Gerçek sinema

Para ile tuttuğu bir faytonun arkasına filmin afişini asıp, elinde megafonla sürücünün yanında oturur ve şehrin bütün sokaklarını dolaşarak yeni filminin geldiğini anons ederdi.
Para ile tuttuğu bir faytonun arkasına filmin afişini asıp, elinde megafonla sürücünün yanında oturur ve şehrin bütün sokaklarını dolaşarak yeni filminin geldiğini anons ederdi.

Sinemanın herhangi bir adı yoktu. Orası İsmihan Emi’nin sinemasıydı işte. En çok Tarzan filmini oynatırdı. Filmi diyorum çünkü sinemasında yalnızca bir Tarzan filmi vardı biz de ona giderdik güle oynaya. Para ile tuttuğu bir faytonun arkasına filmin afişini asıp, elinde megafonla sürücünün yanında oturur ve şehrin bütün sokaklarını dolaşarak yeni filminin geldiğini anons ederdi. Oysa biz zaten bilirdik “vizyondaki filmi”…

Vatanınızdan ayrıldığınızda hiçbir şeyden emin olamazsınız; ne yolculuğun ne kadar meşakkatli olacağından, ne “gelecek güzel günler” den ne de yol aldığınız yeni ülkenin sizi nasıl karşılayacağından. Bir şeyden emin olursunuz, ama gittiğiniz ülkede ne kadar mutlu olursanız olun vatanınızdaki hatıralar -acı da olsa- sizi hiç terk etmeyecektir.

Şimdi kaç İsmihan Emi kaldı acaba, teknoloji ile aramızdaki ilişkiyi duygusal bir bağ ile düzenleyebilen?“Yeni vatanınız” da hayata tutunurken bambaşka insanlar, bambaşka hayatlarla kesişir yolunuz ve yeni hatıralar eskilerin yanında sessizce yerini alır; geçmiş ve gelecek iç içe geçmiştir şimdi ve geçen zaman bulunduğunuz ânı yaşayamaz hâle getirir sizi. Kalbinizdeki hatıraların davetkâr canlılığı ayakta kalma sebeplerinizden biridir artık… “Gerçek Sinema”, 1917 İhtilali sonrası Kafkasya’dan Türkiye’ye muhacir olarak gelen insanların gerçek hayatlarını ve hatıralarını anlattığım Kayıp Topraklar adlı kitabımdaki hikâyelerden biri. Kitap sevgili Sibel Cantemir’in editörlüğünde Vadi Yayınevi tarafından basıldı.

“Hayder Baba! Guru gölün gazları

Gediklerin sazah çalan sazları

Kend, küvşenin payızları, yazları

Bir sinema perdesidir gözümde

Tek oturup seyreyleyem özümde.”

Küçük kırmızı dikdörtgen paketlerde satılan melek sakızlarını hatırlayanınız var mıdır bilmiyorum. Bizim çocukluğumuzda bu kadar çok sakız çeşidi yoktu. Melek sakızları vardı bir, bir de damla sakızı. İçinden “artis” resimleri çıkardı Melek sakızlarının. “Hülya Koçiyiğit”, “Cüney Tarkın”, Türkan Şoray, Filiz Akın, Önder Somer... Bütün bu artistlerinin resimleri bizim için hazine değerindeydi. Hazine değerindeydi diyorum çünkü 5 Filiz Akın, 5 Türkan Şoray bir sinema bileti demekti.

Tarzan Filmi

İsmihan Emi’nin sineması vardı şehrin tam ortasında ve İsmihan Emi artist resimlerini alıp, karşılığında bize sinema bileti verirdi.

Bir yere oturup tozun toprağın içinde artist resimlerimizi sayarken, İsmihan Emi de upuzun boyu ile karşımıza çökerek sabırsızlıkla bir an önce onları saymayı bitirmemizi beklerdi. Çok tez canlıydı, çabuk konuşur, çabuk yürür bir türlü dayanamazdı ağır ağır “artis” saymamıza. Kenarı yırtık ya da biraz eprimiş olan artistlerimiz varsa onları ayırır ve asla kabul etmezdi. Bir de Önder Somer resimlerini. Nedendir bilmem hiç sevmezdi Önder Somer’i. Filiz Akın onun için çok değerliydi, Türkan Şoray da öyle. Sinema girişini bile onların takma kirpikli, kabarık saçlı, tebessüm eden kocaman siyah beyaz afişleriyle donatmıştı. Sinemanın herhangi bir adı yoktu. Orası İsmihan Emi’nin sinemasıydı işte.

En çok Tarzan filmini oynatırdı. Filmi diyorum çünkü sinemasında yalnızca bir Tarzan filmi vardı biz de ona giderdik güle oynaya.
En çok Tarzan filmini oynatırdı. Filmi diyorum çünkü sinemasında yalnızca bir Tarzan filmi vardı biz de ona giderdik güle oynaya.

En çok Tarzan filmini oynatırdı. Filmi diyorum çünkü sinemasında yalnızca bir Tarzan filmi vardı biz de ona giderdik güle oynaya. Para ile tuttuğu bir faytonun arkasına filmin afişini asıp, elinde megafonla sürücünün yanında oturur ve şehrin bütün sokaklarını dolaşarak yeni filminin geldiğini anons ederdi. Oysa biz zaten bilirdik “vizyondaki filmi”… Eh, reklam da önemli bir şeydi ama. Bir gün yine “10 Filiz Akın, 10 Türkan Şoray” vererek ağabeyim ile beraber sinemaya bilet aldık. Sinemanın makinisti, teşrifatçısı, sahibi kısaca bütün ekibi İsmihan Emi’den ibaretti. İçeri girdik. O yine acele acele bizi oturtma peşindeydi. “Uşahlar ses elemeyin, tez oturun yerinize” diye bağırıyordu. Her seansta olduğu gibi herkes kırmızı deri kaplaması yırtık yırtık olmuş tahta koltukların en sağlam olanına oturma peşindeydi itiş kakış.

Film Koptu

İsmihan Emi’nin bir türlü bastıramadığı gürültülerimizle film başladı. Yaklaşık on dakika sonra da her zaman başımıza gelen şey yine geldi; film yine koptu ve salondan bu durum sonrası ananevi hâle genel çift parmakla çalınan ıslıklar, yuh sesleri yükselmeye başladı. Ne olduysa işte o anda oldu ve birden bire upuzun boyu ile İsmihan Emi’nin beyaz perdenin önüne atladığını gördük. Kocaman elleri kollarıyla ve bağırarak bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Bir an için herkes sustu.

Olamaz!

İsmihan Emi bize filmin devamını anlatıyordu:

“Uşahlar! İndi Tarzan ağacın dalınnan hoppanacah, garşısından Ceyin gelecek birbirlerine sarılacahlar. Çita da Tarzan’ın çiynine (omuzuna) çıhacak. Tarzannan Ceyin evlenecekler, oradan gaça gaça evlerine gidecekler. Ahan da film pitecek. Başga da pişe yohdu. Di hepiniz gaçın gedin evinize.” Şaşkınlık sonrası salondan gelen kahkahalara ve ıslıkları aldırmadan sahneden indi. İnerken ıslık ve kahkahalarla birlikte kopan alkış tufanına ellerini acele ile göğsüne bastırıp hafifçe eğilerek karşılık verdi saygıyla. Muhteşem bir tabloydu muhteşem. Şimdi kaç İsmihan Emi kaldı acaba, teknoloji ile aramızdaki ilişkiyi duygusal bir bağ ile düzenleyebilen? Kaç sahici insan, silik bir karton resimle geleceğin nesillerine renkli idealler taşıyan?