Gerçek gazetecilerin “biz”i insaniliktir!

Gerçek gazetecilerin “biz”i insaniliktir!
Gerçek gazetecilerin “biz”i insaniliktir!

Gazze’de yaşanan soykırımda da gördük ki ana akım medyanın dışında kalan, bilhassa interneti aktif kullanan, tüm kesinti ve engellemelere rağmen insanların vicdanına seslenmekten ve doğru olanı aktarmaktan vazgeçmeyen çok sayıda cesur gazeteci var.

Hayvan Çiftliği’ne yazdığı yayınlanmamış sunuşunda Orwell, özgür toplumlarda sansürün diktatörlüklerden çok daha karmaşık ve kusursuz olduğunu tarif eder ve şöyle der: “Hoşa gitmeyen fikirler, resmi yasaklara gerek kalmadan susturulabilir ve huzursuz edici gerçekler gizlenebilir.” Orwell’ın bu satırlarının üzerinden yarım yüzyıldan fazla geçti ve özgür toplumlardaki sansür, gelişen medya teknolojileriyle artık daha da belirgin bir hâl aldı. Öyle çok eski tarihlere gitmeden, bir zamanlar Orwell’ın da çalıştığı BBC’nin 7 Ekim’den itibaren Gazze olaylarındaki “özgür tutumuna” bakalım. Kurumlarının soykırım karşısındaki duruşuna dayanamayan sekiz muhabiri; “BBC’yi İsrail yanlısı olmak ve yayınlarında Filistinli sivillere yeterince yer vermemekle” suçlayan bir eleştiri mektubu yazıp, yayınlaması için Al Jazeera’ya gönderdi. Mektupta aynı zamanda BBC’nin Rusya'nın Ukrayna’da savaş suçlarına ilişkin haberlerinde sergilediği gözü kara tutumu, Gazze için sergilemekten kaçındığı ve haber dilinde “katliam, vahşet” gibi kelimeleri sadece Hamas için kullandığı da yazılı…

Elbette medya kuruluşları hiçbir zaman tarafsız değildir. Yazdıkları haberlerin görünmez sınırları, o haberleri yazarken kullanmayı tercih ettikleri bir dilleri vardır. John Pilger 2004’te derlediği Bana Yalan Söyleme kitabında şöyle der: “Koskoca toplumların kaderi, ‘bize’ (Batı gücü için sık sık bu terim kullanılır) getireceği faydaya göre, olanca narsisizmi, iki yüzlü dili ve aleni kesip atmalarıyla haberleştiriliyor: Haberlerin iyi ve kötü teröristleri, değerli ve değersiz kurbanları oluyor.”

O gün bugündür ana akım medyada hiçbir şeyin değişmediğine yakın tarihten bir örnekle devam edelim: Dünyanın bazı önde gelen televizyon yayıncılarının Irak işgaline dair verdiği haberleri analiz eden medya enstitüsü Media Tenor; BBC’nin, ABD kanalları da dahil, bütün kurumlar arasında savaş karşıtlarına en az yer vereni olduğunu saptar. Britanya kamuoyunun çoğunluğunun görüşlerini yansıtan savaş karşıtı gösteriler, BBC haberleri içinde sadece yüzde 2’lik bir oran teşkil eder. BBC politika editörü Britanya başbakanlık konutunun dışından yaptığı bir sunumda, seyircilere, Başbakan Tony Blair’ın “Bağdat’ı kan banyosuna yol açmadan alabileceklerini, iş bittikten sonra Iraklıların kutlamalar yapacağını” söylediğini zafer konuşması gibi aktarır. Savaşın ardından yapılan araştırmalar yaşananları sayılarla anlatmayı sevmesem de 120 binin üzerinde sivilin öldüğünü kanıtlıyor. Ve maalesef bu bir kan banyosu sayılmıyor. Tam da bu noktada John Pilger’ın sesiyle itiraz edelim: “11 Eylül 2001’de New York’ta 3 bin insanın katledilmesiyle ilgili aynısı söylenebilir miydi? Diğer gazetecilerden gelen onurlu istisnaları farklı kılan şey, her şeyin ötesinde, nerede olursa olsun, insanların hayatına eşit değer vermeleridir. Gazetecilerin ‘biz’i insanlıktır!”

Pilger’ın son günlerde elimden düşürmediğim kitabı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana araştırmacı gazeteciliğin yüz akı olan “gerçek gazetecileri” anlatıyor. Pilger’a göre artık dünyada iki büyük güç var: Birincisi Washington’la simgelenen askeri plütokrasinin gücü, ikincisi ise bütün dünyaya yayılan kamuoyunun gücü. Ve yine Pilger’a göre gerçek gazeteciler ikinci kitleye hitap ederler. Gazze’de yaşanan soykırımda da gördük ki ana akım medyanın dışında kalan, bilhassa interneti aktif kullanan, tüm kesinti ve engellemelere rağmen insanların vicdanına seslenmekten ve doğru olanı aktarmaktan vazgeçmeyen çok sayıda cesur gazeteci var. Bunların başında elbette ateş altından yayın yapan kahraman gazeteciler geliyor: Motaz Azaiza, Plestia Alaqad, Belal Khaled, Wael al Dahdouh, Heba Akkila, Yara Eid… Ve sayamadıklarım… Ve İsrail’in aileleriyle birlikte hedef aldıkları…

Pilger’ın kitabında da karşıma çıkan işgal altındaki Filistin’in en cesur muhabiri ile, İsrailli Gazeteci Amira Haas ile devam etmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde bağımsız bir kuruluş olan Democracy Now’da yine bağımsız bir gazetecinin Amy Goodman’ın yayınına katıldı. Ve yıllardır Haaretz Gazetesi’ndeki sayfasından anlattığı şeyleri yeniden, yüksek sesle, bıkmadan, usanmadan tekrar etti: “Gazze’de Filistinlilere yönelik devlet şiddeti 7 Ekim’de başlamadı. Yıllardır var olan bürokratik kötülük, bürokratik şiddet, katman katman birikiyor. Herkesi, her Filistinliyi boğuyor.” Filistinlilerin susturulduğunu, onların duygularına devletlerin ve ana akım medyanın saygı göstermediğini ekledi: “Az önce Boston'daydım ve her türlü resmî açıklamada ‘Filistinli’ kelimesinin kullanılmasına bile izin verilmediğini söyleyebilirim.” Olaylar tam da Amira’nın söylediği gibi gelişiyor. Bu satırları yazarken 7 Ekim’den beri nasıl konuştuğuna hayret ettiğim Elon Mask’ın İsrail’in -susturulmak için çağrıldığı- ısrarlı davetine icabet ettiği haberini gördüm.

Holokosttan kurtulan bir ailenin çocuğu ve Nazi Almanya’sı tarafından öldürülen ataların torunu olan Amira bir Yahudi olarak tüm dünya tarafından dışlanmayı çok iyi bildiğini ve dünyanın Filistinlilere gösterdiği bu kayıtsızlığı, Filistinlilerin çilesini en iyi kendisinin anladığını ve onlarla kendini özdeşleştirdiğini söylüyor. Bu öyle sıradan bir özdeşleştirme de değil. Amira, 1993’te daha önce hiçbir İsrailli gazetecinin yapmadığını yapmış, Gazze şeridinde yaşamaya ve Gazze halkını içeriden haber yapmaya başlamıştı. Amira’nın siyasal ve tarih anlayışına göre Gazze tümüyle İsrail’in yarattığı bir dünyaydı ve orayı en son ayrıntısına kadar anlamak istiyordu. Çünkü Gazze, İsrail-Filistin çatışmasının bütün hikâyesini temsil etmekteydi. İsrail devletinin ana çelişkisi olan “bazıları için demokrasi, bazıları için yurdundan kovulma” burada ortaya çıkmaktaydı. Amira Hass da burada ortaya çıkanları, tüm tanıklıklarını açık bir dille ve korkusuzca Drinking the Sea at Gaza: Days and Nights in a Land Under Siege kitabıyla dünyaya duyurdu.

Ramallah’ta yaşayan Amira olanları anlatmaktan değil, asıl bir tarafta seyirci olarak durmaktan korktuğunu söylüyor. Annesi Hannah’nın 1944’ün bir yaz günü hayvan vagonundan çıkartılıp Bergen-Belsen toplama kampına yürütülmesini hatırlatıp, olanlar karşısında asla susup iğrençleşmeyeceğini bu hikâyeyle vurguluyor: “Annem ve diğer kadınlar on gündür Yugoslavya’dan kalkan trendeydiler. Hastaydılar ve bazıları ölüyordu. Sonra Annem bazı Alman kadınların tutsaklara baktıklarını gördü. Öylece bakıyorlardı. Bu görüntü benim yetişmemde çok yapıcı oldu, bu iğrenç kenardan bakış. Sanki ben oradaymışım ve kendim görmüşüm gibi!”