Günler çözüldükçe...

Söz, her yerde yine yaratıcı ipeğini örüyor merak incisini parlatıyordu.
Söz, her yerde yine yaratıcı ipeğini örüyor merak incisini parlatıyordu.

'Biz dedik, yazar ve şairlerle tanışmak istiyoruz. O yüzden en az haftanın bir günü böyle dolaşıyoruz.' İsmet Özel de cevap verdi: 'O halde bu katta Türkiye'nin en büyük şairi Sezai Karakoç'un bürosu var, onu da ziyaret etmelisiniz.'

  • 'Bugün iki çocuğun konuşmasına kulak konuğu oldum
  • Bir beni öbürüne çiziyordu'
  • Hızırla Kırk Saat

Doğu'da tanışma her zaman eserin önünde durur. Başlangıçta söz vardı deniyor ya hani, sanki 'ışığın doğudan yükselmesi' benzeri söz de ışık olur adeta iki kalp arasında yükselir. Söz tanışa tanışa çoğalır, yerini bulur desek, doğrudur. Ben yazıdan önce, kitaplardan evvel söze bağlı bir ortamda büyüdüm. Söz ile bağlandım, söz ile dokundum. Henüz, Konya-Bozkır Lisesi'nde yazılı her şeyden mahrum ama sonsuz hayaller ve meraklar peşinde birisiyken duydum Sezai Karakoç ismini. Duymak sözün en geçişken halidir. 1980'lerin ortası 12. Eylül'den çıkma çabalarıyla doludur. Sahipsiz, öğretmensiz, arkadaşsız ve kitapsız zamanlarda, kitabevleri mucize dükkanları gibidir. 'Seriye Kitabevi'nde, Bozkır'da ayak üstü konuşuyorlardı, lise hocaları, eşraftan birileri ve elbette kitabevinin sahibi. Adamlar öylesine silinmişlerdi ki o an gözümde etrafımda bir söz oğulunun vızıldadığını sandım. Erol Güngör, Sezai Karakoç, Sevinç Çokum, Mustafa Necati Sepetçioğlu isimleri sessiz bir heyecanla etrafa yayılıyordu. Merak işte o an devreye girer, isimlerin arkasındaki peteğe uzanmaya çalışır.

Yeter ki bir isim duysun merak. Sağcı, solcu, şu, bu hiç dinlemez onun peşine düşer. Nedense sayılan isimler arasında Sezai Karakoç ilgimi çekmiş. Sayılan isimler arasında zihnimde ayrışmış. Sözün buğusu orada yuvalanmış, yaratıcı nem olup düşmüş toprağıma. Ertesi gün, sanki bu konuşmalardan hiç haberim yokmuşçasına, ama zihnimin gerisinde bala durmaya hazırlanan bir merak oğulunun uğultusu, kitabevi sahibi Hacı Ali Yıldız'a (sonradan kitapçılığı bıraktı, müteahhit oldu) Sezai Karakoç'un kitaplarını sordum. Sadece bir kitabı vardı. İslam Toplumu'nun Ekonomik Strüktürü. Hemen aldım. Bu mevcudiyet üzerine sonradan çok düşündüm. Neden şiirler yok, neden başka kitaplar yok? Tahmin edileceği gibi kitaptan hiçbir şey anlamadım. Ama onu asla terk etmedim. Yıllarca birkaç kez bozulan kütüphanelerimin arasında dönüp durdu. Kim bilir o ilk Sezai Karakoç kitabı nerede?

Kısa zaman sonra İstanbul'a üniversite öğrenimi için geldiğimde peşine düştüğüm iki yazar vardı. Attila İlhan ve Sezai Karakoç. Çünkü, edebiyat hocamız, Mehmet Ali Özeralp bir soru üzerine, bugünün çağdaş şiirini merak edenler varsa diye tahtaya Attila İlhan adını yazıvermişti. Ne tantanalı bir isimdi öyle. Ömer Haybo'dan okuduğum ilk kitap da Zenciler Birbirine Benzemez oldu. İstanbul içimde labirente dönüşmek üzereydi. Fakat bu labirent ileride bir Atilla İlhan merakına evrilmedi. Çabuk okuyup bitirdim sanki onu. Yıllar yıllar sonra hayatımız TRT'de kesişti. Fakat darlık dolu bir hikâye. İstanbul'a inmiştim artık. İçimde bir gün şair olacağım heyecanıyla dolanıyorum. Fatih'te bir kitapçıda, bu kez yine iki kişinin konuşması çarptı kulağıma.

Söz, her yerde yine yaratıcı ipeğini örüyor merak incisini parlatıyordu. İrice, temiz yüzlü, orta yaş bir adam yanındakine 'bu Sezai Karakoç, günümüzün Akif'i' diyordu. 'Onu okumalı, onu okumak şart'. Ben zaten çoktan Sütun kitabına elimi uzatmak üzereydim. Ve uzattım. Şöyle söylesem abartı olmaz, Suç ve Ceza ne ise, Sütun o oldu benim için ilkin. Çok genç ama erken yetişmiş bir ses buldum orada. Beyaz kapaklı ve içinde onlarca yazının yer aldığı, okkalı bir kitap. Gençliğinde bilmemenin de enerjisiyle fazla cesur davranır insan. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne başladığımda, yaşayan bütün yazar ve şairlerin kendileriyle tanışıp görüşelim diye bizi beklediklerini de düşünürdüm. Öyle ya onlar artık olmuşlardı, olacak olanı bilmeye hakları vardı. İşte, bekledikleri adamlar, yazdıklarının tam muhatapları bizlerdik. Ramazan Ayaz isminde Necip Fazıl ve onun mirasçısı olduğunu iddia edenlere teşne bir sevgili arkadaşım vardı. Uzun zaman dost olduk. Sırayla, yayınevlerini, şair ve yazarları ziyaret etmeye karar verdik. O, benim kadar istekli gözükmese de Sezai Karakoç ziyaretine razı oldu. Sorduk, soruşturduk. Cağaloğlu'nda, Üretmen Han'da imiş.

Ver elini Üretmen Han. Çaldık bir öğle sırası kapıyı. İçeriden derin, çok derin bir sessizlikten başka bir şey duyulmadı. Hala o koyu ve derin sessizlik yayılır bazen içimde. Israrlı çalmış olmalıyız ki, yandan bir genç adam çıktı. Tabelasında 'Stüdyo İmge' yazıyordu. (Sanırım İsmet Özel'in Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Resmin Altındaki Satırlar kitabını da basan onlardı). 'Gelmez daha o, sonradan gelir. Ama bir şairle görüşmek istiyorsanız tam karşıda Risale Yayınları var, oraya İsmet Özel uğrar. Bir şansınızı deneyin, dedi.' Bir taşla iki kuş. Tereddütsüz kapıya dayandık. Kapıyı Mustafa Armağan açtı. Hüseyin Yorulmaz da oradaydı. 'Burada, İsmet Özel var. Buyurun' dediler. İsmet Özel heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Bize nereli olduğumuzu ve ne okuduğumuzu sordu. Bana dönüp 'Bozkır türkülerini söylemeyi biliyor musun?' dedi. 'Aslan Mustafa'yı biliyorum' dedim. 'Biz ded i k , yazar ve şairlerle tanışmak istiyoruz. O yüzden en az haftanın bir günü böyle dolaşıyoruz.' İsmet Özel de cevap verdi: 'O halde bu katta Türkiye'nin en büyük şairi Sezai Karakoç'un bürosu var, onu da ziyaret etmelisiniz' deyince, biz tedbirsiz gülüştük, 'aslında biz onunla görüşmek için gelmiştik bulamayınca bizi buraya yönlendirdiler...'

Sözler, sözleri örüyor, Bozkır'da kulağıma çalınan ses beni bir yere doğru çekiyordu. Şimdi ne olacaktı? Nasıl yakalayacaktık Sezai Karakoç'u? Sanırım ısrarlı birkaç denememiz daha oldu. Ramazan pes etti. Ben ısrarla yoklamayı sürdürdüm. Fakülteden hızla kaçarak çıkıyor, Beyazıt Çınaraltı'nı geçiyor, Sahaflar geride kalıyor ben uçuyordum. Nihayet bir öğle sonrası, kalın gözlük camlarının daha da irileştirdiği o gözlerle buluştum. Her şey sıradandı benim küt küt atan kalbimden başka. Kitap paketleri. Masalarla iyice daralmış bir han odası.

“KISA ZAMAN SONRA İSTANBUL'A ÜNİVERSİTE ÖĞRENİMİ İÇİN GELDİĞİMDE PEŞİNE DÜŞTÜĞÜM İKİ YAZAR VARDI. ATTİLA İLHAN VE SEZAİ KARAKOÇ”

Kirli ve soluk duvarlar. Toz kokusu. Hiçlik, bir kıyamet borusu gibi içeride ağır ağır inliyor. Ne kendine çekmeye çalışan ne de geri çeviren bir adam. Her şeyi arada bırakıyor. Dileyen gelir, arar, sorar, dinler, dilemeyen bildiği yolda gider. Hatta, gördüğünüz gibi ben de sizin kadar merak ve hayret içindeyim diyen bir nazar. Açıkçası, etkileyici hiçbir tarafı yok. Onu da sizin yaratmanıza bırakıyor. Tablet yok, slogan yok, vaat yok. Yol ortasına düşmüş iri bir taş gibi.