Gurbet iklimi

Köyün sonbaharı nasıl güzelse kışı da öyle güzeldir.
Köyün sonbaharı nasıl güzelse kışı da öyle güzeldir.

Hanefi Hoca, zihninde onlarca yeni düşünce ile adımladı yolları. Bir vadiyi andıran yol boyunca yürürken her yanı beyaza bürüyen kara özlemle baktı. Baktığı her yamaçta, her ağaçta yahut her derede bir anısı vardı. Gurbet, onun köyüne daha da âşık olmasına vesile olmuş, gönlündeki bağları daha bir kuvvetlendirmişti.

Kış bağıra bağıra gelir köyün yamaçlarından, tarlalarından ve alabildiğine sarp yokuşlarla dolu dağlarından. Güzle birlikte sararan yapraklar, ağaçlar, karla birlikte beyaza bürünür.

Her yanı bürüyen beyazlık, öğlen güneşinin önünde öyle bir parıltı yayar ki gözler kamaşır, nefesler kesilir. Kurtların, tavşanların, tilki ve çakalların kara düşen izleri bile gönle neşe verir. Yürekte heyecan uyandırır. Köyün sonbaharı nasıl güzelse kışı da öyle güzeldir. Kış güzeldir güzel olmasına, lakin bir o kadar da çetindir, haşindir, acımasızdır…

Karlı günlerde ekmeğini bazen taştan, bazense çimento ve tuğladan çıkarıp gurbetten sılaya dönerdi Güneydere köyünün erleri. Elli hanelik köyün geçimi hayvancılıktı ama gelin görün ki bahardaki birkaç aydan sonra sararıp kuruyan dağlardaki ot yetmezdi herkese.

Esareti altına aldığı her canlının iflahını söker, ümüğünü sıkar. Hele ki koca dağlar arasında, gözlerden ırak yerlerde hepten zorba kesilir. Kapattığı yollarla araçlara ve insanlara, örttüğü tabiat örtüsüyle hayvanlara ve bitkilere gün yüzü göstermez. Başka yerlerde başka vakitlerde sefadır belki, ama köyün de köylünün de mahrumiyeti ve cefasıdır kar. Bu yüzden ayazında yüzü kırmızıya dönmüş, tipisinde kaşları buz kesmiş köylünün, karla imtihanı fazlasıyla dramatik ve çoğunlukla hazindir.

İşte böylesine karlı günlerde ekmeğini bazen taştan, bazense çimento ve tuğladan çıkarıp gurbetten sılaya dönerdi Güneydere köyünün erleri. Elli hanelik köyün geçimi hayvancılıktı ama gelin görün ki bahardaki birkaç aydan sonra sararıp kuruyan dağlardaki ot yetmezdi herkese. Yahut yokuşlarda taştan, kayadan seçilerek ekilen arpa ve buğdayın hasadı masrafını kurtarmazdı. Bu sebepledir ki köyün civan delikanlıları her bahar başında, karların koca dağlardan eriyip derelerde şırıl şırıl akan suya dönüştüğü vakitlerde, gurbetin yolunu tutarlardı. Ahırdaki ineğin ve koyunun bakımı da kundaktaki çocuk ile yataktaki yaşlı ana ve babanın derdi de evdeki gelinlerin omuzlarına yüklenirdi. O gelinler ki çoğu daha gençliğinin baharında, gözleri eşinin gözlerinde kalmış, gönülleri ise bin bir türlü hülyanın heyecanıyla atmaktadır. Ana ocağından ayrılıp kaynana, kaynata yanında kaderine razı, evine ve çocuklarına hizmetkâr bir anne olmanın kıvancıyla günlerini sürdürmektedirler.

 Zaman, köyün altından akan deredeki suyla birlikte akıp gitti. Buzlar eridi, dağların karları sellere dönüp kayboldu.
Zaman, köyün altından akan deredeki suyla birlikte akıp gitti. Buzlar eridi, dağların karları sellere dönüp kayboldu.

Hanefi de gurbet bellediği “büyük şeher”İstanbul’dan, sıla diye burnunda tüten köyüne döndüğünde kara kış tüm heybetiyle kendini göstermişti. Yorgun gurbetçi, içinde onca heyecan kıpırtısı ile köye 3 km uzaklıkta bulunan ana yolda içi sımsıcak kamyonetten indi. Şoföre bir baş selamı verip köye çıkan yola doğru adımladı. Omzuna attığı ağır valizin içinde ne yoktu ki; hanımı için elbise, çocuklar için oyuncak, iyice yaşlanan babası için içlik… Bir de birkaç gün içinde Kur’an öğretmeye başlayacağı talebeleri için onlarca çikolata… Evet, Hanefi gurbette bir inşaat işçisi, evinde bir eş, baba ya da oğuldu. Amma bunlarda öteye o tüm köylü için hele ki köyün yirmi yaşından küçükleri için sesiyle herkesi saygı hizasına sokan bir “Hoca”ydı. İki üç yıldan beridir, köyde okutmadığı çocuk, Kur’an ezberletmediği genç kalmamıştı. Ağırlığı, vakar ve duruşu ile tüm köylü için o sadece Hanefi Hoca idi. Onun adaletinden, güven ve sadakatinden kimse şüpheye düşmez, herkes önünde saygıyla düğme iliklerdi.

Hanefi Hoca, zihninde onlarca yeni düşünce ile adımladı yolları. Bir vadiyi andıran yol boyunca yürürken her yanı beyaza bürüyen kara özlemle baktı. Baktığı her yamaçta, her ağaçta yahut her derede bir anısı vardı.

  • Gurbet, onun köyüne daha da âşık olmasına vesile olmuş, gönlündeki bağları daha bir kuvvetlendirmişti. Onun köye gelişine sadece ailesi sevinmedi elbet. Torununa Kur’an öğretilecek dede ve nineler, oğluna ya da kızına din dersi verilecek anne ve babalar da çok sevindi.

Hoca’nın köye varışının üçüncü günü dersler başladı. Ortasında büyükçe soba yanan odayı sağlı sollu şekilde dolduran elliye yakın çocuk ya da gencin sesi, her yana ayrı bir neşe getirdi. Karlı dağların ardında her şeyden herkesten uzak bu köy yerinde Hanefi Hoca’nın oluşturduğu iklim, yaşama dair en güzel amaçtı... Sabah ezanı ile başlayıp akşam namazı ile biten canlılığın belki de en net göstergesiydi.

İki üç yıldan beridir, köyde okutmadığı çocuk, Kur’an ezberletmediği genç kalmamıştı. Ağırlığı, vakar ve duruşu ile tüm köylü için o sadece Hanefi Hoca idi.
İki üç yıldan beridir, köyde okutmadığı çocuk, Kur’an ezberletmediği genç kalmamıştı. Ağırlığı, vakar ve duruşu ile tüm köylü için o sadece Hanefi Hoca idi.

İşte bu yüzden köyün kızarık yüzlü çocukları, Hoca’dan ürkseler de her derse koşarak geliyor ve diğer günü iple çekiyorlardı. Günler böyle geçti uzun kış boyunca. Köy, çocuk ya da gençlerin ara sıra okudukları ilahilerle şenlendi, hayat buldu. Köylünün dilinde “oda, Kur’an, cüz, Elifba, tâlim” gibi kelimeler her gün söylenen ve herkesçe bilinen bir sese dönüştü. Ve her kelimeden sonra “Allah Hoca’dan razı gelsin!” duası herkesin boynuna borç oldu. Hanefi Hoca, kimin ne dediğine bakmaksızın okumaya, okutmaya ve bir muallim havasında üzerine vazifeymiş gibi gençlerle hemhâl olmaya devam etti. Zaman, köyün altından akan deredeki suyla birlikte akıp gitti. Buzlar eridi, dağların karları sellere dönüp kayboldu. Sarıgüney’den, Kabak Dağı’ndan, Ziyaret’ten köye doğru bir bahar esintisi gelmeye başladı. Kupkuru dağlar yemyeşil otlarla kaplandı; kuzular, danalar aylarca süren esaretlerinden kurtulup otların içinde yuvarlanır oldu.

Bahar tüm heyecanı ve güzelliğiyle geldi. Geldi gelmesine ama taze gelinlerin gönüllerine pek de iyi gelmedi. Dört beş ayı bulan vuslatlar, yerini yeniden bir ayrılığa bıraktı. Eli ekmek tutacak delikanlılar, valizlerini sırtlanıp tekrardan gurbet yoluna düştü. Herkes gibi Hanefi Hoca da gitti.

  • Günlerce Kur’an okuyan diller sustu. Köylünün gözünde Bilaller yetiştiren bir medrese hüviyetindeki oda, yeniden sessizliğe büründü. Köyünde hoca olan Hanefi, üzerindeki “hocalık” kisvesini bir kez daha çıkarıp gurbetin yakıcı ikliminde bir kez daha çimentoya, kuma ve suya bulandı.

Hayat da böyle değil miydi zaten? Yere, zamana ya da insanlara göre yeni yeni kimliklere bürünmenin, kâh ağlamanın kâh gülmenin karşılığı değil miydi? Bir gün umudun heyecanıyla atan kalp diğer gün kahır ve hüznün gölgesinde ezilmiyor muydu? Hanefi’nin umudu da artık aylar sonrasına kalmış, hocalık günlerine yeniden dönme hevesi epeyce ileri atılmıştı.

Bu ileri atılışın karşılığı ise yaz geçip karlı günlerin başladığı ertesi kışta daha da belirginleşti. Köyün Bilallerinin ellerinde Kur’anları Elifbaları ile bekleştiği günlerde içlerini acıtan haber, tipinin korkutucu sesi ile birlikte geldi: “Hanefi Hoca gurbeti daha da uzatmış, Almanya’ya gitmiş. Birkaç seneye anca dönermiş diyorlar.”

Bu söz nice masumu yaraladı. Nice genci hayal kırıklığına uğrattı. Lakin bu durum köyün altındaki dereden akan suyun akışını da dağlardan bir uğultu eşliğinde esen karın sesini de değiştirmedi. Sadece Kur’an bülbülleri ötmez oldu, Hanefi Hoca’nın “Seni hayvan eti yemişin evladı…” ile başlayan cümleleri yitip gitti. Koca bir köyün bu büyük susuşu, kahır dolu yüreklerin haykırışından başkası değildi.