Her şeyi bilen anlatıcıların bilmedikleri

Dün perdenin ardından bizi gördü bir çocuk, nasıl göründük gözüne bir bilebilsek.
Dün perdenin ardından bizi gördü bir çocuk, nasıl göründük gözüne bir bilebilsek.

Tufandan önce, depremden önce, saatten ve baltadan önce, göreceli ulaşmanın ve milyarlarca yıldızın kümelenmiş birlikteliğinin arasında ilk parmak izlerini taşa mı bize mi bırakmıştın Âdem babamız? İlk toprağa mı, bize mi dokunmuştun? Koşup da sarıldığın bir kadın mıydı, yoksa biz miydik?

Bir camdan içeri bakıyorduk. Su bileklerimizi aştı. Su belimize çıktı. Su boynumuza yürüdü. Su; kaçmak isterse buhara, tutunmak isterse buza dönüşür. Kaçmakla tutunmak arasında kaldık. Tam o esnada perdenin ardından bir çift göz bizi gördü. Dışarıda olan içeriyi, içeride olan dışarıyı görmek ister çünkü. Görüldük. Elimizi ayağımızı nereye koyacağımızı bilemedik, bakışlarımızı nereye sabitleyeceğimizi bulamadık. Bir anlatıcı titredi. Birinin genzine bir şey kaçtı. Hasetle gerindi öteki. Diğer anlatıcılar gelip dizildiler camın kenarına. Biri titreyene örtü verdi, diğeri öksürenin sırtına vurdu, beriki hasetle gerineni anlamlı bir bakışla ikna etti. İçeriyi kurtarmak, saklamak istedik. İçeri, dışarı çıkmak istedi. İçi kendimizden bir parça hâline getirmek istedik, iç sağduyuya eklenmek istedi. Bir iç dış paradoksuna dönüşmeyelim diye camı kırdık. Hasan bir sesti. Altındaki naylon sürekli hışırdardı. Sabah uyandığında nemin ciğerlere yürüyüşü ile öksürürdü ve ıslak naylonu gören endişe homurdanırdı.

Hasan bir sesti. Odanın içindeki büyüklü küçüklü eller onu soyar, yıkar, giydirirdi. Kimi soyarken derisini de çekiştirir, kimi ufak bir cimciği etine iliştirir, kimi de yün içliği öyle hızlı çıkarırdı ki kulakları, burnu, dirsekleri, kıyafetin orasına burasına takılır, aşınır, kızarırdı. Böyle anlarda ağlaması şımarıklık olarak görülürdü, ama çocuk ne bilsin; suçunu unutur ağlar, suçunu hatırlar ağlar. Uykunun uykuya ulandığı gibi, ağlama da ağlamaya ulanır çocuklukta. Çocuğun bu ulanmadan sıyrılması mümkün değil. "Hasan gel hele bi." Hasan hemen kalkar gider. Gidişi kısık, yumuk, karmaşık bir ip yumağı. Buna rağmen gözyaşı düz, nizami, ibrişim gibi ferah... Büyüklü küçüklü ayaklar arasında istenmeyen bir top gibi çevrilir dururdu Hasan. Yok olsun istendikçe daha şiddetle vurulup diğer ayağa yollanan. Bir ayaktan diğerine varıncaya kadar ne yaşarsa o. Düz, nizami, tek. Bir ayağa çarpmadan ne yaşarsa odur Hasan.

Bir çocuğun anası yoksa onu vicdanlı birinin büyütmesi ihtimal dâhilindedir elbette, olasıdır. Ama bir çocuğun anası varsa ve vicdansızsa o çocuk için bir ihtimal yoktur. Bir çocuğu anası itmişse, dünyanın diğer bütün ayakları elleri tırmık olur, pütür olur, zımpara olur; bir ihtimal olmaz. Annesinin tatlı sözü, şöyle bir üzerinden geçmezse çocuğun; diğer sesler kesik olur, batık olur, ur olur, bir ihtimal olmaz. Derisi anne ile kaplıdır çocuğun. Yarı geçirgendir. Lakin anne ile kimsesizlik arasındaki o büyük boşluk sararsa derisini, dışarıdan içeriye geçmez hiçbir şey. Hasan tek kelime etmeyen bir sesti. Suskunluk dışarıdaki seslerin giremediği ulaşamadığı özel bir bölmeye denir: selamlık gibi, gölgelik gibi. Her şeyin yeri bellidir, her şey alındığı yere bırakılır bu evde, Hasan suskunlukta oturur.

Neden istenmez Hasan. Bir anne neden sofra kalktıktan, yemek bittikten, soba söndükten sonra uyandırır çocuğunu ve bir yastık gibi yer minderlerinin sırasına dizer? Bunun bir açıklaması var mıdır, bütün açıklamalar yetişkinlerin çocukluk travmaları ile yapılabilir mi? İnsan nesilden nesle bir kanat arayışını sürdürebilir, o hâlde insan bir travmayı da nesilden nesle sürdürebilir mi? Bir sesti Hasan. Dışına taşmamış. Çığlık olup kopmamış. Kaybolduğunda bulamadılar bu yüzden. Bahçe duvarlarının ardında kavaklar yükseldi, kavakların mağrur uzanışını aralarına ekilen yabani güller yumuşatmaya çalıştı.

Yağmur usul usul döküldü, yaşlı bir kadın kömürlüğün kıyısına sığındı, elindeki pazar çantası bir alışverişi unutturup başkasını anımsattı. Sonra yağmur durdu, kadın kayboldu. Hasan'ın kayboluşu, kadının kayboluşunu açığa çıkardı. At arabaları gıcırdadı, otomobiller geçti, insanlar çamur içinde bir ileri bir geri gitti. Hasan'ı arama işi bitti. Annesinin böğrüne bir sancı oturdu sandı herkes. Kısa bir zaman geçti. Annesi bezendi, oyalandı. Ekşimiş maya kokan elleri kınalandı. Hasan bir sesti, kaybedildi. Kaybetmek kâinatın çeşitliliğini ve genişliğini yadırgamaktır. Kimse yadırgamadı kâinatı. Hasan kaybedilmedi o hâlde, bu yüzden bulunmadı da.

Bir gün çıkıp gelecek Hasan, inkâr ederek konuşmaya başlayacak. İnkâr ederek söyleyecek ilk sözünü. Anne diyecek. Bilmem kaç yıl geçtiğinde aradan, ikna ederek kendini yine kendi tarafından elinde bir kutu lokumla anne dediği boşluğun kapısına gönderilecek. Onu karşılarında gören büyüklü küçüklü ayaklar seğirecek, büyüklü küçüklü eller ovuşturulacak. Kavga mümkün olmayacak, hesap sorulmayacak, mürekkep dışına vurmayacak, içini belli etmeyecek kumaş. Hasan'ın inkârı da iknası da yarım kalacak. Tutkulu bir yaraya izin verilmeyecek, elden ele gezdirilecek ilaç. Tutkulu bir yara ölümcüldür; sıyrıklar yaşama telaşı, çizikler alışkanlıktır. Yok olmasına izin verseler de ölmesine izin vermeyecekler Hasan'ın. Yaraları kapanacak ama iyileşmeyecek. Onun yerinde olmadıkları için şükredecek büyüklü küçüklü başlar, şükür bu olmamalı deyip vazgeçecekler sonra.

Annesi lokum bittikten, Hasan gittikten sonra gelecek yine gezmeden.

Ya olduğun gibi görün demiş yüce pir, nasıl olduğumuzu bir bilebilsek; ya göründüğün gibi ol demiş sonra, nasıl göründüğümüzü bir bilebilsek. Dün perdenin ardından bizi gördü bir çocuk, nasıl göründük gözüne bir bilebilsek.