Hayat, hayvanlık ve insanlık: Düşünmenin ayırt ediciliği insan için ne anlama gelir?

Düşünmek insan için bir yandan müşterek bir alan oluştururken, diğer yandan ayırıcı bir hattı ifade eder.
Düşünmek insan için bir yandan müşterek bir alan oluştururken, diğer yandan ayırıcı bir hattı ifade eder.

İnsan ile arzu nesneleri arasına giren bu terk mesafesi, hayvanların aksine insanların kendilerini çevreleyen dünyayı her nasılsa o şekilde idrak etmelerine aracılık eder. Bu sayede insan sadece haz ve elemi değil, faydalı ve zararlıyı, doğruyu ve yanlışı idrak edebilir. Dolayısıyla denilebilir ki akıl ya da düşünme, insan için evvelemirde kendisi ile eşya arasında bir mesafe olarak kendisini gösterir ve insanı hayvanlardan ayıran şey birinin çevresinin terke kapalı iken diğerinin terke açık olmasıdır.

İnsanın ne olduğunu sorduğumuz zaman, sadece "insanın" ne olduğunu sormuş olmayız. "İnsan nedir?" sorusunu sormak, aynı zamanda "Bilgi nedir?", "Erdem nedir?", "Toplum nedir?", "İktisat nedir?", "Siyaset nedir?", "İyi bir yaşam nedir?" sorularını sormak demektir. Mevcudiyetlerini insan iradesine borçlu olan, dolayısıyla insan mahiyetinin doğrudan ya da dolaylı bir şekilde gereği olarak ortaya çıkan bu durumların yanı sıra, mevcudiyetlerini insan iradesine borçlu olmayan "Doğa nedir?", "Sebep nedir?", hatta "Tanrı nedir?" gibi soruların bile bir seviyede "İnsan nedir?" sorusuyla irtibatlı olduğu düşünülebilir. İnsanın ne olduğu sorusuna, onun "düşünen bir canlı" (el-hayevân en-nâtık) olduğu şeklinde verilen cevap, özel olarak Meşşâîlik açısından genel olarak da kadîm felsefe geleneği açısından hayatî bir öneme sahiptir.

Söz konusu tanımı, felsefî sistemin tüm bileşenleriyle irtibatlı bir şekilde formüle eden kişi Aristoteles'tir. Politika kitabında insanı "düşünme kabiliyetine sahip yegâne canlı" (zôon logon ekhon) olarak tanımlar. Aristoteles sonrasında bu tanım, Aristotelesçiler ve Yeni-Eflatuncular arasında giderek yaygınlaşmış, mevcutların karakteristik özelliklerini cins-fasıl ilişkileri dâhilinde anlatmayı amaçlayan Porfiryos Ağacı'yla birlikte insanın kendisine ve evrendeki yerine ilişkin kavrayışının en yaygın ifadesi hâline gelmiştir. Peki "düşünmek" ne demektir, "canlılık"la ne tür bir ilişkisi vardır ve ait olduğu cins içerisindeki diğer canlı türlerinden insanı nasıl ayırt eder? Düşünmenin sağladığı bu ayırt edicilik insan için ne anlama gelir ve varlığı açısından hangi sonuçları doğurur? Bu sorunun daha önemli bir soru için cevap arayışına itecek bizi: "İyi yaşam" idealine zemin ve gaye teşkil eden şey "aklî hayat" mıdır, "yalın canlılık hayatı" mıdır?

Düşünmek insan için bir yandan müşterek bir alan oluştururken, diğer yandan ayırıcı bir hattı ifade eder. İnsan fertleri kendilerini "düşünen" olarak idrak ettiğinde, düşünen hattının çizdiği dairenin dışında bir de "kendilerine benzemeyenler" olarak hayvanlar, bitkiler ve cansız cisimleri idrak eder. Tanım itibarıyla insanın kendisini ayırdığı en yakın türler, cinsdaşı olan hayvanlardır. Şimdi birkaç soru soralım: Düşünmek ne demektir ve canlılıkla nasıl bir ilişkisi bulunur? Düşünmek nedir sorusuna felâsife çok çeşitli cevaplar verebilir; akıl yürütme gücünün bilfiilliğidir; ilksel bilgilerin idrakinden başlayarak saf akledilirlerin idrakine ulaşıncaya kadar çeşitli seviyeler dâhilinde aklın kendi bilfiilliğini ve yetkinliğini kazanmasıdır; insanın kendine özgü yetkinliği gerçekleştirerek hakiki hayata ulaşması ve kendine yeterli bir gayeye erişmesidir; tanrıya benzemesidir; bilinen durumları düzenli bir bilinmeyenlere ulaştıracak şekilde düzenlemektir vb. Şimdilik burada olduğu gibi formel görünen ve çeşitli nispetler açısından yapılmış tarifleri bir tarafa bırakarak, düşünmenin yalın doğasına yaklaşmaya çalışalım.

Bunu yaparken, "düşünen" özelliğinin, insanı temyiz eden "fasıl" olmasından yardım alarak, hayvanla insanı nasıl faslettiğini sormak suretiyle başlayabiliriz. Hayvanda unsurlarını bir arada tutabilme, büyüme, beslenme, üreme ve iradeli hareketin yanı sıra bir tür idrak gücünün de bulunduğu söylenir: duyu. Bu duyusal idrak onlarda iki seviyede kendisini gösterir: dış ve iç. Bu duyusal güçlerle donanmış olmaları onlara hazzı ve elemi idrak etme ve bu idrake uygun iradeli fiillerde bulunma kabiliyeti sağlar. Bununla birlikte irade onlar için daima bir yapma fiili şeklinde kendisini gösterir; doğal açıdan haz verene yaklaşma, elem verenden kaçınma şeklinde. Bu nedenle onlar haz verenden kaçınma, elem verene yönelme kabiliyetine sahip değildir. Bu durumun asıl nedeni, onların bir çevrede bulunduklarını idrak etme kabiliyetine sahipken, kendilerini idrak etme kabiliyetinden yoksun olmalarıdır. İbn Sînâ'nın deyimiyle kendi varlığının şuurunda olma, bir başka deyişle düşündüğünü düşünme ve nihayet kendini idrak etme kabiliyetine sahip tek canlı insandır.

Bunu bir örnekle biraz daha açalım. Bu örnek için J. J. Von Uexküll Hayvanların ve İnsanların Dünyalarında Gezinti kitabında anlattığı keneyi düşünelim. Kene görme ve işitme gibi bazı dış duyulardan yoksun olmakla birlikte, kokulara duyarlıdır ve termal bir idrak kabiliyetine sahiptir. Bu termal idrak kendi çevresini sıcaklıklar ve soğukluklar olarak algılar. Yönelmek üzere yoğunlaştığı idrak ise yaklaşık canlı sıcaklığı derecesidir. Bir dalın üzerinde bekleyen kene, bu sıcaklık derecesini idrak ettiği esnada ona doğru yönelir ve şansı yaver gidip de bu bir canlı olursa cirmi nispetinde bu canlının kanını içerek bir bacağını onda bırakmak suretiyle yere düşer ve ölür. Burada dikkat çeken şey şudur: Kene açısından canlı ısısının belirdiği sıcaklık derecesine yönelmek bir irade meselesi olmakla birlikte bir tercih veya ihtiyar değildir. Bu sıcaklıkla yüz yüze geldiği esnada, normal şartlar altında, kenenin ona yönelmemek gibi bir seçeneği bulunmaz.

Diğer canlılar için de bu örnekteki hükmü genelleştirebiliriz. Onlar bir çevrede bulunduklarını idrak ederler, ancak bu çevre tarafından tutulmuşlardır. Bir nefs sahibi olmaları bakımından fiilleri çok-biçimli olmakla birlikte, umumiyetle doğal arzu nesnelerinin belirleyiciliği etrafında tek yönlüdür. Bu durum çevreleri ile aralarına bir mesafe koyarak onlara bakabilmelerini ve her ne iseler o şekilde onları idrak edebilmelerini imkânsızlaştırır. Buna mukabil insan sadece bir çevrede olduğunu idrak etmez, kendisini ve kendisini idrakini sağlayan düşünme kabiliyeti aracılığıyla çevresindeki şeyleri de idrak eder. İnsan örneğinde bu durumu en iyi gösteren şey, onun sadece yönelme değil yönelmeme kabiliyetine de sahip olmasıdır. Yönelmeme kabiliyeti, insana arzu nesneleri ile arasına bir mesafe koyma imkânı sağlar. İnsan ile arzu nesneleri arasına giren bu terk mesafesi, hayvanların aksine insanların kendilerini çevreleyen dünyayı her nasılsa o şekilde idrak etmelerine aracılık eder. Bu sayede insan sadece haz ve elemi değil, faydalı ve zararlıyı, doğruyu ve yanlışı idrak edebilir.

Dolayısıyla denilebilir ki akıl ya da düşünme, insan için evvelemirde kendisi ile eşya arasında bir mesafe olarak kendisini gösterir ve insanı hayvanlardan ayıran şey birinin çevresinin terke kapalı iken diğerinin terke açık olmasıdır. Şayet insanın kendisi ve çevresiyle ilişkisi, hayvanlarda olduğu gibi "kapalı devre" içerisinde cereyan eden doğal bir teshir şeklinde gerçekleşseydi hayvandan ayrı bir insanî doğadan bahsetmemiz mümkün olmazdı. Demek ki insanî doğamızı aşikâr hâle getiren şey kendimizi idrak aracılığıyla, eşyayı belirli bir terk mesafesinden algılayabilme kabiliyetidir. Esasen düşünmenin duyulur olanı idrakten saf akledilirleri idrake kadar uzayan çeşitli seviyelerdeki görünümlerini mümkün kılan zemin de insanî doğamızın bu temel yönüdür. İnsanî doğamızı hayvanlardan ayırt eden şeyin düşünme olduğuna ve düşünmenin temelinde ne tür bir insanî kabiliyet bulunduğuna işaret ettik. İnsanî doğamızın özgülüğü açısından işaret edilmesi gereken ikinci bir durum; bizzat bu doğanın gereği olarak insanın tamamlanmamışlığıdır.

İnsan kendisi dışındaki tüm mevcutların aksine doğası gereği "arada" bir varlıktır. Söz gelimi bir kaplumbağa, kaplumbağalığının gerektirdiği yetkinlikleri sağlayacak fiillerden vaz geçmeyi tercih edemez, bir melek için de aynı şey geçerlidir; onların sıkıldıklarından bahsedemeyiz. Ama insan söz konusu olduğunda, tam tersi bir durumla karşılaşırız. İhtiyârî bir şekilde insan kendi insanî doğasının gerektirdiği yetkinlikleri sağlayacak fiillerden vaz geçerek, bu yetkinlikleri tahrip edecek fiillerde bulunabilir. Söz gelimi insanî doğamızı aşikâr kılan en temel kabiliyetimiz arzu nesnelerimizle aramıza mesafe koyarak onları her ne iseler o hâlde bilme yetkinliğine sahip olmak olduğu hâlde, arzu nesneleri ile aramıza hiçbir mesafe koymaksızın ilişki kurmayı ve onlarda kaybolmayı seçebiliriz. Diğer taraftan insan, aynı şekilde kendi formel yetkinliğini aşarak tanrısal bir doğaya erişme imkânına da sahip olabilir. Hatta onun bu özelliği genel olarak düşünmenin, özel olarak da felsefenin gayesinin tanrıya benzemekten (teşebbuh bi'llâh) ibaret olduğu fikrini doğurmuştur.

Bu da gösteriyor ki insan bir ucunda mükemmel "düşünme hayatı"nı temsil eden tanrısallığın, diğer ucunda ise "katışıksız maddi arzu"yu temsil eden hayvanîlik arasındadır. Onu bir araf varlığı hâline getiren bu aradalık, hem dünyevî sınanmanın temelinde bulunur hem de insanı, içerikleri belirlense de gerçekleşme yönleri tayin edilmemiş bir imkândan ibaret hâle getirir. İnsanî doğamızın bu tür bir aradalık içinde anlam kazanmasının sebebi, ilk bakışta düşünme ve ona bağlı olarak özgür seçim özelliğine bağlanabilir. Bununla birlikte, aradalığın en az düşünme kadar hayatî bir sebebi aynı zamanda "hayvan" olmamızdır. İnsan el-hayevân en-nâtık veya zôon logon ekhon şeklinde tanımlanır. Buradaki zôe ya da hayvâniyet, bizim ayrılmaz parçamızı teşkil eder. Hayvaniyetin temel özelliklerini, bir hayvan olmamız itibariyle biz de tevarüs ederiz. Bununla birlikte insanî bir yaşam sürmemiz, nutkiyyet, yani düşünme aracılığıyla elde ettiğimiz özel bir hayat sayesinde mümkün olur.

Nutkiyyetin hayvaniyyetle birlikteliği, bizim için özel bir hayeviyyet (canlılık) meydana getirir. Yunancasıyla zôe bizim diğer havyanlarla ortak olduğumuz hayvânî yönümüze tekabül ederken, insan açısından bios ise düşünme aracılığıyla ortaya çıkan insana özgü hayata tekabül eder. Klasik metinlerde zôenin hayvan şeklinde tercüme edilirken, biosun ömür veya genel olarak hayat olarak tercüme edilmesinin sebebi budur. Bu nedenle İbn Sînâ da el-Edviyetü'l-kalbiyye (Kalp İlaçları) kitabında hayvâniyyet ve hayeviyyet- hayat arasında açık bir ayrım yaparak, hayvanlığın şu gördüğümüz duyu sahibi, iradeyle hareket eden hayvanlardan başka bir anlama gelmezken, neredeyse varlık ve bilfillikle özdeşleşen hayatın madenlerden insana ve nihayet Tanrı'ya kadar uzanan özel varoluş biçimlerine işaret ettiğini söyler. Bu manada, dağılmaksızın kendi parçalarını muhafaza etme çabası bir madene özgü hayatı, büyüme ve üreme çabası bitkilere özgü hayatı, kendi mükemmel aklîliği içerisindeki saf bilfiilliği ise Tanrı'ya özgü hayatı ifade eder.

İnsana gelince; aradalığı dolayısıyla insan, onda içerilen ve sırf cisimsel olandan tanrısal olana kadar uzanan farklı hayat alternatiflerine açıktır. Peki, bu farklı hayat alternatiflerinden hangisini tercih ettiğimizde insana özgü hayatı keşfetmiş oluruz? Aklî hayatın veya kendine özgü yetkinliklere sahip düşünmenin aracılık etmediği bir hayat, filozoflar için, insanî bir hayat olarak değerlendirilmez; bunun yerine bir parçamız olan zôeye dönüş olarak görülür. Hayvanî hayatın ihtimalden çıkıp gerçeğe döndüğü bu yer, insanî hayatın tamamlanamadığı bir eksiklik durumu yaratır. İnsana özgü aradalığın bir sonucu olarak insanlıktan işte burada çıkarız, ancak aynı aradalığın bir hediyesi olarak görünen terk mesafesi insan olmanın yolunu bir imkân olarak yine önümüzde tutar.