Gönlünü put sanılıp kırdılar

asaf
asaf

I. Refik Halid’in dediği gibi; Nesli tükenmiş bir dervişti.

  • Dadıların, halayıkların cirit attığı büyükçe bir konakta Silistre Müdafii Şehit Musa Paşa’nın torunu ve Hazine kâtiplerinden Said Halet Bey’in oğlu olarak 29 Aralık 1907’de İstanbul Cihangir’de doğdu. 1922 yılında Beylerbeyi’ndeki yeni konaklarına taşınana kadar büyük dedesi Nazif Çelebi’nin 18. Yüzyılda yaptırdığı konakta masallar ve efsaneler arasında olağanüstü bir çocukluk yaşadı. Ömrünün tek huzurlu devresiydi belki çocukluğu. Bunu yıllar sonra kendisi de söyleyecekti.

II. Fikret Adil’in dediği gibi; Son Osmanlı şairlerindendi.

Altı aylık bir bebekken babası tarafından götürüldüğü Üsküdar Mevlevihanesi, bütün çocukluğunun geçeceği sahnelere ev sahipliği yapacaktı şüphesiz. Yedi yaşında Sema etmeye başlayan Asaf Halet, çok küçük yaşlarda tarikat adabı ve tasavvuf terbiyesiyle tanışmıştı. Klasik şiire ve musikiye ilgisi de bu yıllarda oluştu. Fransızca ve Farsçayı babasından, neredeyse uzman derecesinde bildiği musikiyi ise Mevlevi şeyhlerinden öğrendi.

  • III. Peyami Safa’nın dediği gibi; Şiire bağlı mistisizmi temsil ediyordu. Hiçbir zaman mezun olamayacağı Galatasaray Lisesi’nde sekiz yıl eğitim görmüş olsa da aslında Galatasaray’a başlamadan önce 4 yaşından 8 yaşına kadar babasının rahle-i tedrisinden geçmişti. Engin kültürünün kaynağı burasıydı. İlk gençlik yıllarının geçtiği Üsküdar Mevlevihanesi ve Salkımsöğüt Kadiri Dergâhı, Osmanlı bakiyesi son büyüklerle tanışmasına imkân sağlayan mekân olmuştu.
  • IV. Erol Güngör’ün dediği gibi;Genç şairlerin en yaşlısı idi. Merhum Necip Fazıl’ın şairin hayatında ayrı bir yeri olmuştu. Her ne kadar Necip Fazıl’la yolları ayrılacak olsa da Asaf Halet, ilk ürününü Necip Fazıl’ın 1936’da Ankara’da çıkardığı Ağaç dergisinde yayınladı. Mevlana’nın rubailerinden çevirileri ve rubailer hakkındaki yazılarıydı bunlar. Fakat güzel başlayan dostluk kısa sürede bozuldu ve bu durum, uzun yıllar Asaf Halet’in, istemeyeceği çevrelerin içinde yer almasıyla sonuçlandı.

  • V. Oktay Akbal’ın dediği gibi; Düşünür kimliği, şairliğinden aşağıda değildi. Ağaç’taki rubai çevirilerinden sonra ilk kez materyalistlerin çıkardığı Ses’in ilk sayısında Vahdet-i Vücud’u işlediği Cüneyd şiiriyle göründü. Modern tarzda yazdığı ilk şiir olan Cüneyd elbette yankı uyandırdı. Ama kendisine dönemi için görece asıl şöhreti getirecek olan İbrahim şiirine daha vardı. Ses’in ikinci döneminde de bazı yazılarıyla dergide yer alan Asaf Halet, Eylül 1939’da yıllardır üzerinde çalıştığı Şeyh Galip’le ilgili ilk yazısını ve sonraları da çok meşhur olacak İbrahim şiirini yayınladı. “İbrahim! İçimdeki putları devir elindeki baltayla.”

  • VI. A. Buğra’nın dediği gibi; Uğradığı haksızlıklara ses çıkarmazdı. 1942’de ilk şiir kitabı He’yi, 1945’te ikinci kitabı Lamelif’i çıkardı. 1953’te de bütün şiirlerini Om Mani Padme Hum kitabında bir araya getirdi. Ne yapsa garipliği geçmiyordu. Bir kişi bile “Om Mani” nedir diye sormadı. Edebiyat ortamında, kitabının ismiyle de şiirleriyle de epey dalga geçildi. O işine devam etti. Bu zaman zarfında Türk edebiyatının yanı sıra Hint ve Fars edebiyatları üzerine çalışmalar yaptı. Mevlana, Molla Cami, Eşrefoğlu, Ömer Hayyam kitapları yanı sıra Naima üzerine bir monografi de kaleme aldı. 1953’te çok sevdiği İstanbul’a harikulade bir eser verdi; Divan Şiirinde İstanbul.
  • VII. Reşat Ekrem Koçu’nun dediği gibi; Kitap kurduydu. Çok okuyan bir adamdı, bir kitap hastasıydı. Kütüphanesindeki tüm kitaplar gibi yeni satın aldığı bütün kitapları bizzat kendisi çok titizlenerek yeniden ciltlerdi. Çoğu kitap tutkunu gibi o da kalem meraklısıydı. Kalemlerinin uçlarını itina ile zımparayla inceltirdi. Cebinde her daim beş on kalem birden taşırdı. Hatta Münevver Ayaşlı anlatır ki, 6-7 Eylül Olayları’nda her nasılsa polis Asaf Halet Beyi tutuklamış ve üzerinden bir sürü kalem çıktığını görünce ‘yağmaya katılanlardan’ olduğunu düşünüp nezarethaneye atmışlardı.

  • VIII. Haldun Taner’in dediği gibi; Karşısındakine hüzün veren bir tevazuu vardı. Melami meşrepti. Kendisiyle alay edenlere de tebessümle karşılık vermeyi biliyordu. Şöhreti daha çok kendisiyle her fırsatta alay eden mizah dergilerinin sütunları sayesinde olmuştu. Bu biraz da şöhretin yolunun kendisi için böyle olduğuna ikna olmasından kaynaklanıyordu. Ama hep yalnız ve hüzünlüydü. İlk serbest görünümlü seçimlerin yapıldığı 1946 intihabında, İstanbul’dan bağımsız milletvekili adayı olduğunda da kendisiyle çokça dalga geçildi. Bir müddet CHP takibatına da maruz kaldı. Halk Partisi’ni “Domuzlar ülkeyi sarmış” diye eleştiriyordu. “Kırılan putların yerine yenilerini koyan kim.”
  • IX. H. İzzettin Dinamo’nun dediği gibi, şiir yazmak için âşık olmaz, âşık olduğu için şiir yazardı. Fransızca bilen bir İstanbul çocuğu idi. Maziye bağlı, eskilere saygılıydı. Kavgacı ve polemikçi değildi. “Çocukluğum, benim hiç unutamadım en güzel zamanımdır” demişti. Belki de ömrü boyunca yüzünün tek güldüğü zaman dilimine takılıp kalmıştı gönlü. Büyük isimlerin çoğu gibi onun da kıymeti geç anlaşıldı. Hayran olduğu Yahya Kemal’den farkı, âşık olduğu için şiir yazmasıydı. X. Gökhan Evliyaoğlu’nun dediği gibi; Cüneyd şiirini yazdığı günden beri ölüme hazırdı. 13 Ekim 1958’de evinde kalp krizi geçirdi. Hemen Haseki’ye kaldırıldı. Ama çocukluğu dışında hep kırılmış olan yorgun bedeni daha fazla dayanamadı. İki gün sonra 15 Ekim’de Haseki Hastanesi’nde öldü. Ertesi gün Üsküdar’da ebedi istirahatgahına doğru yola çıktı. Cenazesi de ömrünün demleri gibiydi. Birkaç kişiden oluşan dostlarının katılımıyla sessiz sedasız toprağa verildi. Fakirce, öksüzce ve kimsesizce. Sahi ‘İbrahim! Gönlümü put sanıp da kıran kim.’