Hepimiz nerede kaybolduğumuzu hatırlamaya çalışıyoruz

Tarık Tufan
Tarık Tufan

Görünürde herkes kocaman bir sahnede alkışlar, kırmızı kalpler eşliğinde eğleniyor, ama kimsenin kalbi sükûnet bulmuyor. Kaybolmak bu. İnsanın içinde büyüyen yıkıcılık. Öz benliğinin parçalanması ve en önemlisi de değersizleşmek. Değersizlik hissi yıkıcı bir his. Şimdi pek çoğumuz içten içe nerede hata yaptığımızı, nerede kaybolduğumuzu hatırlamaya çalışıyoruz.

Yazar ve senarist Tarık Tufan ile yeni romanı Kaybolan bağlamında kaçmayı, kaybolmayı, yabancılaşmayı ve yazgıyı konuştuk. Modern zamanın geçmiş zamanlara nazaran kaybolmaya daha açık olduğunu belirten yazar, çağımızın sanat eserlerindeki bellek, hafıza ve hatırlama temalarının artışını da buna bağlıyor.

Son romanınız Kaybolan'da geçmişteki anlatım dilinizden daha farklı ve görece daha “dışarıya açık" bir çizgi benimsediğiniz gözlemleniyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Bugüne kadar dokuz kitabım yayımlandı. Her seferinde yeni bir şeyler deniyorum; dilimi, üslubumu geliştirmeye çalışıyorum. Anlatım dilini farklılaştırarak, temel meselelerimi daha iyi anlatmanın peşindeyim. Yirmi yıldır anlatmaya çalıştığım bir dünyam var. O aslında pek değişmiyor. Çünkü insan dediğimiz varoluş değişmiyor. Çevremizde pek çok şey değişse de hakikatimiz aynı. İnsanı ve hayatı anlamaya çalışırken bir romancı olarak canhıraş şekilde yeni diller arıyorum. Dilimi ne kadar genişletirsem, dünyam da o kadar genişliyor. Çünkü anlamak gibi bir derdim var. Bu derdimin çaresi de dilde, anlatıda gizli.

Kaybolan'da Hakan karakterinin hâletiruhiyesi, bir mucize, alamet arayışı bana İsmet Özel'in “doğadan bir vahiy bekledimse boşuna / baktım akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdı / hiçbir meşru yanı kalmamıştı hayatımın" mısralarını anımsatıyor. Mucize beklentisinin çocukluktan kalma bir alışkanlık olduğunu düşünenler var, bana ise daha ziyade derin bir mutsuzluk belirtisi gibi görünüyor. Bu bekleyiş hâlinin çocukluk veya mutsuzluk ile bir bağlantısı var mı?

Hakan'ın alametlerin ve belki de mucizenin peşine düşmesi aslında bir tür çaresizliğin sonucu. O ana kadar kendi iradesinin peşinden gittiğini düşünen birinin, günü geldiğinde kaybolduğunu fark etmesinin doğurduğu bir çaresizlikten söz ediyorum. Bildiği her şey yanlış çıkmıştır, nasıl geri döneceği hakkında bir fikri yoktur, sırtını dayadığı duvar çökmüştür. Teslim olduktan sonra yapabileceği şeylerden biri, alametlerin zuhur etmesini beklemektir. Bir bakıma karşısına çıkana razı gelmektir. Bu, çaresizlikle karışık bir umuttur. Elinden bir şey gelmediğini kabullenmekle birlikte, bir umuda ulaşma heyecanını da taşımaktadır. Mutsuz insanlar ilk çare olarak göğe bakarlar. Göğe bakmak bir özgürlük arayışıdır. Gözün alabildiğine geniş bir alanda özgürleşmesi; gözün baktığı genişliğin, insanın göğsünü de genişletmesi...

Unutulmaya çalışılan bir babayı, “kurtulmaya çalışıldıkça içine çeken bir bataklık..." olarak tasvir ediyorsunuz. Yazgı bu mudur, kaçmaya çalıştığına dönüşmüş biçimde mi bulur insan hep kendini?

Yazgıyı tarif etmek çok kolay değil. İnsan, çok katmanlı, derinlikli bir varoluş biçimine karşılık geliyor. Yaratılışının sırrına ermek, benliğinin hakikatini kavramak hayatın en çetrefilli meselesi. Bu dünyadaki hayatımız belki sadece bunun hikmetini kavrayabilmek olabilir; kendini bilmek yani. Bu çok katmanlı varoluşa tek bir pencereden bakmak yeterli olmayacaktır. Edebiyat, sanat bu manada derinlere inebilmemiz için bize nefes verecek uğraşılar. İnsanın anlam dünyasına bizi yakınlaştırabilecek duyuş, hissediş biçimleri... Yazgı nerede başlar ve nereye kadar sürer? Bunu izah etmek zor. “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur." Ahmed Amiş Efendi'nin son derece yalın bir şekilde söylediği bu sırrın içine bir parça girebilirsek yazgı bahsinde de birkaç kelâm edebiliriz. Doğrusu benim haddim değil. İnsanın kaçmaya çalıştığına, nefret ettiğine, kınadığına, düşmanına benzediğine çok kereler şahitlik ettim. Hem kendi hayatımda hem de edebiyat okumalarımda bununla ilgili epeyce şey gördüm.

İki ayrı durum var burada: Birincisi kendinle kavga etmek ve bu yüzden de kaçtıklarına yakalanmak. İkincisi de kibirli olmak ve bu yüzden de ayıpladıklarına dönüşmek. Her iki durum da insanın düşüşüne karşılık geliyor. Büyük filozofların ve ariflerin en ağır derdi kendini bilmekti. Sözlerini ağırlaştıran, bellerini büken ağır bir yolculuktu bu. Buradan ötesini siz söyleyin: Yazgı nerede başlar, nerede biter? Kaybolmak, yabancılaşmak, yalnızlaşmak... Bu döngünün bir sırası var mı? Bu kederli döngünün bir sırası yok. Hangisi başımızdaysa diğerleri onu izliyor. Hangisine evvela yakalandıysak, bir sonrasında diğerleri ruhumuza, kalbimize musallat oluyor. Biri diğerini çağırıyor. Yalnızlıktan bitap düşmüş bir ruh çok geçmeden kayboluyor. Kaybolmuş bir insanın kendisine yabancılaşması neredeyse kaçınılmaz. Kendisine bile yabancılaşmış birinin kaderinde yalnızlık var. Bu böyle fasit bir daire. İçine hapsolduğumuz bir döngü. Bir yerinden kıramazsak ömür boyunca hapsolduğumuz bir döngü.

Benim bütün derdim kendimle başlar ve kendimle devam eder. İlk kavgamı kendimle yapıyorum, ilk hesaplaşmam kendime dönük, önce kendimi alaşağı ediyorum. İçimde hesaplaşmayı yaşamadığım hiçbir şeyi romanıma konu etmiyorum.
Benim bütün derdim kendimle başlar ve kendimle devam eder. İlk kavgamı kendimle yapıyorum, ilk hesaplaşmam kendime dönük, önce kendimi alaşağı ediyorum. İçimde hesaplaşmayı yaşamadığım hiçbir şeyi romanıma konu etmiyorum.

KELİMELER ÇOĞALDIKÇA KAVRAMLARIN ÜZERİNE KALIN PERDELER ÇEKİLİYOR

Yaşam girdabı, travmaların aniden zuhur edişi, kendinle, geçmişle, gündelik ile daimî bir hesaplaşma hâli ve “iç sesini kaybetmek", içerisinde bulunduğumuz modern zamanda son derece tanıdık kavramlar oluşlarıyla her çeşit okurun kolaylıkla dikkat kesilebileceği temalar. Bir “modern zaman romanı" mıdır Kaybolan?

Kaybolan için bir modern zaman romanı diyebiliriz. Yeni hayatın yaşandığı mekânlar, kalabalık, gürültülü, kaotik ve öfke dolu. Bütün bu özellikleri nedeniyle yeni hayat, geçmiş zamanlara nazaran hepimiz için kaybolmaya müsait. İnsanın özünü, benliğini, hakikatini hatırlatacak şeyler bu kaotik akışta gözümüzün önünden hızla geçiyor veya süslü kelimelerle üzerleri örtülüyor. Kelimeler çoğaldıkça asıl ihtiyaç duyduğumuz, içinde hayat barındıran kavramların üzerine kalın perdeler çekiliyor. İç sesini kaybetmek de bu sürecin en acıtıcı hâllerinden biri; kendinle arana aşılmaz mesafeler girmiş çünkü. Kulakların iç sesini duyamayacak kadar sağırlaşmış.

Neden bu kadar huzursuzuz? Neden herkes saçma sapan atölyelere bir sürü para saçarak kendi benliğini bulma peşinde? Neden hepimiz modern spiritüel eventlerde, performanslarda hakikat kırıntısı arıyoruz? Yeni hayat insan ruhunu fena hâlde hırpaladı, incitti. Görünürde herkes kocaman bir sahnede alkışlar, kırmızı kalpler eşliğinde eğleniyor, ama kimsenin kalbi sükûnet bulmuyor. Kaybolmak bu. İnsanın içinde büyüyen yıkıcılık. Öz benliğinin parçalanması ve en önemlisi de değersizleşmek. Değersizlik hissi yıkıcı bir his. Şimdi pek çoğumuz içten içe nerede hata yaptığımızı, nerede kaybolduğumuzu hatırlamaya çalışıyoruz. Bu çağda bellek, hafıza, hatırlama temalarının edebiyatta ve sanatta bu kadar öne çıkması tesadüf değil. Bir şeyleri hatırlamaya çalışıyoruz çünkü. İnsanlığımızı belki de.

ROMANIN İÇİNDE ÖZGÜRLEŞİYORUZ

Tarık Tufan kendini mi, “öteki"ni mi yoksa Pessoa'nın tabiriyle “başkalarında mola veren" kendiliğini mi anlatıyor Kaybolan'da?

Benim bütün derdim kendimle başlar ve kendimle devam eder. İlk kavgamı kendimle yapıyorum, ilk hesaplaşmam kendime dönük, önce kendimi alaşağı ediyorum. İçimde hesaplaşmayı yaşamadığım hiçbir şeyi romanıma konu etmiyorum. Kaybolan bu yönüyle içe doğru bir yolculuk. Elbette okuru benimle birlikte yürümeye davet ediyorum. Bir romancı olarak içtenliğimi ve samimiyetimi göstermeye çalışıyorum. Birlikte yürüyeceğimizi, bu yolculuk esnasında bütün kalbimle açık olacağımı ve başkasını yargılamayacağımı hissettirmeye uğraşıyorum. Okur, romancıya inanırsa, o yolculuk düşsel bir hâle dönüşüyor; küçük mucizelerle dolu, zorlu ama bir o kadar da heyecan dolu bir yolculuk. Romancıyla okur arasındaki o çizgi birden ortadan kalkıyor, birlikte yolculuk eden dostlar hâline dönüşüyorsunuz. Burada bir hiyerarşi ve iktidar kurma arzusu yok. Bir romanın içinde herkes kendi olarak var olabiliyor. Romanın içinde özgürleşiyoruz, zihnimizin derinliklerini keşfediyoruz ve hayatlarımıza dışarıdan bakabiliyoruz. Ayıplarla, kusurlarla, acılarla, sevinçlerle, hüzünlerle, umutlarla yüzleşebiliyoruz.

  • “Hiçbir şeyin geçtiği yok; geçen sadece son ödeme günleri, banka sıraları, ilaçların son kullanım tarihleri, yiyecek içeceklerin marketlerdeki raf ömürleri ve öyle şeyler. Aslında sadece ömrümüz..." (Kaybolan)

Bu “varlık çarkı"nda aynı kurgular tekrarlanıp duruyorsa, hep en başa dönülüyor, her şey yeniden çiçeklenip sönüyor, Kur'an-ı Kerim “Sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden, cennete girebileceğinizi mi sandınız?" diyorsa, o hâlde bu döngüden kaçabilmek mümkün değil demektir. Peki neden hâlâ kaçmaya, kaderimizi ıskalamaya uğraşıyoruz?

Büyük romanların insanlara vaadi bir şeylerden kaçmak değil, bilakis durup düşünmek, hayal etmek, hatırlamak ve gerektiğinde yüzleşmek. Yeni hayat, insanın zihin ve kalp konforunu bozan her şeyden kaçmasını salık verirken, roman tam tersine insanı huzursuzluğun ortasına davet ediyor. Hayata anlam katabilmesinin zorlu yolunu işaret ediyor. Romanın çağırdığı yerde sahte mutluluk nidaları yok. Romanın çağırdığı yerde sentetik uyuşturucular yok. Roman hepimizi hayatın ta kendisine çağırıyor. Huzursuzluğu, mutsuzluğu, kederi göze alarak anlam arayışını sürdürmeye davet ediyor. İnsanın hafızası büyük anlatılarla şekilleniyor. İnsanlık tarihinde iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin en saf ve yalın olarak büyük anlatılarda ortaya çıktı. Yaratılış öykümüzden bu yana bu böyledir. Âdem'in ve Havva'nın hikâyesi, hepimizin hikâyesinin ve bir yanıyla da trajedisinin başladığı yerdir.

  • *
  • Salondaki kadınların bir kısmı hayatlarında ilk kez gidecekleri beş yıldızlı otel etkinliği için bir hafta boyunca, kendilerine yakışıp yakışmayacağını düşünmeden, gösterişli bir saç modeli aramışlar, programdan bir gün önce, cep telefonlarına kayıtlı birkaç fotoğrafla birlikte, ne olur ne olmaz belki beceremez diye her zaman gittikleri mahalledeki ucuz kuaför yerine, eşten dosttan duydukları pahalı kuaförlerden birinin geniş koltuklarına kurulup beğendikleri fotoğrafı kuaföre uzatarak aynada pür dikkat kendilerini izlemeye koyulmuşlardı. Pahalı yerlere parası yetmeyenler ise bir önceki gün mahalledeki kuaföre geç kalmamasını defalarca tembihlemiş, ertesi sabah gün ışırken evden çıkmadan aramaya başlamış, erkenden dükkânın kapısına dayanmış, nihayet kuaför kalfasının isteksiz ve uykulu bakışlarının altında aynanın karşısında geçip gerçekleşmesini diledikleri mucizeyi beklemeye başlamışlardı.
  • Program günlerinde şaşmaz bir şekilde hep aynısı oluyordu: Davetliler, karşılaştıkları her insanın gözlerinden evvel kılığına kıyafetine, saçına başına bakıp içten içe kendileriyle kıyaslıyorlardı. Oradaki kadın erkek herkesin benzer kaygıları vardı; iyi görünmek istiyorlardı. İyi görünmenin ruh hâlinden, iç huzurundan ziyade dış görünüşle, şekil şemalle ilgili olduğuna inanmışlardı, bunun için bolca para harcamaları gerektiğini biliyorlardı. Lüks bir otelde, güçlü bir şirketin bünyesinde olmayı hak ettiklerini göstermek zorundaydılar. Her seferindeki gibi o ayki bütçelerini zorlayarak yılın belirli zamanlarında yapılan bu büyük toplantıya hazırlanmışlardı. Saçlarını, kıyafetlerini, makyajlarını, kokularını, gülümsemelerini, yürümelerini oturmalarını, yemelerini içmelerini, konuşmalarını büyük toplantı için seçip gelmişlerdi.
  • Yıllardır bu toplantılara katılanlar, yenilere bunu hassasiyetle tembihliyordu: “Şık giyinin, saçınıza başına özen gösterin, konuşmanıza, hâl ve hareketlerinize, iletişimlerinize dikkat edin. Yöneticilerle muhatap olurken özgüvenli ve ölçülü olun, beş yıldızlı otellere alışkın olduğunuz hissini verin, arabanız yoksa otele taksiyle gelin, ter kokmayın, girişteki tuvalette son bir kez üstünüzü başınızı kontrol edin." Sürekli gülümsüyorlardı; aynı masadakilere, yanlarından geçenlere, uzaktan selam verenlere, garsonlara, sahnedeki konuşmacılara histerik gülümsemeler savuruyorlardı. Bazıları zoraki tebessümlerini sürdürürken kimselere fark ettirmeden cep telefonunun kamerasını yüzüne çevirip nasıl göründüğünü kontrol ediyordu. İyi para kazanmak, iyi bir hayat sürmek, mutlu olacakları aidiyetler kurmak, kolay ulaşabilir anlamların peşine düşmek ve bütün bunların sonunda maddi manevi tatmin olmak gibi ihtiyaçları vardı.
  • Birilerinin kendilerine inandırıcı sözlerle yol göstermesini, ışıltılı bir peri masalı anlatmasını bekliyorlardı. Onca insanın arasında, mutlu sonla bitecek masalın kahramanının kendileri olabileceklerine sonsuza kadar inanmaya hazırlardı. Bunu hak ettiklerinden kuşku duymuyorlardı. Başarı hikâyelerinin anlatıldığı videoları baştan sona dinliyor, kitapçıların çok satanlar rafına dizilmiş, sanatçılardan, filozoflardan, siyasetçilerden seçme aforizmalar kitaplarını okuyor, başarmak için sürekli fırsat kolluyorlardı. Şirket çalışanları arasında en çok okunan kitap Sun Tzu'nun Savaş Sanatı'ydı. Aralarına katılan herkese ilk önerdikleri kitap buydu, konuşmalarda sık sık Savaş Sanatı'na atıfta bulunmak neredeyse vazifelerinde biriydi. Savaşı kazanmak için oradaydılar. Bunun için ayaklarına vuran ayakkabılara aldırmıyorlardı.
  • Bunun için ödedikleri taksi parasına acımamışlardı. Fark edilmenin umudunu taşıyorlardı. Değerli ve özel olduklarını önce başkalarına sonra kendilerine kanıtlamanın yolu buradan geçiyordu. Zihinlerindeki sıralama böyleydi: Önce diğerleri sonra kendileri. Güvensizlik hissi yüzünden başkalarından onay almak daha önemliydi. Neredeyse ömürleri boyunca ruhlarına azap veren yaralardan arınmanın çaresini arıyorlardı. Yaptıkları işlerde kendilerini gösterebilirlerse daha çok saygı görecekler, her daim kırıklarla dolu kalplerini bu vesileyle onaracaklardı. Ateşli bir şekilde, ölümcül bir hırsla benliklerini koruyabilmenin peşindeydiler. Kurak mevsimlerin sonunda yağmuru hasretle bekleyen topraklara benziyorlardı. İyi geleceğini düşündükleri her şeyi içlerine doldurmaya hazırlardı. Bir eksiklik duygusu taşıyorlardı ama henüz neyin eksik olduğunun bilincinde değillerdi. Tamamlanmak için bir araya gelmişlerdi.
  • Otele adım attıklarından itibaren merasimin her sefasını sevgiyle, titizlikle, tastamam yerine getirmeye niyet etmişlerdi ve görünene bakılırsa adı konulmamış kurallara riayet etmekte gönülsüz davranan kimse yoktu. Neşeyle bakıyorlardı. Tebessümle. Konuşanlardan öğrenecekleri bir cümlenin değeri kâinatın sırrı kadardı. Sonsuzluğun keşmekeşi, hayatın kaotik gürültüsü içinde yuvarlanırken, tutunabilecekleri bir ip arıyorlardı.
  • *Tarık Tufan, Kaybolan, s. 135, 136,137.