Gerçeğin çağrısı

Kâbuslar gerçeğe doğru çırpınan bir umudu saklı tutar.
Kâbuslar gerçeğe doğru çırpınan bir umudu saklı tutar.

Modern metafizik vehmin çelişik yargılarını muhakeme etme kabiliyetini temsil eden aklı, vehmin egemenliği altına sokar. Dahası vehmi sınama yönündeki her aklî teşebbüsü “sınırı aşma” olarak yorumlar ve aşma çabalarının sadece hayali dünyalar yarattığını iddia eder. Bir başka deyişle vehim, duyusal idrakin hayale sunduğu veriler üzerinde yegâne hüküm verici olarak öne çıkar ve kendisini vehim değil akıl olarak takdim eder. Bunu sınayacak gerçek aklî idrak ise eski dünyanın mitoloji, efsane ve kurmaca üretme makinası olarak etiketlenir.

Bir kâbusu yaşıyoruz.

Kâbuslar, idrak melekelerimizin parçalanmasıyla ortaya çıkar. Eşyayı bütünlük içerisinde kavramamızı sağlayan idrak melekelerinin kendi iç bütünlüğünü yitirmesi, gerçeklik algımızda çarpılmaya neden olur. Bu yönüyle kâbus, hayalin sunduklarına vehmin efendilik ederek aklın tahtını yerinden etmesidir. Bir kâbus esnasında bizi tedirgin eden şey de vehimle gerçeklik arasındaki bu savaşın ortasında kalmamız ve çarpıklığı izale edecek idrak melekesinin hakimiyeti kaybettiğini hissetmemizdir. Her ne kadar hakimiyetini yitirmiş olsa da bu meleke tümüyle ortadan kalkmaz, sadece o esnada bilfiilliğini yitirerek birazdan sahneye çıkma imkânını daima koruyacak şekilde bilkuvve duruma geçer.

Hayal bizi denizde yüzdürebilir, fakat denizi sonsuzlaştırarak tüm kulaç atmalarımıza rağmen onu aşılmaz hâle getiren vehimdir.

Bu nedenle biz de onun hükmünü bilkuvve olarak idrak eder, ancak bu hükmü vehmin yarattığı dünyayı ilga ederek bizi gerçekliğe taşıyacak şekilde faal kılamayız. Onu bilfiil hâle getirmek için çaba sarf eder; yoksunluğu nedeniyle tedirginlik ve korku içinde kalırız, ancak akıl hükmünü icra edemediği için idrakimiz bir yandan vehmin karanlığında debelenip dururken diğer yandan gerçeğe dönebilmek için kan ter içinde kıvranır. Hayal bizi denizde yüzdürebilir, fakat denizi sonsuzlaştırarak tüm kulaç atmalarımıza rağmen onu aşılmaz hâle getiren vehimdir. Diğer taraftan şunu da hatırda tutmakta fayda var: Kâbus şartlarını yaratan vehim olsa da bu olmazı fark ettiği anda kıyıya doğru çırpınan ve her şeye rağmen tüm varlığıyla ona direnerek uyanmak isteyen, bir başka deyişle bu olmazı kâbus olarak idrak etmemizi sağlayan şey akıldır.

Hayır, bir kâbusu yaşamıyoruz.

Kâbuslar gerçeğe doğru çırpınan bir umudu saklı tutar. Kâbusların kendisini gerçeğin yerine ikâme ettiği ve gerçeği hülya diye gözden düşürdüğü bir kandırmacayı tecrübe ediyoruz. Burada umuda, burada kurtuluşa, burada çırpınmaya yer yoktur… Bütün bunlar ne anlama geliyor? Modern metafizik, duyusal idrakin doğrudan ya da dolaylı yollarla idrakimize sunduğu fiziksel gerçekliğin vehim tarafından mutlaklaştırılmasını ifade eder. Buna göre içine doğduğumuz duyulur dünya, kendisini aşan hiçbir şeye işaret etmez. Vehim bu dünyayı yargı konusu olarak alır ve gerçekliğin bu konuda tüketildiğini söyler. Bunun anlamı şudur: Bu dünyanın sınırı, gerçekliğin sınırıdır; “burası” nihai gerçekliği ifade eder. Tam da burada durup düşünmemizi gerektiren bir şey vardır: Esasen sınırlı fiziksel gerçekliğe özünden bağlı olan vehmî idrak, bu gerçekliğin sınırı hakkında hüküm vermeye salahiyetli değildir.

Vehmin yanlış da olsa metafizik yargılarda bulunmaya girişmesi tam da insanın metafizik idrak kabiliyetine sahip olmasından kaynaklanır.
Vehmin yanlış da olsa metafizik yargılarda bulunmaya girişmesi tam da insanın metafizik idrak kabiliyetine sahip olmasından kaynaklanır.

Onun fiziksel gerçekliğin nihai olduğu, yani öncesinin ve sonrasının bulunmadığı veya onu ayakta tutan başka bir ilkenin mevcut olmadığı şeklindeki hükmü, bir denizin hiçbir zaman dışına çıkmamış ve çıkma imkânı da olmayan bir balığın, denizdeki varoluşundan başka bir gerçekliğin bulunmadığını iddia etmesine benzer. Bu balık için rasyonel olabilir, ama doğru değildir. Yine de bu benzetme zihnimizi yanıltmasın; vehmi bu şekilde açıklamak onun ne olduğunu anlatma yönünde belki bir kolaylık sağlayabilir, ama vehmin gerçek özü tam da balıkla ilgili örneğe hiçbir zaman uymayan cihetinde yatar: Bir balık hiçbir zaman içinde bulunduğu denizle ilgili “nihailik” hükmü veremez, ama vehim bunu yapabilir. Vehim bunu yapabilir; çünkü o, çevresiyle mesafesiz ve kapalı bir ilişki içerisinde var olan, dolayısıyla soyutlamalar yaparak çevresinden bağımsız bir şekilde kendisini, çevresini ve onunla ilişkisini kavrama imkânına sahip olmayan balığın aksine, çevresiyle mesafeli ve açık bir ilişkiye sahip olan, dolayısıyla soyutlamalar yaparak çevresinden bağımsız bir şekilde kendisini, çevresini ve çevresiyle ilişkisini kavrama kabiliyetine sahip olan insani bütüne ait bir idrak gücüdür.

  • Bir başka deyişle, vehim gibi fiziksel gerçekliğin sınırlarına özünden bağlı bir varlığın fiziksel gerçekliği aşan bir yargıya cesaret etmesi, tersinden, insani bütünün fiziksel olanın ötesini keşfetme kabiliyetiyle ilgilidir. Daha açık bir ifadeyle, vehmin yanlış da olsa metafizik yargılarda bulunmaya girişmesi tam da insanın metafizik idrak kabiliyetine sahip olmasından kaynaklanır.

Vehmet ait sözde metafizik yargıların sorunu şudur: Vehim hayalin duyulardan alarak akla taşıdığı malzeme üzerinde aklın yerine tasarrufta bulunur; ancak aklın aksine o, duyulara bağlı verilerin üstüne çıkma kabiliyetine hiçbir zaman sahip değildir. Duyulur varlıklar ve durumlarla ilgili, yine onlara taalluk edecek seviyede yapabildiği soyutlamalar dolayısıyla duyulur yapıları ilk bakışta keşfedilmesi zor düzenli ölçüler ve art ardalıklar açısından idrak etme noktasında faydalı olsa bile, duyulur varlıklar hakkında duyulur olmayan hükümler vermeye başladığında vehim kendi sınırını aşmış olur.

Sınırı aştığını şuradan biliriz: Ancak onlara bağlı olarak çalışabildiği duyulur durumlar, yapıları gereği, onları tümüyle aşacak bir hükme izin vermez. Buna rağmen vehim duyulur olmayan hüküm kategorilerini kullanma hususunda ısrarcı olduğunda, malzemesi duyulurlarla sınırlı olduğu için duyulur olmayan hükümleri duyulurlar lehinde ve o sınır içinde kullanmaya başlar. Böyle yaptığında vehmin hükümleri giderek iç çelişkilerle sonuçlanır: Sonsuz olan sonlu, sınırsız olan sınırlı, özerk olan bağımlı, yeterli olan yetersiz, tam olan eksik gibi. Modern metafizik vehmin çelişik yargılarını muhakeme etme kabiliyetini temsil eden aklı, vehmin egemenliği altına sokar. Dahası vehmi sınama yönündeki her aklî teşebbüsü “sınırı aşma” olarak yorumlar ve aşma çabalarının sadece hayali dünyalar yarattığını iddia eder. Bir başka deyişle vehim, duyusal idrakin hayale sunduğu veriler üzerinde yegâne hüküm verici olarak öne çıkar ve kendisini vehim değil akıl olarak takdim eder.

Kâbusların kendisini gerçeğin yerine ikame ettiği ve gerçeği hülya diye gözden düşürdüğü bir kandırmacayı tecrübe ediyoruz. Burada umuda, burada kurtuluşa, burada çırpınmaya yer yoktur...

Bunu sınayacak gerçek aklî idrak ise eski dünyanın mitoloji, efsane ve kurmaca üretme makinası olarak etiketlenir. Bir kâbustan daha beter olan şey, uyanmanızın imkansız olduğu bir kâbusa hapsedilmiş olmanızdır. Aslında böylece bu durum kâbus olmaktan çıkar. Gördüğünüzün aksini tahayyül bile etmezsiniz. Bu ortamda, Peter Weir’in meşhur filmi Truman Show’un (1998) kahramanı için her şey ne kadar normalse, sizin için de o kadar normal görünür. Görüntü ve kurmaca gerçeğin, zan hakikatin, yalan doğrunun ve tutsaklık özgürlüğün yerine geçer.

Gerçeğin sesini duymanın hiç mi yolu yok?!

Esasen etrafımızı çevreleyen mevcutlar çokluğuna şöyle bir bakış, bize duyularımızla algıladığımız şeylerden başkasını göstermez. Duyularımıza yardımcı olan gözlem araçları da yine duyularımız içerisinde görünür hâle gelen mevcutları gösterir. Ufku gören bir tepeden etrafa baktığınızı hayal edin. İdrak aynanıza yansıyanlar şu ardıç ağacı, şu otlar, şu kırağı, şu bulutlar, şu rüzgar, şu dağlar, şu karıncalar ve akıp duran şu çaydan başka bir şey olmayacaktır. İdrak aynasına yansıyan şey gerçeklik veya varlık değil, şu şeyler ve var olanlardır. Bu ayna ne kadar parlak olursa olsun, varlığı veya gerçekliğin kendisini hiçbir zaman şu var olanı gösterdiği gibi göstermez. Karşımızda duran manzaraya biraz daha dikkatli baktığımızda, bu tikel mevcutlar arasında birlik ve benzerlik yönleri keşfetmeye başlarız. Sırtımızı yasladığımız ardıç ile hemen ilerideki ahlat arasındaki benzerliği keşfetmek kolaydır, bu benzerlik dolayısıyla ikisine de ağaç deriz.

Sözgelimi insanı insan olarak keşfetmemiz, onu bir yönüyle diğer canlılardan ayırt edebilmemiz sayesinde gerçekleşir.
Sözgelimi insanı insan olarak keşfetmemiz, onu bir yönüyle diğer canlılardan ayırt edebilmemiz sayesinde gerçekleşir.

Her ikisinde de onlara ağaç dememizi sağlayacak bir şey bulunur ve bunu barındıran her şey ağaçlık özelliğini sergiler. Aynı dikkatli bakış diğer şeyler arasında da birlik yönleri keşfeder ve bakışımız derinleştikçe ağaçlarla dağları, dağlarla karıncaları, karıncalarla suları, sularla bulutları birleştiren özellikleri kavramaya başlarız. Birlik yönlerine ilişkin kavrayışımız giderek tüm var olanların ortak olduğu temel özelliklere doğru ilerlediğinde, artık tikeller çokluğuna indirgenmesi mümkün olmayan varlık ve gerçeklik anlamına yaklaşırız. Bununla birlikte varlık anlamını idrakle ilgili şöyle bir sorun vardır: Dıştaki tikeller gibi idrak aynasına doğrudan yansımasalar bile, bu tikeller arasındaki benzerlik ve farklılık yönlerine ilişkin ikinci bir idrak aracılığıyla bitki, canlı, insan gibi tümelleri keşfedebiliriz. Onları düşünebilmemiz, birlik yönlerini keşfetmenin ötesinde, aynı zamanda diğer şeylerden onları ayırabilmemizle mümkündür.

Sözgelimi insanı insan olarak keşfetmemiz, onu bir yönüyle diğer canlılardan ayırt edebilmemiz sayesinde gerçekleşir. Bununla birlikte varlık, var olanlar arasındaki nihai birlik cihetini teşkil etse bile onun dışında kalan bir şey bulunmadığı için kolaylıkla ayırt edilebilir bir nitelik taşımaz. Bu nedenle var olanları gösteren en parlak aynada bile gizlenir, görünmez olur. Daha açık bir ifadeyle; onu görünmez hale getiren şey, her şeyin onun içinde yüzmesi ve onun her şeye nüfuz etmesidir. Bu seviyede durumumuz “Ol mâhîler ki deryâ içredirler deryâyı bilmezler.” beyitindeki balıklara benzer hâle gelir. Hâl böyle olunca, varlık hakkında konuşma çabası olarak ontoloji en parlak aynada bile görünmeyen bir anlamı keşif çabasına dönüşür.

  • Varlık anlamını keşfetme çabasının ilk adımı, onu aksiyle idrak etmeye yönelen sezgisel bir kavrayış tarafından öncelenir. Yokluğa ilişkin bu sezgisel duyuş, insandaki “terk” kabiliyetiyle mümkün hâle gelir. Önceki yazılarımız boyunca vurgulayageldiğimiz “mesafe duygusu” da esasen “terk”in bir diğer ifadesidir.

Terk kabiliyeti aracılığıyla şeyleri ne iseler o olarak kavrama imkânı elde eder, onları aklî idrakin konusu hâline getiririz. Bu sayede insan sadece çevresini değil, kendisini bile “terk”in konusu hâline getirerek kendisi üzerine düşünebilir. Bu kabiliyetin her türlü görüntüsü metafiziksel idrakin bir yansıması, kabiliyetin kendisi ise var olanları kaim kılan nihai anlamı keşfetmenin zeminidir. Bu zemine bağlı olarak, içinde yüzdüğümüz denizin dışına, yani yokluğa yönelik bir sezgiye ulaşabilir ve varlığı İbn Arabî’nin deyimiyle “yokluğun yokluğu” olarak kavrarız.

Terk kabiliyeti aracılığıyla şeyleri ne iseler o olarak kavrama imkânı elde eder, onları aklî idrakin konusu hâline getiririz.

Bu sayede insan giderek varlığın aynası hâline gelmeye başlar ve onu hiçbir aynada görünmeyen varlık anlamı için bir mazhar-ı tâmma dönüştürecek sürecin ilk adımını atar. Varlık anlamına ilişkin sezgisel idrakin aklî idrake dönüştürülmesi, eşyaya yönelen vehmî idraki aşacak bir akletme çabasıyla mümkün hâle gelir. Akıl eşyaya baktığında, onlara şu ya da bu şey olmaları bakımından değil, varlık olmaları bakımından ait olan özellikler keşfeder. Bunlar birlik ve bilfiillik gibi durumlardır. Var olan her şey birlik sahibidir, bilfiildir, bir şeye etki eder ya da bir şeyden etkilenir.

Bunlar bir şeye o şey olması bakımından değil, varlık olması bakımından ait olan durumlardır. Bu anlamları keşfedince, bunların var olanları kuşatan ve onları kaim kılan, ama onlardan herhangi biri tarafından tüketilmesi mümkün olmayan bir ilkenin görüntüleri olduğunu fark ederiz. Gerçeğin sesi, bu ilke sayesinde ayakta duran şeyler içinde durmaksızın çınlamaya devam eder. Vehmin bu ilke sayesinde var olan şeylere kendi başınalık ve nihailik atfetmesi, ne gerçeği ne de gerçeğe açık kulakları ortadan kaldırır. O, sadece kulakları kapatır ve insanı kafasında dolaşıp duran seslerle yalnız bırakır.

Vehmin karşısında varlık, çalıp duran ama hiç ses çıkarmayan bir orkestraya dönüşür; sesler kafamızın içinde tamamlanır ve vehim tarafından görüntüye giydirilir. Oysa kafamızın içinde bile olsa sesin varlığı, bir çift kulağın ve bir çift kulak, duyulacak gerçek seslerin işaretidir. Kâbusu fark etmek için kulaklarımızı yoklamak ve uyanmak için onları açmak gerekir…