Âh Mine'l-Mevt: Fatıma Şeref Hanım

Ölümü bir vuslat, ölüm vaktini ''şeb-i arus'' olarak adlandıran bir geleneğe mensup olan Osmanlılar da, ölümü, hayat kadar doğal bir olgu olarak kabul etmişlerdi.
Ölümü bir vuslat, ölüm vaktini ''şeb-i arus'' olarak adlandıran bir geleneğe mensup olan Osmanlılar da, ölümü, hayat kadar doğal bir olgu olarak kabul etmişlerdi.

Mezar taşı kitabelerinden izlenebilecek bu büyük değişimle birlikte, özellikle önceki dönemlerde "Hüve'l-Bâkî" gibi kalıcı olanın yalnızca Allah olduğunu vurgulayan ibare ve çeşitli ayetler, ilerleyen yüzyıllarda yerini, "Âh mine'lfirâk, Âh mine'l-mevt" gibi yakınma ifade eden ibarelere bıraktı.

Nasıl diyordu Yunus Emre dedemiz: "Yalancı dünyaya konup göçenler/ Ne söylerler ne bir haber verirler/ Başları ucunda hece taşları/ Ne söylerler ne bir haber verirler." "Hece taşı", mezar taşının halk ağzındaki deyimidir. Türkler, eski asırlardan beri atalar kültü ve bunun yanında ahiret inancı sebebiyle zengin bir mezar taşı kültürüne sahip olmuşlardır. İslamiyet'ten önce, "balbal" adı verilen heykellerden oluşan mezar taşları kullanılırken, İslamlaştıktan sonra daha çok sembol, motif ve nazımlarla bezeli, yazılı mezar taşlarıyla Türklerin mezar anlayışı da yeni bir form almıştır.

Ölüm artık "kavuşulması beklenen" olmaktan çıkıp "kaçınılması gereken" olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Ölüm artık "kavuşulması beklenen" olmaktan çıkıp "kaçınılması gereken" olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

İslamlaştıktan sonra değişen Türklerin mezar taşı geleneğinde, kabirde medfun bulunan kimsenin hayatı, cinsiyeti, statüsü, mesleği, tarikatı gibi bilgiler çeşitli sembollerle mezar taşlarında yer alırdı. Bazen kitabede bulunan bir iki mısra bazen kullanılan küçük ama anlamlı motifler bazen de sadece mezar taşının formu medfun bulunan kimsenin hayatını özetlemeye yetmekteydi. Bununla birlikte mezar taşları dönemin sosyal yaşamını, halkın ölüme karşı bakış açısını yansıtması bakımından da oldukça büyük bir önemi haizdi.

Ölümü bir vuslat, ölüm vaktini "şeb-i arus" olarak adlandıran bir geleneğe mensup olan Osmanlılar da, ölümü, hayat kadar doğal bir olgu olarak kabul etmişlerdi. "Biz ölüleriyle yaşayan bir milletiz." cümlesiyle özetlenebilecek olan bu anlayış gereği Osmanlılar mezarlıkları, şehrin içinde kimi zaman cami bahçesi kimi zaman en güzel manzaraya sahip noktalara konumlandırmışlardı.

  • Böylelikle dünya hayatının sona erip, ahiret hayatının başladığı bir nirengi noktası olan ölüm, yaşamın merkezine alınmıştı. Bu şekilde, bir çeşit tarlaya benzetilen dünya hayatının geçiciliğine vurgu yapılır, yaşamın bu düşünce minvalinde düzenlenmesi gerektiği vurgulanırdı.

Ancak Osmanlı'da tabii bir olgu olarak sükûnetle karşılanan ölüm, Batı medeniyetinde soğuk ve kaçınılması gereken bir olgu olarak öne çıkmıştı. Bu durum, Osmanlı'da 18 özellikle 19. yüzyıllarda modernleşme hareketleriyle birlikte zarafetinden ödün vermeden, ölüme karşı hâkim olan kabullenici tutumda değişikliklere yol açmış, yaşamın ayrılmaz bir parçası olan ölüme karşı bir serzeniş hâli hâsıl olmuştu.

Ölümü bir vuslat, ölüm vaktini "şeb-i arus" olarak adlandıran bir geleneğe mensup olan Osmanlılar da, ölümü, hayat kadar doğal bir olgu olarak kabul etmişlerdi.
Ölümü bir vuslat, ölüm vaktini "şeb-i arus" olarak adlandıran bir geleneğe mensup olan Osmanlılar da, ölümü, hayat kadar doğal bir olgu olarak kabul etmişlerdi.

Mezar taşı kitabelerinden izlenebilecek bu büyük değişimle birlikte, özellikle önceki dönemlerde "Hüve'l-Bâkî" gibi kalıcı olanın yalnızca Allah olduğunu vurgulayan ibare ve çeşitli âyetler, ilerleyen yüzyıllarda yerini, "Âh mine'l-firâk, Âh mine'l-mevt" gibi yakınma ifade eden ibarelere bıraktı. Bu duruma verilebilecek en güzel örnek, devlet ricalinden ulemaya dek birçok kimseye inzivagâh olan Süleymaniye Camii haziresinde medfun bulunan Abdullah Galip Paşa'nın torunu, Mustafa Fevzi Bey'in kız evladı, Fatıma Şeref Hanım'ın lahit mezarıdır. Caminin mihrap kısmı önünde bulunan bu zarif mezar, kitabesini dahi okumaya kalmadan, hikâyesini "görmeyi bilen gözlere" anlatı vermektedir. Barok üslubuyla inşa edilen bu lahit mezar, hanımların letafetini simgeleyen gül ve fiyonk motifleriyle bezenmiştir. Oldukça sanatlı olan bu mezar, P.C. Pascalidi adında Rum bir ustanın imzasını taşımaktadır. Baş ve ayak olmak üzere iki şahideye sahiptir. Baş şahidesin de kullanılan duvak figürü öylesine ustalıkla işlenmiştir ki âdeta zarafetin mücessemleşmiş hâlidir.

Fatıma Şeref Hanım'ın mezarı.
Fatıma Şeref Hanım'ın mezarı.

Baş şahidesi kitabesine baktığımız zaman ise hanım mezar taşlarında ismin, baba yahut eşin ismi ile beraber yazılması geleneğinin sürdürüldüğü gözlemlenmektedir:

Ekâbir-i vüzerâdan merhûm Abdullah Gâlib Paşa hafidesi ve Selânik Damga Kaleminden Mustafa Fevzi Bey'in on yedi yedi yaşında iken vefât eden kerimesi Fatma Şeref Hanım'ın kabridir.
Kabrin ayak şahidesinde ise dalı kırılmış gül goncası figürü bulunmaktadır. Değil midir ki baharın bir diğer ismi de gül mevsimidir, neşe ve sevinci temsil eder. Daha açılamadan dalı kırılmış gül, ömrünün baharına henüz ulaşmış on yedi yaşında olan Fatıma Şeref Hanım'ın hayatını yitirişini simgelemektedir. Bununla birlikte ayak şahidesi kitabesine bakıldığında zamansız ölüme karşı serzeniş duyumsanmaktadır. Böylelikle yaşanılan dönem itibarıyla insanların ölüm telakkilerindeki değişim gözler önüne serilmektedir:
  • Ey zâir şu taşın altında yatan genç
  • Kızların en pâk ve afif ve en zeki
  • Ve en güzellerinden biri idi heyhât
  • Ecel onu on yedi yaşında şu gördüğün
  • Toprağa serdi yegâne emeli olduğu
  • Âilesinin kalbgâhından mevtin
  • Henüz pek tâze iken kopardığı bu nâdide
  • Çiçek nûr-ı zekâ ve ma'lumat ile mümtâz
  • Hüsn-i ahlâk ve nâmûsa mücessem misâl
  • İdi rûh-i ma'sûmu için Fâtiha
  • Fi 13 Kânun-ı Sâni sene 1325 (m.26 Ocak 1910) Yevm-i Çarşamba"

Son tahlilde, ölümün modern zihinlerde dünya hayatının geçiciliğine dair bir nasihat olmaktan çıkmasıyla birlikte, mezarlıklar şehrin merkezinden olabildiğince uzakta yalnızca defin yahut bayram münasebetiyle ziyaret edilmesi gereken mekânlara dönüşmüştür. Ve ölüm artık "kavuşulması beklenen" olmaktan çıkıp "kaçınılması gereken" olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Dünden bugüne dinî inançlarla millî duyguların mezcedildiği mekânlar olan mezarlıklar, yalnızca bir tefekkür vesilesi değil, aynı zamanda kültürel hafızamıza ışık tutmasıyla da birer kültür vesikası olarak açık hava arşivimiz olan topraklarımız üzerindeki yerini almıştır.

Mezarlıklar şehrin telaşından uzakta nefes alınacak bir gölgeliği koşulsuz olarak bizlere sunan, hâlâ nasihat almak isteyenlere hikâyelerini anlatmaya devam eden inziva mekânlarıdır... Son söz niyetine:

Ey zâir! Bak, düşün, ibret al. Karımla soluğumuz kesilmiş, şaşkın ifadelerle, birbirimize bakıyor, başımızı karşımızda duran çocuğumuza çeviriyorduk.

"Solyaris" filminin aydınlattığı odada göz göze gelmiştik çocukla. İçeride ağlamakta ve nerdeyse gırtlağı yırtılan çocuğumuzun sesi eşliğinde işte karşımızda çocuğumuzla dehşet ve ürperti içinde birbirimize bakıyorduk. Elinde kırmızı bir oyuncak araba, gözlerimizden gözlerini çekmeyerek, aracı bir sağa bir sola ilerletip geri çekerek bizlere odaklanmıştı.