Her şey her yerde

​Her şey her yerde
​Her şey her yerde

Monterrey gerçekten çölün ortasındaymış. Geceyukarıdan bakarsan sadece belli bölgelerin aydınlatıldığınıgörürmüşsün. Kalan diğer yerler fakir mahalleleriymiş. Oralarıaydınlatmıyorlarmış. Yani dediler ki senin sonsuz bir deniz zannettiğinaslında fakirler ve onların karanlıkları…

Fakir bir deniz

Gece uçuşu. Bir hastalığın orta yerinde hayal meyal. Antoine de Saint-Exupery de burada, hemen yanı başımda. Rahatsızca kıpırdanıyorum koltuğumda. Pencereye yaklaşıyorum. Zifiri karanlık. Uçak birden sarsılıyor. Çok ateşlendiğim de vücudu­mun yaptığı gibi. 10.000 fit’de titreme.

“Gece uçuşu hastalık gibi bir şeydi: hastanın başından birinin beklemesi gereki­yordu. Elleri ve dizleriyle karanlığa göğüs geren ve karanlık bir denizden sıyrılır gibi…”.

Tekrar aşağı bakıyorum. Işıl ışıl bir şehir karanlık bir denizin ortasında adacıklar halinde yayılmış. Denizi yaran aydınlatılmış köprüler gözlerimi alıyor. Pilot, Mon­terrey üzerinden geçtiğimizi anons ediyor. Yukarıdan bakınca şehrin birçok irili ufaklı adadan oluştuğu anlaşılıyor. Çok üşüyorum.

Yukarından bakınca, irili ufaklı onlarca ada ve köprüler gördüm. Sonra sonsuz bir karanlık. O da okyanus olmalı. Değil mi?

İniyoruz. Her seferinde insan buna hayret eder mi? Uçmak değil ama tekrar yere inmek bana inanılmaz geliyor. Biraz gübre kokulu kahve, bir iki yeni arkadaş. Söz verdik, birbirimizi unutacağız. Deniz yakın mı diye soruyorum. Katıla katıla gülme­ye başlıyorlar. Ne denizi diyor birisi. Burası çölün ortası. Monterrey’de deniz yok.

Gece uçuşu beni nasıl sanrılara sürükledi acaba diye düşünürken gerçekliğe son kez tutunuyorum. Fakat diyorum yukarından bakınca, irili ufaklı onlarca ada ve köprüler gördüm. Sonra sonsuz bir karanlık. O da okyanus olmalı. Değil mi?

Değilmiş. Meğer Monterrey gerçekten çölün ortasındaymış. Gece yukarıdan bakarsan sadece belli bölgelerin aydınlatıldığını görürmüşsün. Kalan diğer yerler fakir mahalleleriymiş. Oraları aydınlatmıyorlarmış. Yani dediler ki senin sonsuz bir deniz zannettiğin aslında fakirler ve onların karanlıkları… Fakir bir denizin üzerinde gece yolculuğu. Evet, bu dünyada sadece zenginler ay­dınlanabilir. Aydınlanma bir kere daha ka­pital ile nikâh tazeledi.

Çizme dolusu balık

Ağır tahta kapıyı itiyorum. Sıcak ve çam kokusu gen­zime doluyor. Ayakkabılarımı giymek için eğiliyorum ve hemen yanımda siyah lastik çizmeleri görüyorum. Yarısına ka­dar su dolu. İçinde balıklar yüzüyor. Bir çizme dolusu balık. Bir sigara yakıyorum. Absürdün insan doğasına ne kadar uygun olduğunu düşünürken, başında bir ziraat şirketinin şapkası gülerek yanıma geliyor. Ölümü geciktiren bir gülümseme. Yine olmadı diyor, geriye bunlar kaldı. Elindeki portakal kabuklarını çizmeye atıp gidiyor. Vaktinde ölememiş balıklar kabuklarla yüzüyor. Vaktinde ölmek… Muvakkitler ve müneccimler bir kere daha Şeb-i Yelda’yı bilemedi işte. Yüzüyoruz hep beraber gam denizinde…

 Deniz yakın mı diye soruyorum. Katıla katıla gülme­ye başlıyorlar. Ne denizi diyor birisi. Burası çölün ortası.
Deniz yakın mı diye soruyorum. Katıla katıla gülme­ye başlıyorlar. Ne denizi diyor birisi. Burası çölün ortası.

Ayağı aksayan Habeş aslanı

Aksak ayağını sürükleye sürükleye masaların hepsini sildi. Ekmek kutularını doldurdu. Yerleri süpürdü. Dükkânın bir köşesinde birleştirdiği sandalyelerden yaptığı yatağı topladı. İki çay koydu. Birisini bana verip kapının önüne çıktı. Kulağının arkasından çı­kardığı sigarayı yaktı ve uzun uzun sustu. Cüzdanından kıvırcık saçlarıyla kahkaha atarken yakalanmış bir çocuğun fotoğrafını çıkarıp bana gösterdi. Habeşistan’da bırakmış.

  • Çorba koku­ları kahırla sabaha karışırken dünya bir aslanı daha köşeye sıkıştırmıştı. Amistad gemisi içindeki yolcularıyla bu zalim dünyaya yaklaşırken, babası ölmeden yetim kalan çocuklar gözleri sulanan kadar güneşe bakmaya devam ediyordu.

Hep beraber üzüldük ve yayla çorbası içtik.

Tül perdelerde tutsak rüzgar

Pencere açık, radyo açık, gündüz vakti ışıklar açık. Sa­dece ben kapalıyım. Yerlerde kağıtlar, konserve kutuları ve küsmüş kitaplar. Rüzgâr, steplerde üzerine sis çökmüş atlı gibi yolunu şaşırdı. Bir hışımla girdi içeri. Kâğıtları üzerlerindeki yarım şiirlerle savurdu attı. Şöyle bir dolandı odanın içerisinde. Tuzağa düştüğünü anladığında çok geçti. Çıkmak ve tekrar engin steplere dönmek için bir hamle daha yaptı. Tül perdeleri havalandırdı ve bir daha çıkamadı. Tül per­delerde tutsak rüzgâr yeniden esebilmek için doğru kelimeleri beklemek zorunda.

Sonra zil çaldı ve küçük ayaklarınla sen geldin. Perdeler tekrar havalandı, kapılar çarptı ve hoş geldin dedim.