Hayali olanı uydurmaya dönüştürmeden, gerçeği doğrudan uzaklaştırmadan yazdım

Hamdi Akyol
Hamdi Akyol

1870 yılında Vidin'deki köy papazının da, 1880 yılında Sofya'da Bulgar prensine taze balık temin eden balıkçının da yaşadıkları, 1350'lerde Osmanlı Türklerinin buraları fethetmesiyle doğrudan ilişkili.

Hamdi Akyol ile yeni çıkarmış olduğu Kurt Gölgesi kitabının perde arkasını, gelişimini ve konusunun tarihi izleklerini Cins için Güray Süngü konuştu.

Bu romanın nasıl ortaya çıktığı hakkında bilgim var, ama hikâyenin ne kadarını okurlarınızla paylaşıyorsunuz, bundan tam emin değilim, bu bağlamda sorayım; bu romanın çıkış hikâyesi nedir?

Evet, doğru. Bu romanın yazılmasına sebep olan bir ilham kaynağım var. Ne kadarını okurla paylaşıyorum? Bildiğim kısımlarının tümünü kullandım. Ancak okurların bilmediği ya da sonradan öğrenecekleri önemli bir detay var.

İlham kaynağım, ağzı gevşek, önüne gelenle başından geçenleri konuşan bir sima değil. Çok ketum, ser verip sır vermeyen türden bir insan. Bu da onun asaletinden, aldığı aile ve devlet terbiyesinden ileri geliyor. Çok önemli işler yapmış bir kahramanın kimse tarafından bilinmemesi de benim için üzücüydü. Zaten yayın dünyasının içinde biri olduğum için, kimi yazar dostlara bunu aktardım, bu kahramanın varlığının bilinmesi şart, dedim. Ama kimi vakitsizlikten, kimi kendi dünyalarına ait olmadığından, kimi başka bir sebeple pek ilgi göstermedi. Sonra bir gün Netflix'te Spy diye bir mini dizi izledim. MOSSAD'ın Suriye'de BAAS içine sızdırdığı efsanevi casusu Eliahu Cohen'in başından geçenleri anlatan bir mini dizi. Sinemasal olarak çok çok başarılıydı, gıpta ederek izledim ve kendi kendime hayıflandım. Bizim de kahramanlarımız var, bugünlerde sahip olduklarımızı kendilerine borçlu olduğumuz insanlarımız var ve bunu çok sınırlı sayıda insan biliyor. O zaman benim tanıdığım kahramanın hayatının da bir romana, filme veya diziye mutlaka alınması lazım, diye düşündüm.

Kurt Gölgesi bir roman, bir biyografi kitabı değil. Dolayısıyla bir roman ne kadar hayal mahsulü ise, benimki de o kadar hayal içeriyor. Ama kitabı bir ev olarak düşünecek olursak, temeli, kirişleri, direkleri, çatısı... bunlar gerçek!

Görev yaptığım Kapı Yayınları'nın önemli yazarlarından, edebiyat dünyamızın usta romancısı İskender Pala ile karşılıklı oturmuş, kendisinin yeni çıkacak romanı üzerine bazı hususları konuşurken bu mesele gündeme geldi. Hoca hikâyeyi çok beğendi ve benim anlatırkenki coşkuma şahit oldu. "Bunu sen yaz, Hamdi..." dedi, "Ben de sana tavsiyelerde bulunurum yazım ve sonrası süreçte, hâlledersin!" şeklinde konuştu. Bu beni çok motive etti. Aklımda bu hikâyeyi romana dönüşterecek kişi olarak kendimi hiç düşünmemiştim. İkinci temel problem ise, evet editörüm, evet yıllardır kitap yayına hazırlıyorum ama bunlar genelde inceleme-araştırma, tarih, felsefe, ilahiyat vs kitaplardı. Edebiyat ise yıllardır uzak olduğum bir alandı. Kimseye bir şey demeden, bir akşam oturdum, yazmaya başladım. Yazdıkça açıldım, açıldıkça yazdım. Ailemden 2-3 kişiye yazdıklarımı gösterdim, çok beğendiklerini söylediler ama bu çok da beni ikna etmedi. Sonra İz Yayıncılık'ta birlikte mesai yaptığımız, roman yazarı bir dostuma yazdıklarımı gönderdim. "Ben bir şeyler yapıyorum ama ne kadar başardım, kararsız kaldım" dedim. Onun da yazdığım kısımlara ilişkin heyecanla çok olumlu tepki vermesi ile tamamen motive oldum, sonrası... Sonrası da işte okurun eline aldığı Kurt Gölgesi oldu.

Bir romanın gerçek hayattan unsurlar barındırması onu gerçek kılmaya yeter mi; öte yandan bir romanın hikâyesinin muhayyileye dayanması, onu gerçeklerden uzak mı kılar?

Kurt Gölgesi bir roman, bir biyografi kitabı değil. Dolayısıyla bir roman ne kadar hayal mahsulü ise, benimki de o kadar hayal içeriyor. Ama kitabı bir ev olarak düşünecek olursak, temeli, kirişleri, direkleri, çatısı... bunlar gerçek! Ama duvarların rengi, kullanılan malzeme, dekorasyonu, perdeleri, kapılarının tokmakları, yer döşemesi... Bunlar ise benim hayal dünyamın ürünü. İçinde hayal bulunan bir gerçek, içinde gerçek barındıran bir hayal kısacası.

Tarihi bir roman mıdır Kurt Gölgesi? Yoksa bildiğimiz ya da bildiğimizi düşündüğümüz yakın tarihte geçen bir dramatik olay örgüsü olarak mı okunmasını arzu edersiniz?

Dönüyorum, düşünüyorum, içinden çıkamıyorum şahsen. Bildiğimiz, bilindik anlamda bir tarihi roman değil ama başından sonuna tarihe göbekten bağlı ilerliyor. Olaylar günümüz tarihinde (60'ların sonu) cereyan ediyor ama orada bir kişinin attığı adım, ta 1870 yılında Bulgaristan bütünüyle bir Osmanlı toprağı iken, ülkenin kuzeybatısındaki Vidin'in bir Bulgar köyünde yaşayan orta yaşlı, mülayim, müşfik bir kilise papazının huysuz bir hanıma ve başına buyruk yaşayan genç bir kıza sahip olmasıyla çok ilişkili. Ya da 1968 yılında, zenginliğini rüşvetle büyüten kaypak bir komünist idarecinin verdiği bir karar, 1880 yılında Sofya'da yazın çok kurak ve sıcak geçmesi yüzünden şehirde taze balık bulunamaması ile doğrudan ilişkili. 1870 yılında Vidin'deki köy papazının da, 1880 yılında Sofya'da Bulgar prensine taze balık temin eden balıkçının da yaşadıkları, 1350'lerde Osmanlı Türklerinin buraları fethetmesiyle doğrudan ilişkili. Yani öyle bir ilişkiler ağı var ki, günümüzde geçen bir olay, kimi zaman asırlar önceki bir sesin yankısı niteliğinde. Bu yüzden de "Bu kitap casusluk romanı mı?" diyenlere de "Tarihi roman mı?" diyenlere de aynı cevabı veriyorum: Hem evet, hem hayır.

Kitabımın kahramanlarını okura tanıtacaksam, daha gerilere gitmem gerekiyordu.
Kitabımın kahramanlarını okura tanıtacaksam, daha gerilere gitmem gerekiyordu.

Döneme dair tartışmaya açılabilecek meseleler var romanda. Şahıslar, mikro olayların aktarımı ile çerçevesi çizilen makro olaylar. Karakterin içinde olduğu aksiyon ile, dönemin şartları, alttan alta süren mücadele, eskiden beri süren mücadelenin döneme dair sonuçları ile zengin bir okuma deneyimi sunuyor roman. İyi bir tarih bilgisi mi; iyi bir olay örgüsü mü, hangisi ön planda size göre?

Hayatımda çok makale yazdım, çok tercüme yaptım. Bunlar hep bilindik konular, olaylar üzerine, kaynaklar belli, başı belli, sonu belli şeylerdi. Ben sadece kendi bakış ve yorumumu ekleyerek yazıyordum o metinleri. Roman ise bambaşka bir şey-miş.

Bildiğimiz, bilindik anlamda bir tarihi roman değil ama başından sonuna tarihe göbekten bağlı ilerliyor.

Bunu, yazmaya başladığımda fark ettim. Niyetim bir casusluk romanı yazmaktı ama kendimin de yazarken fark ettiği gibi, kitabımın kahramanlarını okura tanıtacaksam, daha gerilere gitmem gerekiyordu. Fazla detaya girmeden örnek verecek olursam, kitapta bir tane kaypak, menfaat peşinde koşan, rüşvetçi, ikiyüzlü, çıkarcı bir komünist insan profili var. Bir tane de idealist, ideolojisine gönülden ve samimi olarak bağlı, bu uğurda başka hiçbir değere önem vermeyen bir komünist insan profili. İki insan, iki komünist, iki farklı karakter. Bunu okura açıklamak gerektiğini düşündüm. Bu insanlar ne olmuştu da romanda o gün geçen olayda o şekilde davranmışlardı? Bunun geçmişten gelen bir hikâyesi olmalıydı. Bu da beni gerilere kadar götürdü, 19. yüzyılın son çeyreğine kadar uzandım. Kendimi zaptetmesem, daha da gerilere gidecektim neredeyse. Soruya dönecek olursak, iyi bir olay örgüsü, o olayın kuşatıldığı geçmişle çok alakalı.

  • Gerçek ile hayal arasında, hayali olanı "uydurma" hâline getirmeyen, gerçek olanı da "doğru"dan uzaklaştırmayan bir köprü kurdum. Yani kurduğumu sanıyorum. Tarihi bilgilerin içindeki hayali sahneler, hiçbir tarihi gerçeği saptırmıyor. Hayali olanlar da hiçbir tarihi gerçeğe ters değil.

O zaman şu sonucu mu çıkarıyoruz: Bu roman, gerçekleri anlatan bir hayal. Veya bu romandaki hayali kısımlar, gerçeklere aykırı değil?

Aynen öyle. Yani bu coğrafyada bir zamanlar çoğunluk nüfusun Müslüman Türkler (ve diğer müslüman unsurlar) olduğu, 1800'lerin ikinci yarısından itibaren bu coğrafyanın içten ve dıştan gelen tazyiklerle dengesini yitirdiği, 1877-1878 yıllarında burada büyük bir savaş yaşandığı, bölgenin kendi içinde özerk, dış ilişkiler bakımından payitahta bağlı bir Prenslik olduğu, 1912 yılındaki Balkan Savaşı öncesinde ise ülkenin tamamen bağımsız hâle geldiği, Birinci Dünya Savaşı'nda mağlûp tarafta olduğu ve bu yüzden kralın tahtını oğluna bırakarak sürgüne gittiği, yeni kralın İkinci Dünya Savaşı'nda öldüğü, bu esnada ülkede bir komünist ihtilâl yaşandığı ve rejimin değiştiği... Bütün bunlar tarihi gerçekler ve romanımda geçiyor. Ama Bulgar Prensi'nin yakışıklı ve çapkın yaverinin kırdığı cevizler, sürgüne giden kralın yolculukta yanına özel aşçısını oturtması ya da kitabın önemli karakterlerinden birinin geçmişinde, ailesinden üç kişinin 1905 yılında Abdülhamid'e yönelik düzenlenen Yıldız Suikasti'nde ölmesi ve bu olayın ailenin hayatını baştan aşağı değiştirmesi... Bunlar ise benim gerçek direkler arasına ördüğüm duvarın tuğlaları.

Bir de az buçuk tarihe ilgi duyanların bile üzerinde pek düşünmediği veya öğrendiği ezberler üzerinden fikir yürüttüğü kimi detaylar var tarihi olaylara ilişkin. Bu detaylar romanın önemli tezlerinden mi, yoksa bir dekor olmaktan mı ibaret?

Beni tanıyanların roman çıkınca söylediği bir şey var: "Hamdi, senden bir tarih kitabı çıksa hiç şaşırmazdık, roman olunca şaşırdık!" Aslında haklılar. Tarih, özellikle çöküş dönemi Osmanlı tarihi benim özel ilgi ve bilgi alanım. Ama bir türlü vakit bulamadığım (veya yeterince motive olmadığım için, bilemiyorum), yazıp yazıp biriktirdiğim yazılarımı kitaplaştırma gayretim olmamıştı.

Beni tanıyanların roman çıkınca söylediği bir şey var: "Hamdi, senden bir tarih kitabı çıksa hiç şaşırmazdık, roman olunca şaşırdık!"
Beni tanıyanların roman çıkınca söylediği bir şey var: "Hamdi, senden bir tarih kitabı çıksa hiç şaşırmazdık, roman olunca şaşırdık!"

Roman yazmaya başlayınca, bir taşla iki kuş vurayım dedim. Mesela 93 Harbi'nin çıkış sebepleri zikredilirken pek dile getirilmeyen Çerkes Göçü'nün etkileri hususunda, kitabın birkaç ayrı yerinde düşüncelerimi, romanın kahramanlarının diliyle yazdım. Veya, Bulgaristan özerk bir yapıya kavuştuğunda değişen vergi sistemi yüzünden, malı elinde kalan Bulgarların yaşadığı mağduriyet ve hayal kırıklığı ile ilgili sayfalar süren bir makale yazmak mümkündü ama ben bunu, at arabasının arkasında fıçı fıçı sirke taşıyan yaşlı bir Bulgar köylüsüne, kitabın ana kahramanı Rüstem ile yaptığı kısa yolculuk esnasında anlattırdım. Keza, sadece Bulgaristan coğrafyasında yaşayan Pomakların (müslüman olmuş Slavlara verilen isimdir) Anadolu coğrafyasına nasıl ve neden geldiklerini de bir diğer roman kahramanı, Gün Yıldızı kod adlı tecrübeli Türk casusunun hayat hikâyesinde aktardım. Bu da aslında makale olsa çoğu insanın okumayacağı bir düşünceyi, vakıayı veya teoriyi, hayali kahramanların ağzından yazmak gibi bir şey oldu.

Kitap "Birinci Kitabın Sonu" diye bitiyor. Kaç kitap olacak; acemi ama becerikli ve zeki kahramanımız Rüstem, başka neler yaşayacak?

Kitaba ilişkin ilk kelimeleri yazmaya başladığımda, tek kitaplık bir roman niyetindeydim. Ancak gelişen hikâye ve olaylar, çok kalın bir roman olacağını gösterince, mesajımı birkaç kitaba bölmeye karar verdim. Birinci kitap Kurt Gölgesi, ilham kaynağım olan Rüstem'in 1968 yılında, soğuk savaş dönemindeki hikâyesini anlatıyor. Kitapta Gün Yıldızı kod adlı bir başka Türk casusu daha var. İkinci kitap Gün Yıldızı'nın hikâyesini konu ediniyor. Onun yazımı da önemli ölçüde bitti. Üçüncü ve son kitapta bu iki kahraman karakter yeniden bir araya gelecek ve hemen hemen günümüze kadar uzanan bir finalle neticelenecek.

Ancak ilk kitaba yönelik aldığım olumlu geri dönüşlerin verdiği motivasyon ile birkaç kitap düşüncem daha netleşti. Bu üçlemeyi tamamlayacak nitelikte, eskilerin tabiriyle mütemmim cüz mahiyetinde iki roman daha yazacağım inşallah. Bir tanesi, bu üçlemenin çıkış kaynağı olan 93 Harbi döneminin romanı; bir tanesi de bu coğrafyadaki insanlar buraya nasıl geldi, sorusunun cevabı mahiyetinde, 1350-1400 yılları arasında Osmanlıların buraya iskân ettiği ve İslâmlaştırdığı insanların hikâyesi.