Günler çözüldükçe

Arşiv
Arşiv

Aşk, Sezai Karakoç duyuş ve tutumunun ateşi olduğu kadar kırbacı, rehberi olduğu güneşi, mağarası olduğu kadar menziliydi. Daha, 1951 tarihli ‘Rüzgâr’ şiirinde, aşk, ‘put’ kelimesi ile onda en çarpıcı vasfa bürünmüştü.

Aşk, Sezai Karakoç’ta her zaman ana belirleyici sebeplerin başında gelir. Buna ister bir kadına doğrudan duyulan ferdi aşk diyelim, isterse en ideal manada ‘Diriliş’in dava olarak benimsenmesi diyelim, aşk temel element, ana ateşleyendir. Aşkla bağlanmak, bir insana, meseleye tutkuyla yaklaşmak ve aşkın adeta çılgın bağlamında kalmak, onun hayat ülküsüdür. Bir gün Cağaloğlu Yokuşu’ndan aşağı inmiştik. Sadece ikimiz vardık. Yine hararetle bir şeyler anlatıyordu. Eminönü - Kadıköy iskelesine yaklaştığımızda ‘Geyve’ye ders çalışmaya gitmek de nereden aklınıza geldi üniversitede okurken? Orası Ankara’ya çok yakın da sayılmaz. Türlü anlatılar var. Aşk insandaki en tabii hallerden birisi değil mi üstelik?’ diye sordum. Birden durdu. Gözlükleri gerisindeki iri gözleri daha da büyüdü. ‘Sen bunu nereden biliyorsun?’ dedi ilkin. Sakince gülümsedim, ‘kaç kez anlattınız, Monna Rosa değişik sebeplerle gündeme geliyordu. Siz de her seferinde bu konunun, bu şekliyle gündemde tutulmasından duyduğunuz rahatsızlığı dile getiriyordunuz. Bunları konuşurken, Geyve’ye de söz gelmişti. Oraya, ders çalışmaya gittiğinizi ifade etmiştiniz. Siyasal ’da öğrenci iken hani.’ Onaylarcasına, biraz tereddütle, konuyu başka tarafa çevirdi. ‘Rasim’e (Özdenören) anlatmıştım bir şeyler. İnsan çok yakın bulduğuna anlatır. Ben de anlattım, anlattım. Anlattım anlattım. Rasim’e ayrıntısıyla anlattım. Ama o bu anlattıklarıma sahip çıkmadı.’ Dedi. (Hatta başka bir cümle kurdu. Böyle cümlelerde yerinde kaldıkça anlamlıdır.) Bize anlatabilir miydi? Sezai Karakoç, Monna Rosa meselesinin bütün detaylarını bir iç dökümü halinde bizimle paylaşabilir miydi? Hem evet hem hayır. Evet, çünkü, başka bir vesileyle aktaracağım, bir şiirine de yayılan bir tinsel karşılaşmayı, genç bir kadına duyduğu şiirsel ve ilginç yakınlığı bütün detaylarıyla anlatmış ben de kelimesi kelimesine not almıştım. Hatta ‘bana itiraf ettirdiniz, konuşturdunuz, dedi espriyle.’ Sezai Karakoç yeri geldiği zaman konuşmayacak bir insan değildi. Yaşadığı onca hadiseyi güçlü hafızası aracılığıyla o kadar canlı anlatıyordu ki hayran kalmamak elde değildi. Monna Rosa’da bir yanda şiir vardı bir yanda da şehir efsanesi. Hem şiir, hem şehir efsanesi bağlamından koparılmış, adeta kendi varlık konumlanışının negatif boyasına çevrilmişti. Çünkü şiirde, artık Monna Rosa düzleminin çok ötesindeydi. Mutlak ve eşsiz bir aşk şiiri olan Monna Rosa, Sezai Karakoç şiiri içinde bir anlam bulabilirdi fakat Modern Türk Şiiri içinde eprimeye mahkumdu. Yeni şiir ataklarıyla, heceden serbeste çoktan sıçramış, yeni şiirimizin en kemikli dillerinden birisi hepten çatılmıştı Karakoç tarafından. Dönüp Monna Rosa’ya bel bağlamamak her şeyden önce poetik bir sorundu. Aşılmıştı. Meselenin şahsi tarafı ise ancak onun iç dünyasının konusuydu. Şehir efsanesinin, intihar, ölüm, tüfek, genç kadın, çılgın adam gibi parlattığı imajlar ise Karakoç’un düşünsel sitesinde yeri olan şeyler değildi. Bazı çevrelerin (tek tek sayardı, isim isim) kendi düşünce adamı vasfını gölgelemek için, bu hikâyeyi evire çevire dolayıma soktuklarını söylerdi. Bana göre, yıllarca yaptığı gibi, hiç oralı olmadan, şiire müdahale etmeden bırakılmalıydı Monna Rosa. Fakat, Karakoç, Geyve’yi Gülce yaptı. Başlangıçta, Malatya gülleri isimlendirmesine dayandı. Hayır, şiirin rüzgârı, şairi de aşmıştı. Geyve bir ‘aşk düğümü’ olarak orada çoktan altın düğümünü atmıştı. Geyve sadece bir mekân ismi değildi artık.

Sezai Karakoç
Sezai Karakoç
  • Bazı Çevrelerin (Tek tek sayardı, isim isim) kendi düşünce adamı vasfını gölgelemek için, bu hikâyeyi evire çevire dolayıma soktuklarını söylerdi.

Aşk, Sezai Karakoç duyuş ve tutumunun ateşi olduğu kadar kırbacı, rehberi olduğu güneşi, mağarası olduğu kadar menziliydi. Daha, 1951 tarihli ‘Rüzgâr’ şiirinde, aşk, ‘put’ kelimesi ile onda en çarpıcı vasfa bürünmüştü. Sonra (tut) oldu bu kelime. Kafiye işlevine indi. Oysa, put’u kırarak aşk yapmıştı çoktan. Yağmur Duası şiirinin zemininden aşkı çıkarınız kupkuru bir dil iskeleti kalır. ‘Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum’. Uçurumdur aşk çünkü yaratıcılığını buradan alır. O yaratıcılık törpülendikçe tutku, vasat bir alışkanlığa iner. Kadın, sevilen, âşık olunan özne, tam da İbn-i Arabi’nin yorumundaki üç esastan biridir Monna Rosa’da. Onu üçten koparıp, birin yalnızlığına, bir soyut mekân ismi olan ‘Gülce’ ye kapattığınızda sadece şiirden değil aşktan da düşersiniz. Sezai Karakoç’un bazı şiirlerinde, mini de olsa, akıl ve kültür düzeltmelerine rastlanır. Fakat ilk halleri her zaman ondaki aşk haliyle doludur. Aşktan aşkınlığa geçen bir süreçtir bu. Fakat ne aşk ne de aşkınlık bir başına anlamlıdır.

Pingpong Masası şirini düşünelim. Eğer bu şiiri okurken bir güzel dişi için görkemli boynuzlarını öldüresiye birbirlerine vurmayan geyikleri göz önüne getirmezsek sadece yeni şiirin görsel bir illüzyonuyla karşılaşırız. Oysa pingpong masası gösterdikleri kadar duyurdukları ve asıl sakladıklarıyla büyür. Tutkulu erkeği görmeyen göz sesin gelgitinde uyuşacaktır. Diyeceğim, 2. Yeni’de en çarpıcı cinsel kalkım hem de hiç beklenmedik şekilde Sezai Karakoç’ta dil bulur. Dölleyici duyuş, doğadaki bütün erilliği, kelimeler ormanında ziyaret eder. Tak! Tak! Seslerini bir tür dölleyici avatar olarak kullanır Karakoç. Dilin çok dibinde uyuyan bu maya, somut olarak bir olaya göz kırpabilir ama şiir yaşantısını bu aktüaliteyi aşabilmesine borçludur. İster, arzu edilip de tadılmamış hazlar, ister rüyası görülüp hayatla sarılmamış istekler olsun, özneden özneye akan teşnelik, bir aşk arayıcı olarak işleyen duyarlıkla yoğrulur, yorulur, bir yüksek istenç halinde sanat kalıbına dökülür. Monna Rosa’da beliren bu yüksek aşk istencini okumakta geciken çevre, elbette, Sezai Karakoç’un da bilinçli şekilde geri çekilmesini fırsat bilerek şiiri aktüel olanın loşluğunda, vasat algıya terk eder. Oysa, şair, her türlü tecrübesinde, dille, dilden koyularak ve dili arayarak tarihsel olanı dokur.

Ben Sezai Karakoç da her zaman bu ehlileşmemiş ve insan olmanın umut hücresi diye canlı kalan aşk halini gördüm, yaşadım. Yazdıkları kadar hayatı da bu ölçekle okunabilirse, ne olur acaba? Aşk, insan olduğumuz ve orayı aşmayı denediğimiz haller geçiti…