Hafızanın izinde geçmişe uzanan hikâyeler bugün yeniden yazılıyor

Hafızanın izinde geçmişe uzanan hikâyeler bugün yeniden yazılıyor
Hafızanın izinde geçmişe uzanan hikâyeler bugün yeniden yazılıyor

Anlatılmayacak hikâye yoktur hayatta. Her şey yaşanır ve geriye kalanlar bizim hikâyemiz olur. Anlatma isteğimiz bizi paylaşılacak hikâyeler biriktirmeye iter. Geçmiş zaman tam da bunun için hayatımızda yer tutar.

Hafızamız bizim en büyük hazinemiz. Yaşarken biriktiririz. Bunu bilinçli ya da bilincimizin dışındayken de yaparız. Ayakta kalmak için sımsıkı sarılırız anılarımıza. Anlatmaya başlarız. İyiyi kötü ile anlatırız. Sevgi ve nefret birden bire yan yana gelir. Adına hikâye deriz çoğu zaman.

İğne sırası bekleyen hastaların hepsinin elinde aynı ilaç vardı, B12. Birbirleriyle konuşurlarken hepsinin de dilinde aynı serzeniş dönüp durdu; “Unutuyorum.” Sonra biri elini cebine attı. “İşte bak, telefonu evde unutmuşum bile.” dedi. Bir teyze hızla hırkasının cebine baktı; “Tüh, zikirmatik evde kalmış.” Bir amca elini başına götürdü, “Hayda! Takkeyi unutmuş.” dedi. Hemen diğerleri de ceplerini, üstünü, başını yokladı, yokladı. Tastamam olanlar sevindi. Eksiğini fark edenler durup durup hayıflandı. En sonda oturan dede kalabalığa doğru seslendi; “Dişlerim evde kalmış.”

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Durum aslında bu kadar net. İnsan zihninin de bir sınırı var ama her şey zamanla kendi yolunu buluyor. Bazen iki gün önce yaşananları hatırlamakta zorlanırken bir bakıyoruz çocukluk yıllarının bir sahnesi gelip önümüze çıkıyor. Önemsiz gibi gördüğümüz anlar bir anda gözümüzün önünden film şeridi gibi geçiyor.

Bir dağın çıkabildiğin kadar yükseğindesin. Nefes nefese. Dönüp ardına baktığında geride bıraktığın her şey olduğundan daha küçüktür artık. Bir dağa çıkmak gönlün genişlemesidir. Başının bulutlara daha da yaklaşması, efkârının savrulup dağların ardına gitmesidir. Bakarsın etrafına, tek başına olmanın verdiği bir cesaret gelir içine. Tam da öyle bir hâldesin. Kollarını açarsın ve avazın çıktığı kadar; “Dağlarda şarkı söyle!” diye bağırırsın. Sesin yankılanır dağlarda, dağlarda, dağlarda… Sahne burada sona erer. Aradan uzun yıllar geçer. Aynı dağın yanından geçerken bir anda kollarını açıp bir şiiri şehre doğru haykırdığın gelir aklına. “Nasıl yapmışım?” dersin içinden. “Şimdi olsa yapmam.” Bu ölümsüzlük anı zihninde saklanmaya devam eder.

Geçmiş zaman ikiye ayrılır; bilinen geçmiş zaman, öğrenilen geçmiş zaman. Bildiklerimiz ve öğrendiklerimizle kendi hikâyemizi oluşturmaya devam ederiz. Zaman daha karmaşık bir hâle geldiğinde hikâye birleşik zaman ve rivayet birleşik zaman da anılar biriktirmeye başlar. Hayat bazen rivayetlerden de ibaret olabilir.

Çocukluk, bir anılar cennetidir. Ne kadar kötü olursa olsun ne anlatılıyorsak hep çocuk renkli bir duraktan topluyoruz hikâyelerimizi. Biraz acı, yalnızlık, umut kırıntıları, zamanın durmak bilmeyen çarkı, çokça hüzün, gözlerinin içi gülen bir duruş, kalbini onaran bir rüzgâr, tarifsiz sevinç ve yaşamak denen bir tutam nefes birleşip hikâyemizi oluşturur. Biriktiririz. Unutmamak için aralara virgül koyarız, bir noktalı virgülle uzatırız cümleleri.

Herkesin bir hikâyesi var. Anlattığı, anlatamadığı, içinde sakladığı ya da dağlara çıkıp boşluğa haykırdığı. Unuttuklarımız ya da hatırladıklarımız, belki de bizim sandığımız başkalarının hikâyesinden başka bir şey değil.

B12 ilacı yazmaya devam ediyor doktorlar. Sırada bekleyen herkesin elinde aynı ilaç. Unutulan hikâyelerle yazılan hikâyelerin arasında ne çok şey kaybediyoruz farkında olmadan. Tuz buz oluyor üstümüze değen yağmur taneleri.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.