesitini açıyor okurlarına.

Savaşlar, mücadeleler, felaketler, devrimler, hapishaneler, cephe hatları, hayaller, hayal kırıklıkları ve ideallerle karılmış acı bir hamur. Ve Edirne'den Bakü'ye, Kafkaslardan Moskova'ya, yine yeniden İstanbul'a ulaşan bir izlek. Sanki yazarın hemen yanı başında onunla omuz omuza dolaşıyorsunuz bu coğrafyaları.

Suyu Arayan Adam, Hintli filozof Sri Ramakrisha'dan yapılmış bir alıntıyla başlıyor: "Bir adam vardı.
Suyu Arayan Adam, Hintli filozof Sri Ramakrisha'dan yapılmış bir alıntıyla başlıyor: "Bir adam vardı.

Amerikan yerlileri hakkındaki bir anlatıyı çağrıştıran adıyla, uzunca bir süre kütüphanemdeki "okunacaklar" rafını meşgul etmiş bir kitaptı; Suyu Arayan Adam. Yerini yadırgar gibi de durmuyordu üstelik. Sonra bir haziran ikindisinde kapağını öylesine açtığımda, vakit gece yarısını çoktan geçip sabaha bağlanmıştı bile. Satırların ortasında ateş hattında kalmıştım ve Makedon dağlarındaki komitacıların arasından sürüklenip Kafkas cephesine mermi taşımaya devam ediyordum hâlâ. Tek tabancaydım. O hâlde, bir yaz gecesi ruhuma alev saçan ve başlangıç cümlesinden itibaren üslubuyla beni sarıp sarmalayan bu politik hatırat için söylenecek ilk şey şu olabilirdi; her satır müellifinin hayat hikâyesindeki o bitmeyen ateşle yoğrulmuş sanki. Buraya kadar tamam. Ama bu ateş, bazen ziyadesiyle harlanarak bütün kör noktaları aydınlatan, bazen de kendi hâlinde bir köz gibi ihtiyatı elden bırakmadan ağır ağır çatırdayan "iki farklı" biçimiyle çıkıyordu karşımıza. Çok cesur ve çok dengeli. Malumunuz resmi tarih, olayların genel, hatta panoramik bir fotoğrafını çeker sadece, doğal olarak daha kullanışlı, daha şık ve tam çerçevelik fotoğraflardır bunlar. Duvarlarımız gayet iyi biliyor bu tabloları.

Resmi tarih dediğimiz şey, geçmişin yeniden kurgulanması ya da kaynakların zamanın ruhuna göre dönüştürülmesi gibi tanıdık işlevleriyle elinizdeki hikâyeyi en güzel şekilde tamamlamak için var zaten. Çerçevenin biraz dışına çıktığınızda ise; anı, belgesel, hatırat, otobiyografi ve insan hikâyeleriyle karşılaşmanız mümkün aslında. Ana hattın içinde ama ara yollardan gelmiş tozlu hikâyeler... Peki, buradan, yani bu tali yollardan bütün bu kişisel tanıklıklar, hatıratlar, anılar ve otobiyografilerden muradımız nedir? Şüphesiz bu eserler birer itirafname değil, örtülü gerçekliklerden oluşan bir toplamın resmi sadece. Suyu Arayan Adam'ın yazarı da arka fonda akan memleket hikâyesini kendisini merkeze koyarak ele alan farklı siyasi tecrübelerden geçmiş bir ideolog nihayetinde. Perspektifi sürekli değişen bir ideolog üstelik. Bu bağlamda Aydemir, resmi tarihin dışında bir memleket hikâyesi anlatıyor elbette. Buna diyecek bir şey yok. Ancak son tahlilde her otobiyografi -örttüğü ve örtmediği yerler itibariyle- politiktir. Bu cümleyi de cebimizde taşıyarak ilerleyelim.

Felaket yılları ve adressizlik

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam'da çocukluk yıllarından başlayıp 52 yaşına kadar devam eden ömrünün en ateşli kesitini açıyor okurlarına.

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam'da çocukluk yıllarından başlayıp 52 yaşına kadar devam eden ömrünün en ateşli kesitini açıyor okurlarına. Fırtınalı yaşantısıyla birlikte, yine onun "suyu arama" adını verdiği bir iç yolculuk / kendini bulma macerası etrafında şekillenmiş roman havasındaki bu otobiyografik anlatının, aynı zamanda Cihan Harbi'ni takiben 1920'ler, 1930'lar Türkiye'sinin belgeseli sayılabilecek kadar güçlü tarihsel referanslarla örülü olduğunu söyleyebiliriz. Tabii sadece buralarda değil, Rus ovasından Çin asrına ve hatta Himalayalar'a kadar genişleyen bir zihin haritasıyla selamlıyor bizi Aydemir. Savaşlar, mücadeleler, felaketler, devrimler, hapishaneler, cephe hatları, hayaller, hayal kırıklıkları ve ideallerle karılmış acı bir hamur. Ve Edirne'den Bakü'ye, Kafkaslardan Moskova'ya, yine yeniden İstanbul'a ulaşan bir izlek. Sanki yazarın hemen yanı başında onunla omuz omuza dolaşıyorsunuz bu coğrafyaları. Etkileyici diliyle satırların arasında birlikte kayboluyorsunuz. Her okur bir yoldaş oluyor bu yolda. Aydemir, Tunalı göçmen bir anne-babanın oğlu. Deliorman taraflarından gelmiş 93 yorgunu bir aile. Kadim payitaht Edirne'de 1897'de başlayan hayat rotası, askerî rüştiyede aldığı disiplinli eğitimle önce ordu-devlet aşkına, ardından doğal olarak Osmanlıcılık fikrine ulaştırmış onu. O, Devlet-i Âliyye'nin toprakları tespih tanesi gibi dağılırken oradadır. Osmanlı topraklarına umutsuzluk ekilirken, ordular tüm serhatlerden çekilirken, büyük bir çınarın dalları budanırken oradadır.

  • İmparatorluk, Trablusgarp mücadelesi ve Balkan felaketleriyle sarsılırken belki biraz telaş ve büyük ümitlerle yeni bir fikre yani Turan'a gönül indirecektir Aydemir. Kızılelma'yı bulmak için Azerbaycan'a kadar gider ama ilginç bir şekilde TKP'nin siyasi büro sekreteri olarak döner bu maceradan (1925). Turancılıktan Bolşevikliğe uzanan bir yol. 1930'lara gelindiğinde ise Kadro Dergisi hareketinin kurucu ideologlarından biri olarak anılmaktadır. Osmanlıcılık, ittihatçılık, Turancılık, komünizm ve Kemalizm duraklarında geçen, birçok yöne savrulsa da aslında hep sığınacak bir şemsiye arayan yağmur kaçağı bir ömür. Ne yana giderse gitsin kendi ifadesiyle; milliyetçiliğin ağır bir tortusu kalmıştır ruhunda. Nitekim François Georgeon "Türk Milliyetçiliği Üzerinde Düşünceler: Suyu Arayan Adam'ı Yeniden Okurken" başlıklı yazısında; "Nasıl ve neden Türk milliyetçisi olunur?" sorusuna bu kitap üzerinden ilerleyerek kıymetli cevaplar bulmuştur. (İlgili makale, başka değerli yazıların da bulunduğu İletişim'in Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce serisinin Milliyetçilik cildinde mevcut.)

Dinmeyen yangın!

Anlaşılmayı inceleyicilerin çabasına pek bırakmayan yazarlardandı, ne olduğunu bir kitapta anlatmıştı, bize bu konuda kolaylık sağlamıştı.

Suyu Arayan Adam, Hintli filozof Sri Ramakrisha'dan yapılmış bir alıntıyla başlıyor: "Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı. On kulaç, on beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı. Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı. Yeise düştü, gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidi kesti. Fakat bir ses ona: ‘Daha derinlere, daha derinlere!' dedi. Daha derinlere indi ve suyu buldu." Kitabın açılış cümlesiyse şöyle; "Çocukluğuma ait ilk hatıram bir yangındır." (İlginç bir rastlantı olarak Jazz'ın Babası Miles Davis de meşhur otobiyografisine aynı cümleyle başlar, çocukluk ve yangın.) Sanki bu dinmez yangını söndürmek için, o suyu arayıp durmuş yazar. Koca bir yangının ortasında kalmış çocukluğu için bir arayış ve savaş... Melih Cevdet Anday'ın Suyu Arayan Adam için söylediği şu cümle mühim; "Anlaşılmayı inceleyicilerin çabasına pek bırakmayan yazarlardandı, ne olduğunu bir kitapta anlatmıştı, bize bu konuda kolaylık sağlamıştı." Ne olduğunu bir kitapta, bir çırpıda, bir nefeste, bir seferde anlatmıştı Aydemir, burası doğru. Cephelerde, hapishanelerde, İstiklâl Mahkemelerinde, vatan nöbetlerinde, muallim mekteplerinde, gurbet ellerde; Nâzım, Enver, Atatürk, Troçki, İnönü ve Menderes gibi anıt şahsiyetlerle kesişen bir hayat. İki savaşın arasında, felaket yıllarında ve Anadolu gerçeğinin tam ortasında, İmparatorluk bakiyesi bir ülkenin sancılı doğum hikâyesinin az bilinen ayrıntıları ve hep çeperde birikmiş çileli-umutlu zor memleket anıları... Erken Cumhuriyet yılları, Osmanlı sonrası o geçiş döneminin bedeli ve rejim değiştiren Türk Devleti'nin Anadolu'ya bakan hikâyesi. Yokluk, sefalet, felaket ve dirayet zamanları...

Suyu Arayan Adam, bilhassa kullanılan dil açısından kesinlikle estetik bir Türkçe zevki vadeden, politik-tarihsel-sosyolojik çıktıları itibariyle soluksuz yaşanmış bir ömrün tüm o heyecanlı gerilimini satırlarında (ve satır aralarında) taşıyan ve yakın tarih okumaları yapanlara fondaki ayrıntılarla derinleştirilmiş bir bakış açısı zenginliği katabilecek içeriğe sahip, son tahlilde okunması, tartışılması ve hesaplaşılması elzem bir yakın tarih anlatısı olarak tebarüz ediyor. "Fondaki Türkiye'yi yakından tanıyor muyuz?" Kitabın sorusu bu olsun. Söz, son kez Aydemir'de o zaman: "Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu. Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi''