Gazze’nin acısı gündelik hayatlarımızı neden değiştirmiyor?

Gazze’nin acısı gündelik hayatlarımızı neden değiştirmiyor?
Gazze’nin acısı gündelik hayatlarımızı neden değiştirmiyor?

Gönüllü ablukalıcılık. Aklıma hemen Ashab-ı Kehf geliyor. Bir mağarada yüzlerce yıl uyutuluyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi çıkıyorlar dışarıya. Dünya değişmiş, savaşlar olmuş, bazı imkânsız sevdalar yaşanmış. Yoksulluk, kıyım, arzular, kinler ve intikamlar. Onlarsa sığınmışlar yalnızca. Gönüllü abluka: Sığınmak. Ve korunmuşlar.

İnsan, hayatını sığınarak geçirir. Anne, baba, eş, çocuk, kariyer, kabiliyet… Bazen de hisler. Mesela bazı insanlar tedirginliğin içinde yaşarlar. Bazıları çok düşünmemenin. Bazıları eğlencenin. Farkında olsak da olmasak da sığınır insan. Herkes bir “hâl mülteciliği” yaşar. Bazen eğlence duygusundan dışarı atılır, tedirginlik hissinde yaşarsınız. Çok sayıda konu ve malzeme vardır burada. Adı da dünya.

Modern dönemin spritüal inançları… Yani Yunus Emre’si olmayan şeyler. Spritüal inanç formlarında ilginçtir sığınmak yok. Onun yerine, özgür bir boşluk var. İlk başta rahatlatan ardından, anlamsıza kayan.

Türkçe yazıyoruz madem, yogadan bahsedecek değiliz. Müslüman bir insanın bile bugün Allah’a bir kuyuya düşmüş hissiyle sığınması yahut bir mağarada kalıyormuş hissiyle kendini güvende hissetmesinden rahatlıkla bahsedemiyoruz. Çaresiz olmak çok zor modern dünyada (hissetmek değil). Herkese sesimizi ulaştırabiliriz. Her an yardım isteyecek binlerce şey var. Buna rağmen yardım gelmez ya. Orası da başka. En büyük sorunlardan biri insanın Allah’a sığınma kabiliyetinin zayıflamış olması.

İstesek de beceremiyoruz. Ne tuhaf. Odanıza geçip, -o anki derdiniz her neyse- bana “Allah’tan başka kimseden yardım gelemez. O dilemedikçe olmaz.” Hissiyle kalamıyoruz. Telefon çalıyor. Arayan da evliya değil. Sonra karnımız acıkıyor yahut sigara içmeye çıkıyoruz. YouTube bir müzik öneriyor. Oyalanıyoruz. Bizden hiçbir ücret istemeyen şeylere karşı nankörüz.

Bir arabanın bizimle konuşacağına yapay zekayla inanıyoruz, ama karşıdaki arabayı alacak paranın bize Allah tarafından, Allah’ın dilediği şekilde geleceğine inanmıyoruz. İnanmasak da geliyor. Peşinden de bir dua: “Bizi kimseye muhtaç etme. Kendimize bile.”

Edebiyat eskisi gibi sarmıyor sanki artık. Hepimiz büyük bir mucizesizliğin içine tıkılmış gibiyiz. Edebiyat kesmiyor bizi. Eskiden küçük mucizesizlikler vardı. Çok istediğin ayakkabıyı alamamak, sınavdan kalmak vesaire gibi. Küçük mucizesizliklerden edebiyata kaçabiliyorduk. Şimdi büyük mucizesizliklerle baş etmeye çalışıyoruz. Üstelik sonu da yok. Edebiyat da kesmiyor artık.

Sosyal medya belki de acının Tanrı ile bizi buluşturan, sağaltan, ifade edemediklerimizi ifade ettiren tarafını budamıştır. Canım sıkılınca, dertlenince oraya yazıyoruz. Bir öteki insana. Dost bile değil üstelik. Bizden bir şey söyleme ihtiyacını alıyor ve bunu da paraya çeviriyor sosyal medya. Muhteşem.

O varken, o abi, o abla, o büyük yahut o dost… O varken artık rahat hissettiğimiz kimse yok. Kalbimiz mevcut olanın varlığıyla teskin olmuyor. Belki de bu da bir imtihandır. Türkiye de böyle değil mi? Hangi ülkenin yanında kendini huzurlu hissediyor?

Gazze’ye yapılan saldırıların kaçıncı günü bugün? Ölülerimizi ve günlerimizi saymayı bıraktık. Matematikten umudumuz da yok. Dertlenecek kapasitede de değiliz. Allah kapasitemizi artırsın. İnsanların gündelik yaşamları, bir başka konunun sağlamasını yapıyor. Bu ne demek? Gazze’ye çok üzülüyorsak mesela, şu an yaşadığımız gündelik hayatı yaşamıyor olmamız gerekirdi. Matemi, imanın ve kardeşliğin düzenlediği bir gündelik hayatımız olmalıydı. İşten çıkıp çay içmeye gidiyoruz. Hafta sonu yürüyüşleri, tarihi mekanlara gezmeye gidiyoruz, yeni çıkan kıyafeti alıyoruz. Gazze’yi hâlâ düşünüyor muyuz? Sanki herkes bir diğerine Gazze’yi düşündüğünü göstermek istiyor. En azından buğz edelim istiyoruz. Buğzmatik. Ya buğzun bir tık altındaysak?

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.