“Hatırladığımızda” başlayacak Türkiye fikri

​“Hatırladığımızda” başlayacak Türkiye fikri
​“Hatırladığımızda” başlayacak Türkiye fikri

Hikayenin sonunu hepimiz biliyoruz aslında. Fazla söze gerek yok. Sadecehatırlamamız gerekiyor, unuttuklarımızı. Bu yazının yarısını İstanbul’da,diğer yarısını da Ömer Halisdemir’in memleketi Çukurkuyu’da yazabildim.Çukurkuyu’da bir çay ocağında, her birinin yüz çizgileri Ömer Halisdemir’ebenzeyen adamların arasında... Bazılarıyla oturup konuştum da. ‘Bunuda yaz gazetene’ dedikleri pek çok şeyin arasından şunu söyleyeyim;Ömer Halisdemir’in asıl büyük kahramanlığının, bize hatırlattığı ‘şeyler’olduğunu onlar da biliyor.

“Bütün servetimiz, evlerimiz, mülklerimiz, bedenimiz ve ruhumuz büyük İslam hükümetinin yoluna feda olsun.”

(1897 Osmanlı-Yunan harbinde Karaçi halkının İstanbul’a çektiği bir telgraf notu)

I.

Hafıza, geçmişle değil gelecekle ilgili bir iradedir aslında. Unutmamanın geçerli makul yorumu aktarılmasıdır. Aktarabildiği oranda kıymetli, taşıyabildiği oranda ‘iyi’dir. Hafıza, iradi olarak insan olmanın açıklamalarından biridir bu açıdan. ‘Biz’ der demez başlar varlığını göstermeye. ‘Biz’ diye bir şeyden söz edeceksek iradi bir hafıza olmaksızın yapamayız bunu. Ne dâhildir ‘biz’in içine, ‘biz’ neye dâhildir? Sorular bunlar.

Cevapları, her gün yeniden verilen şeyler değil bunlar. Olamaz da. İnsandan söz edeceksek hafızadan söz etmek zorundayız. Ve bu bize geçmişin değil, geleceğin yorumunu verir. Çünkü karşısında olduğumuz şey artık bir tarihtir.

‘Biz’ der demez başlar varlığını göstermeye. ‘Biz’ diye bir şeyden söz edeceksek iradi bir hafıza olmaksızın yapamayız bunu. Ne dâhildir ‘biz’in içine, ‘biz’ neye dâhildir? Sorular bunlar.

Tarihten söz ediyoruz elbette, ne işe yarayacağından bahsediyoruz. Nasıl okunması gerektiğinden, çıkan sonuçları nereye koyacağımızdan söz açıyoruz. Yapılan ve yazılan bir şeydir tarih sonuçta. Sanıldığının aksine uzaklaşıldıkça daha sağlıklı yazılır. Yazan yapana değil, ‘olan’a sadık kalmalıdır çünkü. Aksi zamanla çürür her halükarda. 60 ihtilali sonrası, darbecilerin yayınladığı Ak Devrim kitabı bugün yaşıyor olurdu mesela. Ama yaşamıyor, entelektüellerimizin bile kütüphanelerinde yok. Nutuk, bir tarih kitabı sayılırdı hala. Ama sayılmıyor artık.

Modern Cumhuriyeti anlamanın yolu nereden geçiyor? Özel olarak elbette Balkan Harbi’ni anlamaktan, genel olarak I. Abdülhamid’den beri olan bitenlere bakmaktan. Başka yolu yok. Cumhuriyeti ilan etmekle, Osmanlı’nın son iki yüzyılını boğan sıkıntılardan kurtulmuş olmadık. Her şey gibi onları da devraldık. Batılılaşacağız demekle de onlardan kurtulmuş olmadık. Ne kadar kaçarsan kaç, hikayen seni bulur sonunda. Genç Cumhuriyet’in tevekkülle umduğu şeydi bu, yanıldı. Yanıldığını anlamadı.

Hatırladıklarımızda geçmiş için değil, gelecek için imkan doğacaktı bize. Bilemedi.

Radikal Batılılaşmacı kanatın bir türlü anlamak istemediği şey buradaydı. Var olursak, hatırlayacağız. Bu bir tercih değil, mecburiyet. Hatırladıkça hem aktarmak isteyecek hem de sınırlarını belirmek için hamle yapacağız. Onlar da anlasın diye daha açık söyleyeyim: Türkiye müstakil bir devlet olduğu sürece kendi istikametini kendi kuracak ve koruyacaktır. Somut cümlesi şu: “Varım ve bu oyunu bozarım.” Sonucun değil, niyetin önemli olduğu yerdeyiz.

Nefret edenler için de söyleyeyim; Erdoğan’dan kurtulmakla, kurtulacağınız bir ‘sorun’ değil sizin için Türkiye fikri. Çok çok yavaşlatır, belki erteleyebilirsiniz sadece. Ama şarkı durmaz, şarkı susmaz.

Çevirmenlerinin bir türlü anlamadığı, anlamak istemediği şeyi Batılı sahipleri elbette her zaman biliyordu. O yüzden erken Cumhuriyeti’nin ilk devrelerinde Türkiye’ye ve Türklere ‘Bahailik’ gibi yeni dinler teklif edenler, aslında en sağlıklı ve en sahici Batılılaşmacılarımızdı. Bu yatağın eninde sonunda akacağı yeri biliyorlar ve nehri kurutmayı teklif ediyorlardı. Ama burada yeni bir şey zaten yok; ‘onlar sizden asla razı olmazlar’ diyordu Kitap. Bu bilgi de ‘hafıza’mızda.

II.

  • Türkiye nedir? Bir soru bu. Mazlumlar için en güvenilir bayrağın özgürce dalgalanabilmesi için kuruldu Türkiye fikri. Bu net. Kuruluş günlerinin hikâyesi bütünüyle bunu söylüyor bize.

Türkiye nedir, ne için vardır ve nasıl kurulmuştur? Bu üç sorunun her birinin cevabı, baştan başa çevrelendiğimiz uluslararası kurumları ve evrensel yalanlarını bütünüyle boşa çıkaracak nedenleri sunuyor bize. Avrupa Birliği ve Türkiye mesela... Devlet ricalinin yutkunduğu için söyleyemediği, devlet ricali söyleyemediği için bazılarının ‘gerçek’ sandığı ve başka bazılarının da ‘gerçekmiş’ gibi sunduğu koca bir yalan. Doğrusu şu; bazı sorunlarımızı çözmek için Avrupa Birliği’ni kullanıyoruz, hepsi bu.

Türkiye’ye ve Türklere ‘Bahailik’ gibi yeni dinler teklif edenler, aslında en sağlıklı ve en sahici Batılılaşmacılarımızdı.
Türkiye’ye ve Türklere ‘Bahailik’ gibi yeni dinler teklif edenler, aslında en sağlıklı ve en sahici Batılılaşmacılarımızdı.

Meclisini 1920’de açmış, anayasasını 1921’de yapmış, Cumhuriyeti’ni 1923’te ilan etmiş bir ülkeden söz ediyoruz burada. Osmanlı gâvurlaşmasını bile üzerinden silkeleyip atmış bir devletten.

‘Deniz dalgalanır, Türkiye Müslümanlaşır’ diyen şair sonuna kadar haklı. Bu bir tercih de değil, mecburi istikamet. Bir türlü anlamadıkları, anlamayı reddettikleri şey bu.

Kabul etseler de etmeseler de Türkiye ‘iyiliğin’ olduğu yer. Onlar var oldukça Türkiye de var olmak zorunda. Türkiye var oldukça kendi yatağına akmak zorunda.

Başlığın altındaki epigrafı, ‘AKP’yi kastetmek istiyor’ diye okuyup burun kıvıranlar olacaktır elbette. Nasıl ki Karaçi halkı, Halil Rifat Paşa’yı kastetmiyorsa ben de Ak Parti’yi kastetmiyorum haliyle. Daha büyük, daha uzun, daha derin bir şeyden söz ediyorum. Ve o şey, biz hatırladıkça daha da derinleşecek. Ve biz her geçen gün daha fazla hatırlayacağız. Memnuniyetsizler için de söyleyelim; ya alışacaksınız ya da efendilerinizin yanına gideceksiniz. Başka yolu yok.

III.

Hikayenin sonunu hepimiz biliyoruz aslında. Fazla söze gerek yok. Sadece hatırlamamız gerekiyor, unuttuklarımızı. Bu yazının yarısını İstanbul’da, diğer yarısını da Ömer Halisdemir’in memleketi Çukurkuyu’da yazabildim. Çukurkuyu’da bir çay ocağında, her birinin yüz çizgileri Ömer Halisdemir’e benzeyen adamların arasında... Bazılarıyla oturup konuştum da. ‘Bunu da yaz gazetene’ dedikleri pek çok şeyin arasından şunu söyleyeyim; Ömer Halisdemir’in asıl büyük kahramanlığının, bize hatırlattığı ‘şeyler’ olduğunu onlar da biliyor.

Hafıza, sadece okuyarak değil, okunarak da, yürüyerek de durarak da geri kazanılabiliyor işte. Kazanılacak da...

Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Ömer Halisdemir’i elbette öldürebilir ve ortadan kaldırabilirsiniz. Ama Çukurkuyu’da her birinde Ömer Halisdemir’in gözleri olan çocukları ne yapacaksınız? O çocukların o gözleri nereden aldığını nasıl açıklayacaksınız? Türkiye’nin tüm Çukurkuyularını nasıl durduracaksınız?

Diyorum ki; ‘İyi’ olanı öldürebilirsiniz belki ama ‘iyiliği’ öldüremezsiniz.