Harçlık

Sessiz, durgun bir çocuktu. Kimi günler aramıza katılmayı istemez bir köşede sessizce otururdu.
Sessiz, durgun bir çocuktu. Kimi günler aramıza katılmayı istemez bir köşede sessizce otururdu.

Nihayet o meşin topa paramız yetmişti. Mavi meşinden kocamandı, dükkânın önünde asılı duruyordu. Dilim dilim dikilmişti üstü. Plastik toplar kolayca yamulur ya da olur olmaz patlardı. Bu top yedi katlıydı.

Onu ilk kez yıkık bir evin bahçe duvarının üstünde otururken gördüm. Gözlerini bize dikmiş meraklı meraklı bakıyordu. Çorapları yoktu. Pantolonun paçalarını sıvamıştı. Sol kaşının üstünde kocaman bir beyazlık vardı. Yanından geçerken donuk bakışlarla: "Topunuz var mı?" diye seslendi. Cebimizde metelikten eser yoktu ama birden heyecanlanmıştık. Emre heyecanla: "Önümüz bayram. Hepimiz harçlıklarımızı birleştirip alabiliriz," dedi. Bu fikir hepimizin içine sindi. Bayramın gelişini dört gözle beklemeye başladık. Kısa zaman sonra Ömer'le içtiğimiz su ayrı gitmez oldu. Mahallede okulda öylesine yakındık ki bilmeyen kardeş sanırdı bizi. Çok olmamıştı mahalleye taşınmaları. İkimiz de devasa apartmanların arasında kümes gibi görünen beli bükülmüş ahşap evlerde oturuyorduk. Günün her saatinde birbirimizi görebiliyorduk. Her evin bahçesini ayıran çitler vardı. Ömer'in babası bir inşaatta çalışıyordu. Mahalleli birbirine akşam oturmasına giderdi. Sokakta çarşıda oyun alanında iyice kaynaşmıştık. Okulda da sıra arkadaşıydık.

Sessiz, durgun bir çocuktu. Kimi günler aramıza katılmayı istemez bir köşede sessizce otururdu. Kavga etmeyi sevmezdi. Çekinirdi. Çıkan kavgalarda çelimsiz çocuklardan dayak yediğini görür onun yerine ben sinirlenirdim. Kavgaya dalardım arka çıkmak için. Ona bakarken kendimi izler gibiydim. Sanırım okulun ilk aylarıydı. Eski öğretmenimizin tayini çıkmıştı. Sevinmiştim gidişine. Bir gün sobayı yakmak için babamın elime tutuşturduğu iki parça odunu: "Bunlar ince!" diyerek beğenmemiş, camdan fırlatıp atmıştı. Çok gücüme gitmişti. Hâlbuki babama söyleyene kadar akla karayı seçmiştim. Bir keresinde de tahtaya resim çizdim diye vurmuştu bana. Her sabah okula gitmek, ağır geliyordu. Yeni öğretmenimizi heyecanla bekliyorduk. Sıra gıcırtıları, defter, kâğıt hışırtılarıyla yerlerimize oturduk. Nihayet o an geldi. Çiçek desenli gömleğiyle, ütülü pantolonuyla, iri bir adam belirdi kapıda. Ayakkabılarından çıkan gacur gucur seslerle içeri girdi. Bütün sınıf ayaktaydık.

Önce o herkesi konuşturan garip gözlerle süzdü sınıfı. Bir yolunu bulup zihnimizi okuyor gibi hissettim o anda. Bütün sınıf büyülü bir perdenin ardına saklanmış gibi bakıyorduk. Herkesin dili tutulmuş gibiydi: "Oturun" dedi. Yanımızdan geçtiğinde dalga dalga ağır ter kokusu yayılmaya başladı. Bu anlarda öğretmenimin babama benzediğini düşünmeye başladım. Gözlerini sınıfa dikerek davudi sesiyle babamızın ne iş yaptığını sordu. Öğretmenler, ne zaman bu soruyu sorsa ölesiye utanırdım. Sıra bana gelmesin isterdim. O kadar soru varken sorulacak soru muydu bu. Herkes sırayla kalktı, oturdu. Sıra bana gelince cılız sesimle: "Adliyede mübaşir!" dedim. Ömer'e sıra gelince önce bocaladı. Ezile büzüle ayağa kalkıp söyleyecek bir şeyi yokmuş gibi öğretmene baktı. "İnşaatta çalışıyor öğretmenim," dedi. Bu sırada ön sıralardan Ali yüksek sesle atıldı hemen: "Öğretmenim ben Ömer'in babasını tanıyorum. Babası bizim inşaatta sıvacılık yapıyor," dedi.

Hiçbirimiz iyi bir mesleğin yeri gelince çok yararlı olabileceğini anlayamayacak yaşlardaydık. Öğretmen cevapları aldıktan sonra düş kırıklığıyla koltuğuna yayıldı. Derken uzun zamandır iple çektiğimiz bayram gelmişti. Soba yanan odaya büyük bir bakır leğen getirildi. O akşam leğende çiçek örgülü lifle tahta ovar gibi suratımızı acıta acıta yıkadı bizi annem. Sürekli gözüme sabun kaçtığı için ne yıkanmayı ne de elimi yüzümü sildirmeyi seviyordum. Kirli suları kovaya döktü. Banyodan temiz sıcak su getirdi. Yıkandık, kurulandık, misler gibi koktuk. Bütün gece zihnim alacağımız topta olduğu için heyecanlıydım. Kalbimiz küt küt atarak erkenden uyuduk. Sabah erken saatte annem odaya damladı. Fırlayıp doğruldum yatakta. Ilık bir eylül sabahıydı. Bayramlık elbiselerimizi giydirdi. Odaya çıktık. Babam içerde kolları sarkık, koltuğuna yayılmıştı. İkide bir ellerini başına götürüp kaşını karıştırıyor. Ben önde, kardeşim arkamda tin tin elini öptük. Ellerini zar zor uzattı. Annem: "Çocuklara harçlık versene," dedi.

Suratını ekşiterek, beklemediğim bir sertlikle: "Artık büyüdün. Her şeye aklın eriyor. Git çalış. Ne harçlığı kerata," Ağzımdan bir "Yaa!" çıktı. Annem dikildi karşısına: "Bari Salim'e ver! Tüh sana! Bir de baba olacaksın," "El kadar çocuk ne anlar paradan! Alırlar elinden!" deyip odada her daim kilitli duran gözden, iki gofretli çikolatayı çıkarıp minderin üzerine attı. Keyifli olduğu bazı günlerde duvara gömülü o gizemli dolabından biraz pestil, kayısı yahut erik kurusu verdiği olurdu bize. Son bir umutla azıcık daha bekledim fikri değişir diye. Sevinmeli mi üzülmeli mi karar veremedim. Bir şey diyemeden boynumu büktüm sadece. Annem halime dayanamamış olacak düğmeli küçük cüzdanından bir on lira tutuşturdu elime. Beni sımsıkı göğsüne bastırdı. "Çok şükür bugünlere," dedi. İlk kez kâğıt param olmuştu. Eve bayramlaşmaya gelen misafirlerden de üç beş lira toplamıştım. Kardeşim merakla: "Kaç paran oldu abi?" diye soruyordu. "Top almaya yeter herhâlde," dedim. Deliye dönmüştü sevinçten. Bir avuç dolusu çocuk heyecan içinde bakkalın önünde buluştuk. Herkes elindeki paraları çıkardı. Ömer hariç hepimiz harçlıklarımızı denkleştirdik. Nihayet o meşin topa paramız yetmişti.

Mavi meşinden kocamandı, dükkânın önünde asılı duruyordu. Dilim dilim dikilmişti üstü. Plastik toplar kolayca yamulur ya da olur olmaz patlardı. Bu top yedi katlıydı. Patlamaz diyordu herkes. Bakkaldan heyecanla dışarı fırladık. Yolda arkadaşlarıma nazımın geçeceğinden emin: "Bu, benim olsun ne olur," dedim. "Ne zaman çağırsak geleceksin," şartıyla onayladılar. Bir sıcaklık kapladı içimi. Her zaman oynadığımız parkın karşısındaki boş arsaya gittik. Arkadaşlarımın acelesi bana da geçmişti. Gökhan cin gibi çocuktu. Bücürlüğünün mükâfatını bizi çalımlayarak alıyordu maçlarda. Her golde sevinç çığlıkları yükseliyordu sokaktan. Bazen açık camlardan kulağımıza sesler geliyordu. "Ay! Şimdi camlar aşağıya inecek, bu veletler mahalleyi başımıza yıkacak," Kıs kıs gülüyorduk, aldırmadan. Maçın en heyecanlı yerinde Gökhan topu sektirip var gücüyle havaya attı. Top kaleye gideceğine yola düşerek hızla geçen bir arabanın altında kaldı. Bir sıçan ölüsü gibi yola yapışıp kalmıştı. Arabanın arkasından bakakaldık. Emre şaşkın gözlerle bağırdı, "Eee hani patlamayacaktı bu top?"