Haiti (2)“Merci Abu Bakr! Merci Abu Bakr”

cns
cns

Yetimhanenin yöneticisi bir kadınmış. Kadın ateist olduğu ve çocuklar herhangi bir diniöğretiye göre yetiştirilmediği için misyoner kuruluşlar yetimhaneye destek vermiyormuş.Ancak İHH belli aralıklarla bu yetimhaneye yardım gönderiyor, Ebubekir’de bir kaç ayda biruğrayıp yardımları teslim ediyormuş. Hikâye çok ilginç…

Dünyanın en tehlikeli ülkeleri listesinin vazgeçilmez üyelerinden Haiti’deyiz. “Biz gelene kadar otelden çıkmayın” sözünün ağırlığını test etmek için su almaya gidiyoruz.

Marketler ve benzin istasyonları silahlı güvenlik görevlileri tarafından korunuyor. Her ne kadar garajı andırsa da büyükçe bir süpermarkete giriyoruz. Bu bölgedeki marketleri işletenler genelde Hristiyan Araplar. Marketin içinde aynı zamanda gözetleme kulesi görevi gören yüksek bir kürsü var. Kürsünün tepesinden marketi gözetleyen beyazla göz göze geliyorum. Bakışlarımız yumruklaşıyor. Benden nefret ettiğini hissediyorum. Suların olduğu bölümde bazı Türk markalarına rastlıyorum. Aralarında iki yıl önce şişelenmiş sular var. Farklı markalarından daha taze bir seçim yapıyorum, fiyatlar yükseliyor. Marketin çıkışında bir güvenlik görevlisi daha: boynunda makineli tüfek, eli daima tetikte...

Bu bölgedeki marketleri işletenler genelde Hristiyan Araplar. Marketin içinde aynı zamanda gözetleme kulesi görevi gören yüksek bir kürsü var. Kürsünün tepesinden marketi gözetleyen beyazla göz göze geliyorum.

Anlattıkça sahneler yavaş yavaş belirginleşiyor, pus dağılıyor ve ilginç anlar hatırlıyorum. Marketten aldığımız balık konservesini nasıl açmamız gerektiğini tartıştığımız geliyor aklıma. Yekpare konserveyi kesecek aracımız yok. Ne yapsak ne etsek olmuyor. Peki, balkondaki demir sandalye işe yaramaz mı? Sonraki sahne şöyle: konserveye saplanmış paslı bir sandalye ayağı ve ben sandalyenin üzerindeyim, her yer balık... Bu balık kaç yıldır konservenin içinde? Öylesine ağır kokuyor ki, tadına bakmak cesaret istiyor.

Birazdan çıkıp işe koyulacağız. Belli ki gün boyu yollardayız. Ancak aracımız hareket ettikten beş dakika sonra polis tarafından durduruluyor. Çünkü şoför koltuğunda bir beyaz var. Bir insan ilk defa geldiği ülkede, tanımadığı trafikte, hassasiyetlerini bilmediği toplumda, neden araç sürmek ister? Selahattin istedi ve biz buna izin verdik. Ve işte aracımız çevrildi; bir müddet uğraşmak zorundayız. Görünen o ki bizi durdurmak için mantıklı bir sebebe ihtiyaçları yok. Selahattin araçtan iniyor, yan koltuğunda oturan siyahi arkadaş da. Dışarıda bir şeyler konuşuyorlar. Camlar filmli olduğundan beni henüz görmediler. Biraz sonra polislerden biri camların açılmasını emredecek ve sonrasında işler karışacak. Beni gördükten sonra polisin heyecanla silahını doğrultması, tüm trafiği durdurup etrafa bağırıp çağırmaları, araçtan indirilip üstümün aranması... Kısa kollu ceketleri, güneş gözlükleriyle film kahramanına özenmiş polislerin etrafımı sarması... Fazla abartılmış bir Hollywood filmi sahnesi yaşıyoruz. Uzun yıllar aradıkları kaçağı yakalamış gibi heyecanlılar. Öylesine abartıyorlar ki ister istemez gülüyorum. Buna biraz da uzun saçlarımın sebep olduğunu düşünüyorum.

  • Polislerden kurtulduktan sonra yakınlardaki bir mescide doğru yol alıyoruz. Yolda çadırlardan oluşan büyük mahalleler görüyorum. Depremde evini kaybedenler buralara sığınmış.

Çadır yığınları şehrin merkezinden tepelere doğru uzayıp gidiyor. İşte mescide geldik. Büyük bir garaj kapısının önündeyiz. Sürgülü kapı yavaşça açılıyor ve silahlı güvenlik görevlisi bizi karşılıyor. Bu nasıl mescit, anlamakta zorlanıyorum. Kapının ardında bambaşka bir dünya başlıyor: genişçe bir alan, belki de bahçe. Gençler eğlenip koşturuyor. Bazıları gruplar halinde oturmuş muhabbet ediyor ve aynı zamanda elişi yapıyor. Erkekleri elişi yaparken görmeye alışkın değilim ancak topluca elişi yapan erkekler çok daha ilginç. Fark ediyorum ki kendi takkelerini örüyorlar. Bahçenin sonunda havuz tipi abdest alma yeri var. Yüksek havuzdan kaseyle su alıp dökünüyorsun. Şadırvandan sonra ise mescit geliyor. Mescitte kimi ders halkası kurmuş ders çalışıyor, kimi namaz kılıyor, kimi bilgisayarını açmış internette takılıyor, kimisi de uyuyor. Daha ilginç olanı bir mutfakla karşılaşıyorum, kadınlar büyük tencerelerde yemek yapıyor.

Çadır yığınları şehrin merkezinden tepelere doğru uzayıp gidiyor.
Çadır yığınları şehrin merkezinden tepelere doğru uzayıp gidiyor.

Ülkede birkaç gün geçirdikten ve aynı yapıya sahip başka mescitler gördükten sonra çözmeye başlıyorum durumu. Her mescidin demirden yapılma sürgülü kapısı ve bahçesi var. Ve çoğunda eli silahlı güvenlik görevlisi... Eğer Müslümansan kapıdaki güvenliğe kendini tanıttıktan sonra içeri girebiliyorsun. İçeri girdikten sonra günlerini ve belki de haftalarını geçirebileceğin şenlikli bir ortam seni karşılıyor. Her mescidin kendine özgü ortamı, ayrı tadı var. Bu durum Müslüman olmayan gençlere çok gizemli geliyor. Konuştuğum bir imam bana cuma günleri her mescitte bir kaç gencin Müslüman olduğunu anlatıyor. Ve o an fark ediyorum, karşılaştığım Müslümanların hepsi gençlerden oluşuyor. Üstelik çoğu yeni hidayete ermiş. Gayrimüslim gençleri mescitlere çeken başka sebepler de var. Eskinin torbacılarından, kulağı kesiklerinden, yeraltı dünyasının ağır abilerinden bazıları Müslüman olmuş. Saygı duydukları insanların hidayeti gençleri etkilemiş. Köşe başlarında, ellerinden tutup kendilerini mescide götürecek birini bekliyorlar sanki. Haiti’de İslam’ın hızla yayılacağını tahmin etmek zor değil.

Haiti’de mescitler arasında yolculuğumuz devam ediyor. Rehberimiz beş yıl kadar önce Müslüman olmuş Ebubekir.

Daha önce Diyanet vesilesiyle Türkiye’ye gelmiş ve dört aylık eğitim almış. Yol boyunca geçtiğimiz yerler hakkında bize bilgi veriyor. Bir ara, yolumuzun üzerinde bir yetimhane olduğunu söylüyor. İstersek uğrayabilirmişiz. Yetimhanenin yöneticisi bir kadınmış.

Kadın ateist olduğu ve çocuklar herhangi bir dini öğretiye göre yetiştirilmediği için misyoner kuruluşlar yetimhaneye destek vermiyormuş. Ancak İHH belli aralıklarla bu yetimhaneye yardım gönderiyor, Ebubekir’de bir kaç ayda bir uğrayıp yardımları teslim ediyormuş. Hikâye çok ilginç. Selahattin’le bir süre düşünüyoruz. Yanımızda yetimlere verecek uygun bir hediye yok, keşke haberimiz olsaydı önceden hazırlık yapardık. Sonra karar veriyoruz: “Haydi, gidelim.”

Ebubekir araçtan iner inmez bir gürültü kopuyor. Çoğu 4-5 yaşlarında onlarca çocuk çığlıklarla, şarkılarla, sevinçle Ebubekir’e saldırıyor.

Size o anı anlatmak istiyorum. Yetimhanenin bahçesine girdiğimiz anı. Önce Ebubekir’i tarif etmeliyim. Kısa saçlı, uzun sakallı, sürekli takkeli, gömlek cebi misvaklı, bol şalvarlı, siyahi sempatik bir genç. Yetimhaneye giriş yapıyoruz. Ebubekir araçtan iner inmez bir gürültü kopuyor. Çoğu 4-5 yaşlarında onlarca çocuk çığlıklarla, şarkılarla, sevinçle Ebubekir’e saldırıyor. Kimi yanaklarından öpüyor, kimi paçalarına yapışıyor, kimi üstüne atlıyor, kimi ellerini tutmaya çalışıyor. Öylesine büyük bir sevinç gösterisi ki bu, Ebubekir adım dahi atamıyor, onlarca yumurcağın elinde bir oyun hamuru gibi evirilip çeviriliyor. Sonra bu sevgi seli yavaşça bize doğru kayıyor. Ebubekir çocuklara bizim kim olduğumuzu nereden geldiğimizi anlatıyor. “Bu anları kaydetmeliyim” diyorum ama fotoğraf makinesini kullanmak mümkün değil. Çocuklar kollarıma sırtıma tırmanıyor. Sonra hep birlikte çığlık çığlığa şarkı söylemeye başlıyorlar: “Merci Abu Bakr! Merci Abu Bakr! Merci Abu Bakr...” Beni şaşırtan ve hatta ağlatan bu sevgi gösterisine Ebubekir alışık. Bu yetimhaneye uğrayan nadir insanlardan. Çocuklar kendisini çok iyi tanıyor. Ebubekir onların gözünde, her zaman hediyelerle gelen büyük kahraman. Yetimhanenin sahibesi bizi memnuniyetle ağırlıyor. Keyifli, rahat ve güleç bir kadın. Her birimizin kucağında ikişer çocuk, yetimhaneyi geziyoruz. Depremden sonra kimsesiz kalan çocukları toplayıp bu yetimhaneyi açmış. Çok sayıda kendine bakamayacak kadar küçük çocuk var. Bu sebeple yaşı büyük yetimler ufaklıklara ablalık yapıyor, çamaşırları yıkayıp yemekleri yapıyorlar. Yatakhaneyi üzüntüyle geziyoruz, gerçekten kötü durumda. Yetimhanenin bahçesinde, ikindi kızıllığında, çocuklarla oyunlar oynayıp gülüyoruz. Bir gün daha geride kalıyor. Ömrüm boyunca unutamayacağım bir gün...

Her birimizin kucağında ikişer çocuk, yetimhaneyi geziyoruz.
Her birimizin kucağında ikişer çocuk, yetimhaneyi geziyoruz.

Birazdan gitme zamanı gelecek. Çocuklar şarkılarla çığlıklarla bizi uğurlayacak. Araç uzaklaşırken sesler azalacak. Gittikçe küçülen görüntülerine bakakalacağım. İçim tarifsiz duygularla dolacak. Yol, hiç bitmeyecek... Daha uzun yollar gidecek, köyler, kasabalar, şehirler göreceğiz. Müslümanların Haiti’de nasıl yaşadıklarına şahit olacağız. Bir gün köy camisinde Cuma hutbesi dinleyeceğiz. Başka bir gün onlarca gençle tanışacağız. Burada yaşayan herkesin atasının bu topraklara köle olarak getirildiğini unutmayacağız. Unutmayacağım bir şey daha var. Ebubekir ve arkadaşlarının misafi rperverliği. Her ne kadar yapmayın etmeyin desek ve hatta yalvarsak da durmadılar. İftar ve sahurlarda hanımlarına bizim için özel yemekler hazırlattılar. Kendileri için lüks sayılan şeyleri bize gönül rahatlığıyla sundular. Bir seferinde Ebubekir’e, biraz sertçe, kendi yemeğimizi yapabileceğimizi, zahmet etmemelerini söyledim. Her zamanki gibi kabul etmedi. Neden böyle yapıp kendini yorduğunu ve benim canımı sıktığını sordum. “Böyle misafi r ağırlamayı biz sizden öğrendik” dedi. Daha da bir şey diyemedim.

Haiti’den ayrılırken yol bizim için bitmemişti. Buradan Küba’ya geçecek ve yeni hikâyelere doğru yolculuğa çıkacaktık. Sert, kuru, gri, kapitalist Haiti’den, renkli, semiz, vurdumduymaz, sosyalist Küba’ya geçmek bizde şok etkisi yaratacaktı. Uçak havalandıktan sonra yükseklerden Haiti topraklarını seyrettim. Hava kararmak üzereydi.