Gölgenin başlattığı karanlık

Gölgenin başlattığı karanlık.
Gölgenin başlattığı karanlık.

Gölgeler ruhun eksik kalmış yönlerini resmediyor bazı zor zamanlar. İnsanın karanlık yönlerini, titreyen bedenini, vazgeçişlerini, pişmanlıklarını, çocukluk korkularını, tesirli rüyalarını, bölünmüş uykularını, kabuslarını…

Küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmek zorunda kalmak…

Hayatın en çetin imtihanlarından biridir bu. Bu yüzden avunmak, ruhu iyi etmez tamamıyla, kısa süreli bir nefeslenmeden başka bir şey değildir o. Avunmak, kalbin gelecekte taşıyacağı yükleri şimdiden borçlanmasıdır. Acıyı ertelemektir, vaktinde yaşanmamış sıkıntılar daha büyük yaralar açar insanda. Avunmak, insanın kendi gölgesiyle, karanlık yönleriyle yüzleşememesidir. Kaçıştır. Yokluğa doğru sürükleyen bir kaçış…

Gölgeler ruhun eksik kalmış yönlerini resmediyor bazı zor zamanlar. İnsanın karanlık yönlerini, titreyen bedenini, vazgeçişlerini, pişmanlıklarını, çocukluk korkularını, tesirli rüyalarını, bölünmüş uykularını, kabuslarını…

Gölgeler, gelmeyecek olanı beklemektir, imkânsız bir umuda bağlanmaktır. Durgun bir gölde yüzünün aksini görebilmek için yüzünü suya yaklaştırmaktır. Bedeninden önce dilini sokmaktır suya. Güneş ve ışıklar her vakitte değiştirir yüzünü suyun yüzeyinde. Bazen tanıyamazsın kendini, yabancılaşırsın. Bu yansıyan ben miyim? Ne kadar şekil değiştirse de gölgeler, hep karanlıktır.

***

Duvara yansıyan iç içe geçmiş gölgemizi hatırlıyorum bir akşam üzeri. Benim sırtım dönüktü duvara. Sen görebiliyordun gölgemizi. Sana hep seyretmek düştü, bana hissetmek. O gün arkama dönüp gölgeye bakmadım. Korktuğumdan mı? Ben hiçbir şeyden korkmuyorum. Fakat orada, duvarda iç içe geçmiş silüetimizin bozulmasını istemedim. Gözlerin hep gölgemizi izliyordu. Orada konuşan biz değil miydik, sadece gölgelerimiz miydi? Gölgeler birbirine sarılmış, öpüşüyorlardı. Gölgeler bizden daha cesurdu, bizi de aşarak, bizim kalbimizden geçerek, bizi geçerek, bizi yıkarak, bizi umursamayarak, unutarak tüm yasak düşünceleri, duvarda bizden habersiz aşkın silüetini çiziyor. Sen aşka hürmetinden gölgeden ayırmıyorsun gözlerini, orada izlediğin aşkın en saf hali.

Bir akşam güneşinin aceleciliğiyle, serinliğiyle, zamanın tüm vakuruyla geçip gittiği bir anda, dünyanın fani oluşunu her defasında öğretiyor bana hayat, bir akşam güneşiyle hem de. Benim gözlerim akşam güneşinde ela olur, seninki karadır, daha bir kara olur. Senin kaşların yukarı kalkar, biraz öfkeli, biraz mağrur, benim yüzüm mahzunlaşır, alnımın çizgileri belirginleşir. Gölgem daha siyahtır akşam, herkesin gölgesi siyahtır belki, ama benimki daha siyahtır bundan eminim.

Arkama bakamadım, gölgemin kaybolmasından korktuğumdan belki de. Senin gözlerini seyrettim ben de, saf aşkın suretini izlediğin gözlerini, nazar eden gözlere nazar ederek, o an zaman dursun isterdim, hep o anda yaşamak…

Gölgemiz hep orada kaldı. O duvarın gövdesinde, duvarın bacaklarında, duvarın karnında, duvarın kalbinde, duvarın yüzünde. Eminim oradadır her akşam üzeri. Nice âşıkların önünden dalgınlıkla geçtiği bir duvarda. Gerçekten âşık olabilselerdi o gölgeyi görürlerdi.

Gölgemiz hâlâ oradadır. Oraya gidip önünde bekleyeceğim, duvarın yüzüne bakacağım. O gün bakamadığım gölgeme bugün tüm cesaretimle bakacağım. Dalgın âşıklar göreceğim, el ele tutuşan, öpüşen, birbirine sarılan bedenler göreceğim, hiçbiri o gölgeyi göremeyecek, görmesinler de zaten, sadece ikimizin görebileceği bir karanlıktır belki. Ben gölgeye gidiyorum, ben yazıya gidiyorum, ben rüyaya gidiyorum, ben senden geçip yine sana gidiyorum.

Ben geldim diyeceğim. Aynı saatte. Sonra gölge öpülemeyen yüze, dokunulamayan saçlara, tutulamayan ele, sarılamadığım ılık bir bedene dönüşecek…

(Oraya gittim, gölgeye baktım uzun uzun.)

Gölge tozlanmış mıydı? O gün öğrendim ki, gölgelerin tozu olmaz, dünya tozlanır, gözlerimiz tozlanır, terk ettiğimiz evler, okunmayan kitaplar, el sürülmeyen eşyalar, kalp dahil her şey tozlanır, fakat gölgeler tozlanmaz, çünkü gölgelerin özü karanlıktır.

Hayatımın tozunu almak için kat ettim onca mesafeyi. Zaten insan da böyle değil midir, Adem’den beri toz almak için dünyaya gelip gider, herkes birbirinin yerine geçer durur, nöbetleşe doğulur, nöbetleşe ölünür, her şey vaktini bekler, zamanla nikahlanmıştır kader, hepsi tozlanır bu yüzden, fakat gölgeler tozlanmaz, özü hep tozdur zaten, kap karanlık toz.

Zaman ancak karanlıkta saklanabiliyor, ışığın değdiği her şey tozlanıyor, havanın ellediği tüm yüzeyler eskiyor, soluyor. Zaman baş döndürmekle meşhur, unutturmakla.

Zamanı saklamak istediğiniz anlar olur hayatta. Siz o anları yaşarken hissetmezsiniz: Zamanı saklamak! Belki ölümü ertelemekten de çetin. Ecel ne bir dakika öne ne de bir dakika sonraya…

Ya kötü zamanlar… Onlar taştan oyuklarda. Eksilmiyor suyu, belki yosun tutuyor, kurtlanıyor belki ama o su hep orada kalıyor. Rüzgâr uçuruyor bir yaban gülü tohumunu, taşın göğsüne saplıyor. Gün geliyor kök salıyor, çatlak oluşuyor taşın kalbinde. Damlıyor yosunlu su o ince çatlaktan. Sonra yosunlar çürüyor, kurtlar ölüyor. Karanlığa gömülüyor yine her şey.

Gölgeyi gözümde canlandırırken, neden orada değil de buradayım sorusu zihnime derin bir oyuk açıyor. Hiçbir zaman cevabı olmayacak bir sorudur belki de. Daha birçok şeyi bilemeyeceğim. Kendimi bilmenin renksizliğinden, ruhsuzluğundan, rahatından azat ediyorum. Hissetmenin o yakîn bilgisinden de. Aklımı terk ettiğim uzun yolculuklarda aslında onu yanıma hiç almak istemediğimi anladım. Yük gibi geliyordu sanki.

Kendimi bir kez olsun çıplak gözle görme isteğiydi tüm bu söylediklerim. Her şeyden âzâde. Gördüm ve bir parça zamanımdan başka hiçbir şeyimin kalmadığını anladım önümde. Tüm bu söylediklerim, kendimi anlamaya mı, teselli etmeye mi, avutmaya mı yarayacak? Yoksa ruhumda hissettiğim o derin sızıyı mı hafifletecek?

Zaman hızla geçsin.

Zaman hiç akmasın.

Belki kendimi buluverdiğim başka bir gölge mümkündür.