Gündüz kitap fuarı gece havan mermileriyle Libya

11 Mayıs Pazar günü Trablusgarp’ta her şey normal görünüyordu. Otelimize yerleşmek üzere Ömer Muhtar Caddesi’ne geldiğimizde, burada da rutin akış devam ediyor; Şehitler Meydanı’nda (eski adıyla Yeşil Meydan) aileler yürüyor, çocuklar oyun oynuyor, gençler eğleniyor, ihtiyarlar sohbet ediyordu.
Meydanın etrafını saran Osmanlı ve İtalya dönemlerine ait binalar, kale ile uzun Akdeniz kıyıları romantik bir şölen sunuyordu. Otelimize vardık, odama yerleştim. Pencereye yaklaştım. Perdeyi sıyırdım. Karşımda pek çok binanın iç içe geçtiği tipik bir Akdeniz şehri duruyordu. Hasılı ilk gün her şey böyle güzel başlamıştı.
12 Mayıs Pazartesi günü fuar büyük bir heyecanla açıldı. Firmalar şık stantlarında müşterileriyle görüşüyor, fotoğraflar çekiniyor; çay, kahve ve çeşitli ikramlarla gün güzel bir havada devam ediyordu. Mesaiyi tamamladık. Akşamı bir kahvecide geçirdiğimiz Libyalı dostlarımız Omar ve Nasim bizi otelimize bırakıp kendi otellerine gittiler. Raşit’le vedalaşıp odalarımıza çekilmiştik ki, fuar şirketi ekibin whatsapp grubundan gelen bildirimde; dışarda olan herkesin otele dönmesi, otelde olanların dışarıya çıkmaması ve otelde olduğumuzu bildirir bir mesaj atmamız isteniyordu. Tripoli’de bir olay yaşanmıştı. En güçlü milis gruplarından birinin lideri ve ekibi öldürülmüş, dolayısıyla uzun süredir sükûnet sağlanmış gibi görünen Tripoli’de gergin bir akşam başlayıvermişti. Ne olacağını bilmiyorduk, daha doğrusu hiçbir şey bilmediğimizden ne olacağı konusunda hiçbir endişemiz de yoktu. Saat 12 civarı uzaklardan çatışma sesleri gelmeye başladı. Taramalı tüfekler, hatta bazen havan sesleri geliyordu. Çaresizce fakat sakin bir şekilde odalarımızda bekliyorduk. Ne yapacağımı bilmiyordum. Dua ediyor, zikirler çekiyordum. Sevdiklerim geçiyordu aklımdan. Düşünmek istemesem de burada ölme ihtimali çok canımı yakıyordu. Tamamlanmamış bir hikâyem vardı üstelik geride. Dua etmeye devam ediyordum. Gece boyu zikirlere ve gücüm yettiğince tevekkül etmeye devam ettim. Sabah ezanıyla birlikte çatışma sesleri de bitti.
Takvim 13 Mayıs Salı’ya dönmüştü artık. Saat 8:30 idi. Silah sesi yoktu. Hatta otelimizin önündeki Ömer Muhtar Caddesi’nde hayatın yeniden başlayacağını etraftan gelen kepenk seslerinden anlıyordum. Otelimizin terası panoramik olarak şehrin hemen her tarafına hâkimdi. Farklı bölgelerden siyah dumanların hâlen yükseldiği görülüyordu. Kimse Türkiye’deki ailesine bir şey dememişti. Hatta yakınları aradığında “İyiyiz ya, fuardayım. Baya kalabalık.” diyerek ‘beyaz’ yalan söyleyenleri de duydum. Birkaç saat sonra büyükelçiliğimizin “otelden çıkılmamasını tavsiye” ettiği ancak fuara gitmek isteyenlere de mâni olmayacaklarını bildiren mesajı paylaşıldı. Önce tereddüt etsek de fuara gitmeye karar verdik. Beklediğimiz yoğunluk yoktu, ziyaretçiler beklenilenden çok azdı. Belli ki halk evlerinden çıkmak istemiyordu. O gün de fuar mesaisini tamamladık. Misuratalı Omar, arkadaşı Nasim, Raşit ve ben arabaya bindik. Sahilde buraların meşhur balık restoranlarından birine gittik. Üç yıl önceki ziyaretimde tattığım balık çorbasını yeniden içmek için sabırsızlanıyordum. Hemen çorba sipariş ettim. Akdeniz’in muazzam bereketi ile bizi karşılayan balık çeşitleri başımızı döndürüyordu. Keyifli bir yemeğin ardından, bademli çayımızı içtik. Dondurmalı tatlımızı yedik ve restorandan ayrıldık. Herkes, olayların dün gece yaşanıp bittiğini, bu gece nadir de olsa silah sesi duyulabileceğini fakat büyük olaylar yaşanmayacağını söylüyordu. Biz de bu rahatlıkla iyi bir uyku çekmeyi umut ederek odalarımıza çekildik.
Ta ki… Saat 23:00 civarı çok şiddetli iki bomba sesiyle her şey yeniden başladı. Bir bomba sesi daha. Ardından şiddetli taramalı tüfek ve havan sesleri geldi. Üstelik bu kez sesler, dün geceden daha yakın mesafeden geliyordu. Odamın ışığı yanmıyordu. İçgüdülerime hâkim olamayıp usulca perdeyi araladım. Dev bir ekranı andıran görüş alanımda sağdan ve soldan karşılıklı havan mermilerinin uçuştuğunu gördüm. Hemen perdeyi kapattım. Bu arada otelin etrafındaki caddelerden çatışma sesleri gelmeye başladı. Televizyonda, sinemada, kitaplarda olan her şey oluyordu ve ben her şeyin ortasındaydım. Ateş, ateş, ateş! Şu an tek umudum, geceyi hasarsız geçirip sabah ezanına kavuşmaktı. Zira bir önceki gece sabah ezanı ile silahlar susmuştu. En çok Gazze geldi aklıma. Biz bir yol bulup çıkacaktık Allah’ın izniyle. Ama orada bir yol yoktu.
Saat 4:30 gibi sabah ezanı okunmaya başladı. “Biter artık, çok şükür.” diye geçirdim içimden. Ancak sesler bitmiyordu. Hiç eksilmeden, bombalar ve havanlar artarak devam ediyor, çatışmalar sürüyordu. Gün ağardı. Çatışmalar durmadı. Kahvaltı bahanesiyle restoran katına çıktık. Kahvaltı servisi yoktu, personel gelememişti. Artık hepimizin kafasındaki soru buradan nasıl çıkacağımızdı. Fuar, müşteri, sipariş umurumuzda değildi. Şimdi hiçbirimiz iş adamı değildik. Kervancı değildik. Tüccar değildik. Şimdi hepimiz kervandık, kervandan çöle düşmüş bir kemanın üzerinde kalan tek telinde semaya karışan sestik. Bir an önce tahliye olmak ve ülkemize dönmek istiyorduk. Büyükelçilik otelde kalmamızı istiyor, tahliye planı yapıldığını bildiriyordu. Tahliye için çatışmaların bitmesi gerekiyordu. Öğleden sonra 3 gibi bir ateşkes haberi duyuldu. Habere göre gruplar arasından bir ateşkes sağlanmış, sivillerin mağdur olmaması için çatışmalara ara verilmişti.
İnsanoğlu; aceleciydi, telaşlıydı, endişeli ve korkuluydu. İnsanî idi her şey, çünkü ummadığımız şeylerle karşılaşmıştık. İlerleyen saatlerde, Misurata şehrinin güvenli olduğu ve tahliyenin buradan da yapılabileceği ihtimali konuşulmaya başlandı. Ancak Tripoli-Misurata arasındaki karayolu güvenliğinden endişe ediliyordu. Sonuna kadar otelde kalma taraftarıydım ancak bir saat sonra ne olacağını kestiremediğimiz ve ne kadar süreceği belli olmayan bir ateşkesin içindeydik. Dolayısıyla bir an evvel buradan çıkıp güvenli bölgeye geçme fikri ağır basıyordu. Raşit ile konuştuk ve Omar’dan yardım isteyerek Misurata’ya geçmeye karar verdik ve Tripoli’nin dışına çıktık. Misurata bölgesine girdik. Omar’ın çiftliğine vardık. Zeytin ağaçları, havuz, açık ve enfes bir gökyüzü, özenle hazırlanmış bir sofra… Allah’ım sana şükürler olsun! Galiba hayata dönüyoruz!
Ertesi sabah. Takvim 16 Mayıs Cuma, çok erken saatlerde whatsapp bilgi grubumuza bir haber düştü: THY uçağımız, kesin olmamakla birlikte tahliye için Mitiga Havalimanı’na, yani Tripoli’ye inmesi bekleniyor. Omar dışarı çıkmak istemiyordu. Çünkü buralarda cuma günü, namaz kılınana kadar kuş uçmuyordu. Kahvaltı bitti. Omar, bize bir şey demeden ortadan kayboldu. Cuma namazına gitti diye düşündük. Zeytin ağaçları dolu kocaman bir çiftliğin bize ayrılan kısmında Raşit’le beklemeye başladık. Bir saatten fazla olmuştu ki Omar’ın arabasının sesi duyuldu. Yanımıza gelir gelmez Misurata Havalimanı’ndan bir arkadaşını arayıp İstanbul’a uçak sordu. Sabah 9’da bir Libyalı havayolu şirketinin uçuşu olduğunu öğrenince bizim için bilet aldı. Sanki her şey demini almış bir kahveydi ve köpük köpük taşacaktı göz cezvemden. Annem, kardeşim, yârim halen bilmiyordu olup biteni ve ben onları çok özlemiştim.
Ertesi gün, 17 Mayıs Cumartesi sabah ezanı ile uyandım. Alarma gerek kalmamıştı. Abdestimi aldım, sabah namazını kıldım. Raşit de kalkmış, odasından çıkmıştı. Hazırdık. Heyecanlıydık. Havalimanına vardık. İşlemler, polis kontrolü, çantaların gözetimi… ve içerideydik.
Uçağın tam vaktinde anons duyuldu: İstanbul! Ah İstanbul. Sen İstanbul. Ben İstanbul. Vay İstanbul. İstanbul’a indiğimizde şunu biliyordum: Fakir ruhumda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Biliyordum; bir devrim, âlâsıyla nakşoldu. Ve nice dostlar vardı artık seferimizde. Nice tanıdıklar da yoktu eski çağdan. Arınmış olmayı ve yeniden başlamış kalmayı nasip etsin Rabbimiz. Dünya zaten kalınan değil, geçilen bir yerdi. Şimdi evdeyim.