Haydin mağaralara

Hayy, tek başına kaldığı o adada kendini ve onu var eden, ona O'nu aramayı akletme gücünü veren aşkın ve yüce olanı akıl ve tefekkürle arar.
Hayy, tek başına kaldığı o adada kendini ve onu var eden, ona O'nu aramayı akletme gücünü veren aşkın ve yüce olanı akıl ve tefekkürle arar.

İnsanlar geleceğe sanatla, edebiyatla, anlatıyla hazırlanıyor. Diğer örnek ise yerli sinemamızın en yapımlarından biri olan "Buğday" filmi. Semih Kaplanoğlu'nun genetik oynamalar yüzünden yitirilmiş tohumları, tükenen hayatı karanlık bir sinematografi ile sunması dönüp insanoğlunun sebep olabileceklerine bakmamızı sağlıyor.

Cicero, bundan 2000 yıl önce dünyanın akıl sahibi ve yaşayan bir varlık olduğunu iddia eden görüşler ortaya sunuyordu. Farabi, felekleri aklı ve nefsi olan, dairesel hareketler yapan varlık diye tanımlamıştı. İbn-i Sina ise buna ek olarak feleklerin nefis sahibi olmasının yanında oluş ve bozuluşlara da etki ettiği tespitini yapmıştı. Romalı filozof Lucius Seneca, yeryüzünü yaşayan bir organizma olarak görürdü. Stoacılar, maddeyi tanrıdan ayrı tutmayan bir anlayış içindeydiler. 15. yüzyıl filozofu Pico della Mirandola "dünyanın bu muazzam bedeni bir ruhtur ve dünya akıl ve tanrıyla doludur" diyordu.

Yukarda alıntılanan her görüşü animist görüş çatısında birleştirebiliriz. Farklı din ve topluluklarının aydın kişileri de olsalar bu isimlerin buluştuğu ortak nokta doğayı sadece bir madde olarak değil onu bir canlı organizma gibi kabul etmeleridir. Doğa kadim insanlık için bir 'anne' idi. Tabiat ana yakıştırmasını öyle kuru bir terkip gibi kabul edemeyiz. O bir paradigmanın yansımasıdır. İnsanlar doğaya annelerine nasıl davranıyorsa öyle davranıyorlardı. Ondan faydalanıyor, onun sayesinde besleniyor, hatta ona kendi işlerini de yaptırıyorlardı fakat onu sömürmek, ona zarar vermek hele ki onu yok etmek akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Zaten maddeyi bir ruh sahibi gibi algılayan bu insanlar için maddeye zarar vermek, gayrı ahlâkî bir tutum olarak görülüyordu.

Kadim insanlık yani animist paradigmaya sahip insanlık, doğadan yararlanırdı, toprağı kazar altın çıkarırdı, ekerdi, sürerdi fakat ona zarar vermezdi dedik. Bu iddianın sağlamasını en iyi İbn-i Tufeyl'in Hayy bin Yakzan adlı eseri üzerinden birtakım örnekler ve onun muadili ve ampirist versiyonu sayabileceğimiz Robinson Crusoe ile bazı kıyaslar yaparak sarahate kavuşturabiliriz. Eserdeki Hayy karakteri mâlum olunan üzere bebekliğinden itibaren bir adada yapayalnız büyümüş bir insandır. ir anne ceylan, onu sütüyle besleyerek hayatta kalmasına vesile olur. Hayy, tek başına kaldığı o adada kendini ve onu var eden, ona O'nu aramayı akletme gücünü veren aşkın ve yüce olanı akıl ve tefekkürle arar. Bir başına kaldığı adada tabiatla dost bir biçimde yaşar Hayy. Tabiatın ona sağladığı imkânları kullanır fakat ona zulmetmez. Hayy B. Yakzan'dan beş asır sonra yazılacak olan bir başka ada hikâyesi olan Robinson Crusoe'da olduğu gibi adayı ve hayvanları kendi faydası için sömürmez. Tabiattan sadece hayatta kalacak şekilde yararlanır ve biriktirmek gibi, gelecek günleri ve yılları garantiye almak gibi eylemlerde bulunmaz. Yaralı hayvanları evcilleştirmeyi değil tedavi etmeyi, sonrasında yine özgür bırakmayı tercih eder. Susuz kalan canlılara su verir, onlarla yardımlaşarak adada yaşamaya devam eder.

Yine Hayy B. Yakzan'ın paradigması ile Robinson Crusoe paradigmasını kıyaslayabileceğimiz en belirgin vaka ise iki hikâyede de yıllar sonra adaya ikinci bir insanın geliyor olması ve adada yaşayan Robinson ve Hayy'ın bu duruma verdikleri tepkilerdeki farklılıklardır. Hayy, adaya gelen kişi ile dost olup onunla karşılıklı muhabbet ile yaşıyorken Robinson, sonradan adaya gelen Cuma'yı adeta kendine köle eder. Cuma'nın ilk öğrendiği kelime "efendi"dir. Robinson'a "efendi" diye hitap eder. Hayy ise Asâl ile bir kardeş ilişkisi kurar. Orada bir efendi ve uşak yoktur. Hayy'ın tabiatla olan sömürüsüz ve sevgi merkezli işbirliği, insanla olan ilişkisinde de vardır.

Doğa kadim insanlık için bir 'anne' idi. Tabiat ana yakıştırmasını öyle kuru bir terkip gibi kabul edemeyiz. O bir paradigmanın yansımasıdır. İnsanlar doğaya annelerine nasıl davranıyorsa öyle davranıyorlardı.

Yazının başında görüşlerini alıntıladığımız isimlerin kimisi Yunan, kimisi de Roma ve Türkistan bölgesinin düşünürleri. Yine aynı zamanda kimisi Müslüman, kimisi Hristiyan, kimisi Pagan. Evrenin dünya merkezli oluşuna ve gezegenlerin bir ruh taşıdığına dair Aristoteles ve Batlamyus merkezli bu fikirler on altıncı yüzyıla kadar kesin bir biçimde, Kartezyen aklın merkeze alındığı aydınlanmaya kadarsa büyük oranda hâkim paradigma olarak gelmiştir. Belki de insanlık tarihi kadar eski olan bu kadim anlayış on altıncı yüzyıl itibarıyla birtakım kabullerin reddedilmesi sonucunda terkedildi. Şimdi de bu yüzyılın düşünürlerine evren, tabiat ve maddeye dair görüşlerine bakalım.

Francis Bacon, modern insanın ahlâki yargılarını değiştiren bir isimdir. O, dünyanın canlı bir varlık olarak algılanması fikrini yok ederek tabiatı sömürmeye müsait hâle getirmiştir. Maddeyi ve doğayı düzensiz, kaotik ve vahşi olarak tasvir ediyordu ve bu durumda doğayı dizginlenmesi gereken bir vahşi yaratık olarak görmesine sebebiyet veriyordu. Bacon bilimin tabiata tahakküm kurmak amacıyla araç olarak kullanılmasından yanaydı. Tabiat zorla da olsa doğal hâlinden çıkarılmalı ve doğa boyun eğmeye zorlanmalıydı. Bilim, doğaya işkence edip sırlarını söyletmelidir iddiası da yine Bacon'ın doğayı ve tabiatı nasıl konumlandırdığını anlamamızı sağlayacak olan bir başka görüşüdür. Tüm bunlardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki Bacon günümüzde tüm vahşetini ve umarsızlığını tecrübe ettiğimiz tekno-kapitalist sürecin başlangıcının da temellerin oluşturmuştur. Zira doğayı bir nesne hâline getirdiğiniz andan itibaren artık onu dilediğiniz sömürüye maruz bırakabilirsiniz.

Şimdi bugün iklim krizinden, dünyanın (ah ne diyordu sözüm ona ülkelere ayar veren aparatımız Greta, o küçük tatlı, mavi gezegenimizin) sonunun gelmesinden, su kaynaklarının yok oluşundan, tüketimin aşırılığından dem vuranlara bir bakalım. Kim bunlar? Bu insanlar Hayy'ın savunduğu öğretiyi mi merkeze alıyorlar yoksa hâlâ Robinson gibi, Bacon gibi olanların öğretisini mi merkeze alıyorlar? Krizler insanlık tarihi boyunca hep olmuştur. Bu bunalım ve kriz anlarında insanlık bir şekilde çıkışı hep geriye giderek bulmuştur. Zira insan bir şeylerin kötüye gittiğini düşünüyorsa bir şekilde geçmişte bir hatası olduğunu da kabul etmek zorundadır. Görünen o ki iklim krizi de yine böyle bunalımlara gebe. Biz buradan nasıl çıkarız? Biz buradan ancak gerektiğinde mağaralara kadar dönmeyi göze alarak çıkabiliriz.

İnsan beyini neden ve sonuçlara göre öğrenir. Bir olgunun nedenini ararken bir önceki eylemini yoklar insan. Ölmek üzere olan insanların hayatlarının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği söylenir hep. Bunun sebebi ölüm gibi kompleks ve yıkıcı bir olaya karşı insanın geçmişe dönüp bir hata aramasıdır. İnsan ölüm anında geçmişte yaptığı bir hatayı arar ki onu düzeltip bu dehşet olaydan kurtulsun. Bu süreç tüm bir hayatının film şeridi gibi zihninden akmasına sebep olur. Şimdi madem bütün insanlık olarak böyle bir tehditle karşı karşıyayız. O zaman hep beraber geriye gitmek ve nerede hata yaptığımızı bulmak zorundayız. Haydin çocuklar mağaralara dönüyoruz!