Geleceği hatırlamak için bazı alıştırmalar

Cennet vaadin olmasaydı bile ben yine sana ibadette kusur işlemeyecektim. Ve cehennem tehdidin de olmasaydı yine de asla sana isyan etmeyecektim.
Cennet vaadin olmasaydı bile ben yine sana ibadette kusur işlemeyecektim. Ve cehennem tehdidin de olmasaydı yine de asla sana isyan etmeyecektim.

Metafizik hatırlatma uyarıları sadece geriye dönük de değildir; ileriye dönük ve bizim için yine gayb olan gelecekle ilgili de yine hatırlamamız istenen bazı sahnelerden ve olaylardan söz edilir. Ölüm anında yaşayacaklarımıza, ölüm sonrası bizi bekleyen aşamalara, yeniden dirilişe, kıyamete ve sonrasına dair ısrarla "hatırla" vurgusu yapılır.

İnsanoğlu unutkandır, nisyan ile maluldür. Unutkanlığının bir görünür, maddi âleme değen boyutu vardır, bir de onu aşan, maveraya uzanan, büyük hikâyesine dokunan aşkın bir yönü vardır. Yani unutkanlığımızın bir fizik içinde olan ve kalan, bir de metafiziğe değen derin, yüksek bir karşılığı mevcuttur. Büyük hikâyesinden uzaklaşan insanın fizik âlemdeki varlığını unutması mukadderdir. Aksi de söylenebilir: Fizik âlemdeki varlığına bir anlam bulamayan insanın fiziğin ötesiyle ünsiyet kurması asla mümkün değildir. Bunlar birbirine geçkindir, ayrıştırılamaz. İnsanoğlu fiziki âlem ile temas kurdukça, yaratıcısını, var edenini unutur, bir müddet sonra eşya ve varlıklar onunla Rabbi arasında kalın bir perdeye dönüşür. Bu temas derinleştikçe, gafleti de koyulaşır. Giderek dünya ve mal-mülk sevgisi, şehvetler, evladu iyal, zevkler insanı teslim alır, gereğinden fazla oyalar ve zamanla da bu nimetleri kendisine bahşedeni unutturacak kadar onu O'ndan meşgul eder. Bundan dolayı rahman ve rahim olan Allah, kulunun daima ayık kalması için çeşitli vesileler yaratır.

Onu gafletten kurtarmak için bazen şiddetle sarsar, bazen de şefkatli bir tokatla uyandırmak ister. Yer yer de sitem eder, "Kerim olan rabbine karşı seni aldatan nedir" diye sorar. Kendine gelsin ve yaratıcısını hatırlasın ister çünkü... Hatta bir an bile unutmasın... Unutkanlıkla malûl olan insana Allah Teala'nın kendisini her vesileyle hatırlatması, hakikatte engin rahmetinin bir tecellisidir. Hastalık gibi musibetler, deprem gibi afetler, acılar ve sıkıntılar bu yönüyle O'nun (cc) kendisini kullarına hatırlatması ve mutlak güç ve irade sahibinin kim olduğunu onlara hâl diliyle söylemesidir. Sarsılsın, titresin ve düşünsün diye... Bununla beraber musibetler vesilesiyle insan, aslında Allah'ın kendisi üzerindeki nimetlerini de hatırlar ve şükretmek için ne çok nedenleri olduğunu da düşünmeye başlar. Çünkü yaşadığı sıkıntılardan önce sahip olduklarının değerini, ancak onların kaybında hatırlamaya başlamıştır.

Dahası onların mutlak sahibi olmadığını da onlardan mahrum kalarak fark etmiştir. Nihayetinde veren almıştır ondan; O'ndan gelen O'na dönmüştür. Bu incelikle meseleye bakan ârifler, her musibetin bir rahmeti mündemiç olduğunu, dahası musibetin nimetten ayrı mütalaa edilmemesi gerektiğini ifade etmişlerdir. "Her zorlukla beraber bir bolluğu" haber veren İlahi müjdeyi, -Allahualem- zahmetteki bu rahmete ve nimete bir işaret olarak da okumak mümkün. Burada hatırlamak bir yönüyle yaşanmış olanı yeniden canlandırmak, idrak etmek ve onu aktüel hâle getirip bir ibrete dönüştürmektir. İbret çünkü kendinden uzaklaşıp kendine bakmaktır. Müslümanlar, dinin bazı telmih ve göndermelerinden yola çıkarak, asırlar içerisinde çeşitli semboller ve gelenekler üzerinden kula Rabb'ini hatırlatmanın bazı pratiklerini geliştirmişler.

Mümkün olduğunca bu hatırlatıcıları çoğaltmaya ve onları hayatın içine, kalbine yerleştirmeye özen göstermişler. Günlük konuşma dilinden çeşitli ananelere kadar birçok yolla insanı ayık ve diri tutmanın imkânlarını geliştirmeye çalışmışlar. Mesela İslam mimarisi, estetik ve güzellik boyutunun yanında bir şiar/sembol olarak ardındaki inancı hatırlatan manevi ve aşkın bir boyuta da sahip. İslam'ın diğer sanat dallarının ve edebiyatının da böylesi bir hatırlatma endişesi barındırdığını kolaylıkla tespit edebiliyoruz. Mevlid geleneğinin, kandillerin, zikir ve sohbet halkalarının, menkıbelerin, kasidelerin ve hatta türkülerin de aynı şekilde birer hatırlatıcı ve uyarıcı olarak hayati işlevleri muhtevi olduğunu söylemek mümkün. Mesela gölgesi üzerimize düşen "üç aylar" da Allah'ı anmamız ve ona dönmemiz için bir imkânın ve rahmetin habercisidir aslında. İçinde barındırdıkları ile ayrı bir değere sahip olan bu mübarek mevsim, Rabb'imizi tekrar hatırlamamıza vesile olduğu için de ayrıca özel bir anlam zenginliğine sahip.

Bu ayların değerini ifade etmek için terğib babından bazı vurguların yoğun yapılması ibadete rağbeti artırdığı gibi, ertelenmemesi gereken tevbenin de kulun gündemine girmesine vesile olur mesela. Bu dönemlerdeki, özellikle ramazan ayındaki ibadetlerin diğer aylara nazaran daha değerli ve Allah indinde kabule şayan olduğunu belirten haberlerin varlığı, insanın sürekli ötelediği bazı iyiliklere ve ibadetlere de yönelmesini hızlandırabiliyor. Böylece ertelenen bazı ibadetler, bu teşvik ve terğibler vesilesiyle öncelikli bir değere kavuşuyor. İnsan, bu mübarek zamanlarda uhrevi olanı, manevi olanı bir kez daha fark etmeye, onunla yüz yüze gelmeye başlıyor. Bilvesile unuttuğu sonsuz merhamet sahibini hatırlıyor. Kulunun yolunu büyük bir iştiyakla bekleyen kerim Rabbini. Affetmek için kulundan küçücük bir kıpırdanış, bir yöneliş bekleyen rahim yaratıcısını. (Tabii şu nokta da önemli, bir cümleyle hatırlatalım: İslam âlimleri, kültürel ve folklorik olanı, dinin kutsal ve dokunulmaz olan temel kaidelerinden yani nasslardan özenle ve dikkatle ayırmışlardır. Tali ve mubah olanı dinin asli ibadetlerinden her zaman kati olarak ayırma hassasiyeti, İslam âlimlerinin daima büyük meselesi olmuştur. Bu ayrı ve uzun bir bahis olup erbabının malûmudur.)

İnsanın yaratıcısını hatırlaması, kendi hakikatini, varoluşunun anlamını idrak etmeye başlamasını da beraberinde getirir. Çünkü Yaradan'ını unutarak insan, o büyük davayı; varlığının anlamını da ıskalamış olur. Bir boşluğa, hiçliğe düşer peşi sıra. Giderek bu anlam krizi bir bunalıma, içinden çıkılamaz derin buhranlara sevk eder onu. Allah'ı anmak ise ona, bir tarafıyla da ne olduğunu, nereye gittiğini tefekkür etmenin kapılarını da aralar. Bu hatırlayış bir umut, bir muştu olur ve onu anlamsızlık derekesinden çıkarıp eşref-i mahlûkat ve zübde-i âlem olma derecesine yükseltir. Hiçlik ve anlamsızlık karabasanından sonra ona biricikliğini, yüksek değerini geri verir. Bir iade-i itibar yani. Bu böyledir; insanın Rabb'ini unutması onu, kendisini de unutma ve varlığına bir anlam verememe krizine de sürükler ki ancak bir yaratıcı fikriyle insan kendisine ve varlığına sahici bir anlam bulur. Başka türlü mümkün değil olan biteni anlamak. Başlangıcını belirleyemediği, sonuna karar veremediği bu dünya devasa bir boşluk, bir tesadüfler silsilesi, bir kaos ve kargaşa yerine dönüşür o vakit.

Oysa bilinci var; tefekkür edebiliyor, gördüklerinin ötesine uzanmak istiyor ruhu. Maddenin sınırları ruhuna azap veriyor; mütemadiyen ötesini, daha ötesini istiyor. Bunu istiyor ama fiziğin sınırları her seferinde suratına çarpıyor. Anlamsızlık kadar insanı huzursuz eden, onu krizlere iten başka bir şey olamaz. Hele yok olma fikri, insanın yaşadığı derin krizin en başlıca sebebidir belki de. Camus mu demişti, yoksa Unamuno mu, "Yok olmaktansa ebediyyen cehennemde yanmaya razıyım." diye. Zira yokluk korkunç bir şey. Karanlık ve çıldırtıcı. Hiçlik fikri insanı cinnete götürür. Rabbini hatırlayan insan ise, varlığına büyük kaderin içinde anlamlı ve değerli bir yer bulur. Teslim olur ardından ve ancak bu şekilde huzur ve sükûn bulur. Zira durur bir yerden sonra, durması gerektiğini anlar. Aklının, o büyük yanılgısının her şeyin üstesinden gelemeyeceğini fark eder. Mutlak gerçek olan ile yüzleşir. Şunun ile: İdrak etmek kapsamaktır, kuşatmaktır, sınırlamaktır. Bir mahlûk olan akıldan, nasıl olur da tam anlamıyla Halık'ını tanımasını, anlamasını bekleyebiliriz ki.

Yani akıldan O'nu kapsamasını, kuşatmasını, sınırlamasını beklemekle, ona ne büyük bir yük yüklediğini, onu nasıl bir yokuşa sürdüğünü anlamaya başlar. Hâkim Tirmizi'nin o güzel ifadesiyle "akıl, rububiyeti idrak için değil ubudiyeti ifa için verilmiştir" insana. Bunu kavrar. Bununla yüz yüze geldikten sonra artık ubudiyet üzerinden rububiyete doğru yol almaya çalışır.

*

Hatırlamanın bir de fiziği aşan bir boyutu var. Onu Rabb'imizin kelamından öğreniyoruz. (Burada Allah'ın, Resul-i Ekrem'i müzekkir/hatırlatıcı olarak tavsif ettiğini de hatırlayalım: "Hatırlat ki, sen sadece bir hatırlatıcısın.") Çok çarpıcıdır ki Kur'an-ı Kerim'in birçok ayeti "Hatırla ki, an ki..." diye başlar. "Hatırla ki meleklere, Âdem'e secde edin, dedik." İbrahim'i, İsmail'i, Davud'u, Eyyüb'ü, Süleyman'ı (Allah'ın selamı üzerlerine olsun.) anmamız istenir. Keza, İsrailoğullarının, Ad ve Semud kavminin başına gelenleri hatırlamamız emredilir. Bunlar gibi, Allah'ın işaret ettiği ve insana anmasını emrettiği meselelerin hiçbirisiyle bu fizik âlemde karşılaşmış değiliz aslında. Ne Âdem'e secde emri verilirken oradaydık ne İsraoğullarının başına gelenleri gördük ne Allah'ın Hazret-i Meryem'e ve oğlu İsa'ya hitaplarına şahit olduk ne Hazret-i İbrahim'in başından geçenlere. Diğer anlatılan peygamberlerin de hayatlarını şehadet âleminin duyularıyla biz görmedik, duymadık hakikatte.

Mesela, hatırlamamız istenen en çarpıcı sahnelerden birisi ruhlar âleminde verdiğimiz o misaktır. "Elest bezmi" yani. Orada, "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" sorusuna, hep birlikte "evet, sen bizim Rabb'imizsin." cevabını verdiğimizi, dolayısıyla bunu hatırlayıp sözümüze sadık kalmamızı istiyor Rabb'imiz. Kaldı ki bu metafizik hatırlatma uyarıları sadece geriye dönük de değildir; ileriye dönük ve bizim için yine gayb olan gelecekle ilgili de yine hatırlamamız istenen bazı sahnelerden ve olaylardan söz edilir. Ölüm anında yaşayacaklarımıza, ölüm sonrası bizi bekleyen aşamalara, yeniden dirilişe, kıyamete ve sonrasına dair ısrarla "hatırla" vurgusu yapılır. Bunu sadece etimolojik veya semantik açıklamalarla izah etmeye çalışan düşünürler, akli bazı yorumlarla bunu fiziğin içinde tutmaya/anlamaya çabalayan âlimler de var elbette ama mesele ondan öte ve derindir şüphesiz. Bu hatırlatma kalıplarının bir kısmının haber babından olması da meseleyi anlamamıza yetmiyor.

Hakikat şu ki Rabb'imiz, bir yerlerde, adını ve yerini hatırlayamadığımız bir mekânsızlıkta varlığın büyük hikâyesine bizi de şahit tutmuş, şimdi de bizden onu hatırlamamızı istiyor. Arifler, çarpıcı bir biçimde Rabb'imizin, sanki bildiğimiz ama bir şekilde unuttuğumuz meselelermiş gibi, bu olayları anmamızı emretmesini başka, çok başka açılardan ele alıp bir nevi "hatırlamanın metafiziği"ni geliştirmişlerdir. Orası da bir ummandır, boyumuzu aşar zaten. Buradaki hatırlamak bir yönüyle özüne, ruhuna, kalbine dönmeye çağrıdır. Zamanla üzeri küllendiği için insanın uzak kaldığı, unuttuğu o büyük ve derin hafızaya yani fıtrata dönme çağrısıdır. Maveraya, ötenin de ötesine... Rabb'imizin, bir zamansızlığın içinden insana, geçmiş ve gelecek bütün her şeyi hatırlamasını isteyerek fıtrata dönme çağrı yapması sonsuz denilebilecek imkânlar da açar önüne. Fıtratın saflaştıkça, arındıkça önüne açılacak büyük kapıların imkânına, merhametin sonsuzluğuna bir işarettir bu.

Öteki türlü, bize göre sadece zatının şahit olduğu olayları bizden hatırlamamızı istemesi, üstesinden gelinemez bir teklife dönüşür. Bu açıdan bakıldığında hatırlamanın perspektifi genişler ve apayrı bir boyut kazanır. İnsan fıtratına, özüne döndükçe, üzerine yaratılmış olduğu safiyete yaklaştıkça fizik âleminin ötesinde bambaşka kapıların kendisine açılacağının müjdesine dönüşür adeta. Burada hatırlamak fiili de sadece aklın veya sadece kalbin bir eylemi olmaktan çıkar, onlarla birlikte onları da aşan bir boyuta, fıtratın bir ameliyesine dönüşür. Sözün başına dönersek: İnsan unutur, Rabbi ona kendisini her vesileyle hatırlatır. Bu hatırlatış bir rahmettir, görebilenler için, ki aslında gönül ehli için kâinattaki her şey Allah'tan haber verir. Varlığın her parçası, var edenini gösteren bir hatırlatıcıdır onlar için. Güneşin doğuşundan, rüzgârın esmesine, kuşun cıvıltısından, yaprakların hışırdamasına, yağmurun yağmasına, gece ve gündüzün birbirini takip etmesine, yıldızlara, mevsimlere kadar her şey ve her şey onlara O'nu hatırlatıyor.

Varlığın her bir zerresi, ne kadar tekrarlarsa tekrarlasın Allah'ın kâinata koyduğu her bir kanun, onlardaki ibreti artırır. Onlar, alışkanlık ve âşinalıkla mübtela olan bizlerin aksine, varlıkla ve eşyayla ünsiyet hâlinde yaşarlar. Dikkatleri hiçbir zaman dağılmaz, eşyanın görünen yüzü onları gerçek fail ve sani' olandan alıkoymaz. Bu yüzden onlar bir an bile O'ndan (cc) gafil olmazlar. Baktıkları her yere ve her şeye ibret nazarıyla bakar, varlığı bitmeyen bir hayret ve hayranlıkla temaşa ederler. Fizik içinde hayranlıklarını yitirmedikleri için fizikötesi kapıları da onlara açılır. Varlıkla kurdukları ünsiyet üzerinden ötelere uzanırlar. Çünkü eşyanın üzerindeki perde kalkmıştır onlar için, hakikati ile yüz yüze gelmişlerdir. Onların ayrıca bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaçları kalmamıştır. Onların -Allahuâlem- terğib ve terhibe ihtiyaçlarının olmayışı bundan belki de. Değil mi ki o erlerden birisi şöyle demiştir: "Cennet vaadin olmasaydı bile ben yine sana ibadette kusur işlemeyecektim. Ve cehennem tehdidin de olmasaydı yine de asla sana isyan etmeyecektim." Burası ayrı bir makam, ayrı bir âlem. Biz orası hakkında yalnızca duyumlarımızı aktarabiliyoruz. Zevk etmek, tecrübe etmek, tatmak da nasip olur inşallah.