Hız, insanı düşünmekten alıkoyar

Saadettin Acar: Hakikate ancak durarak vâkıf olabiliriz
Saadettin Acar: Hakikate ancak durarak vâkıf olabiliriz

Hikmet ve marifet durmaktadır. Hakikate ancak durarak vâkıf olabiliriz. “Vâkıf”, “vukûfiyet”, “vakf” bunlar durmakla ilgili kavramlardır. Bir meseleye vâkıf olabilmeniz, vukûfiyet kesbedebilmeniz için kelimenin kök anlamıyla söyleyecek olursak, durmanız gerekir. Çünkü durmazsanız vâkıf olamazsınız.

Yazar Saadettin Acar’la yakın zamanda çıkan kitabı Herkes İçine Baksın’ı konuştuk. İçimize bakmaktan maksadın ne olduğunu, hangi hâl üzere hikmete erişeceğimizi, İslam Medeniyeti içinde tasavvufun anlamını Cins’e anlatan Saadettin Acar, tüketim ve hızın korkunç boyutlara ulaştığı günümüz dünyasında toplumların kaybettiği hasletlere ve istismar edilen değerlerine dair önemli açıklamalar yaptı.

Kitabınız, “Herkes içine baksın” diyerek, her şeyin sathîleştiği bu dünya insanına derinlere yani içimize doğru bir çağrı yaparak başlıyor... Buna dair ufak bir şerhle başlasak öncelikle.

Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya ve bunların ürettiği ucuz kültür sanki dikkatimizi bir yerden kaçırmaya çalışıyor gibi.
Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya ve bunların ürettiği ucuz kültür sanki dikkatimizi bir yerden kaçırmaya çalışıyor gibi.

Modern zaman dışı ve görselliği çok kutsayan ve öne çıkaran bir devir. Tam olarak bir görsel saldırı altındayız. Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya ve bunların ürettiği ucuz kültür sanki dikkatimizi bir yerden kaçırmaya çalışıyor gibi. Oysa insan içiyle, kalbiyle, gönlüyle var olan ve anlam kazanan bir varlık ve maalesef git gide bu zenginliğinden koparılıyor; insan içsiz, maneviyatsız ve tamamen sathî bir varlığa dönüşüyor, dönüştürülüyor. Bunun insanı anlamından, yüceliğinden ve hakikatinden koparan büyük bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ne demişti şair “En uzun yoldur insanın içi.” Yani siz insanın elinden o uzun yolculuk imkânını alırsanız, insan tamamen fizyolojisiyle ve görüntüsüyle tanımlanan bir robota dönüşür. Yusuf Kaplan’ın tespitiyle “Modern zamanlar insanı hafta içi durmadan üreten bir robota, hafta sonu da azgınca tüketen bir hayvana dönüştürdü.” Ortada insan yok; mekanik bir robot ve şehvani güdüleri ön planda olan hayvan var. Modern çağ insanlığa bunu telkin ediyor. Ama bence en büyük sorun biz Müslümanların da bu yüzeyselliğe, bu her anlamda “dışa bağımlılığa” dâhil olmamız, onun bir parçası olmamızdır.

Bütün insanlık modern çağın pençesine düşmüşken neden “asıl sorun” Müslümanların o pençeye düşmüş olması olsun ki?

Bu dünyada insana en hakiki anlamını verecek olan değerlerin tümünü İslam ihtiva eder. Yalnızca İslam. Bütün sistemler bütün “izm”ler ve insanı mutlu edeceğini iddia eden ideolojiler insanı asla hakiki anlamıyla ve bütüncül bir şekilde ele almıyor.

Ama İslam insana “eşref-i mahlûkat” payesi veriyor mesela. Rabb’imiz “Ben insanı en mükemmel kıvamda yarattım” diyor, yani “ahsen-i takvim” üzere... İnsana “a’la illiyin”e; yücelerin yücesine çıkma imkânı veriliyor, bunu biz Efendimiz’in miracından da biliyoruz aslında. Yani Efendimiz bir varlığın çıkabileceği zirveyi bize gösteriyor. Oraya hiçbir yaratılmışın çıkmadığını biliyoruz, Cebrail bile ona eşlik ederken bir yerden sonra duruyor, buradan öteye geçemem, diyor. Dolayısıyla tüm bu anlam derinliklerine ve zenginliğine sahip olan Müslüman’ın da yüzeyselliğe, “dışa bağımlılığa” yönelmesi bence insanlık için çok büyük bir krizdir ve insanlığın elindeki tek çıkış imkânını heba etmektir. İşte tam da bu nedenle biz Müslümanların özellikle içimize dönmemizin vaktidir.

Ne var içimizde?

Şu: “Ben yerlere ve göklere sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine sığarım.” Rabbimizin işaret ettiği o yer, kalbimiz, gönlümüz, ruhumuz.

Bilgeye “Çok hızlı tren yapmışlar, uçak yapmışlar beş saatlik mesafeyi 1 saatte alacağız.” demişler ve o da “Peki arta kalan zamanda ne yapacağız?” diye sormuş ya… O hesap…

Bir sonsuzluk âlemi, evet. Allah Teala sınırsız ve sonsuz ise ki şüphesiz öyledir; O’nun o sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla “sığarım” dediği yer de sınırsız ve sonsuzdur zira. İşte biz o sınırsız, o sonsuz derinlikten, o büyük devletten kopup tamamen dışımızla, fizyolojik ve biyolojik varlığımızla kendimizi tanımlamaya başladık. Bu varoluşsal bir krizdir, bu anlamsızlıktır, yüzeyselliktir. Onun için “herkes içine baksın, çözüm oralarda bir yerde” dedik. Belki bu sese kulak veren biri çıkar ve içine doğru bir yolculuğa çıkar, çıkarız diye ümit ettik.

Hakikate ancak durarak vâkıf olabiliriz

Buna ek olarak belki de, kitabınızın neredeyse tamamında dünyanın hızına kapılmış insana “biraz yavaşla” telkini var. Neden yavaşlamalıyız, yavaşlarken bir şeyleri kaçırmaktan, yetişememekten korkuyoruz sürekli, bu korkuya rağmen nasıl yavaşlamalıyız?

Güzel soru… Bir Kızılderili atasözü vardır: “O kadar hızlı gittik ki, ruhumuz geride kaldı…”

Biraz soluklanalım ruhumuz bize yetişsin…

Aynen öyle. Yavaşlama ihtiyacı öncelikle hızın tanımıyla ve bizi vardıracağı yer ile ilgili bir şey. Yine bir bilgeye “Çok hızlı tren yapmışlar, uçak yapmışlar beş saatlik mesafeyi 1 saatte alacağız.” demişler ve o da “Peki arta kalan zamanda ne yapacağız?” diye sormuş ya… O hesap… Bence bütün mesele, hızlandığımızda o hızın bizi ulaştıracağı yerde umduğumuzun ne olduğu ve hızın bize kazandırdığı arta kalan sürede ne yapacağımızla ilgilidir. Eğer hız bizi sürekli yeni hızlara eklemliyorsa, sürekli bitmeyen bir yarışın ve koşturmanın içerisine sokuyorsa, orada amaçsızlık, hiçlik vardır. Hızın kendisi amaca dönüştüğünde bu, andan, anın sorumluluğundan kaçış olur. Böyle bir insana ibnü’l-vakt olmak hiçbir şey ifade etmez.

Yani hız eğer hayatımızda olacaksa, bir araç olmalı; bizi bir yere bir, kazanıma kavuşturmalı…

Evet, elbette. Eğer hızlanacaksak hızın neticesinde bir dinginliğin, bir sekînetin gelmesi lazım; fakat bu dünya bizi sürüklediği hızın akabinde bir huzur, dinginlik vaat etmiyor bize. Bu koşturmanın sonunda biz insanoğlu olarak nereye varacağımızı sanıyoruz? Daha fazla koşup daha fazla hızlanınca bunların sonunda bize vaat edilen nedir, sorgulamıyoruz bunu. Bu dünyanın bizi sürüklediği hız ve bitmeyen hırsımız en sonunda bizi helak edecek. Oysa hikmet ve marifet durmaktadır. Hakikate ancak durarak vâkıf olabiliriz. “Vâkıf”, “vukûfiyet”, “vakf” bunlar durmakla ilgili kavramlardır. Bir meseleye vâtkıf olabilmeniz, vukûfiyet kesbedebilmeniz için kelimenin kök anlamıyla söyleyecek olursak, durmanız gerekir. Çünkü durmazsanız vâkıf olamazsınız.

  • Durmazsanız her şeyle üstünkörü bir temasınız ve onun hakkında yüzeysel bir bilginiz olur. Ama hiçbir şeyin künhüne varamaz, hakikatine doğru ilerleyemezsiniz. Bütün semavi dinler ve mitolojiler tefekkürü önemsiyor, değil mi?

Tefekkür bir mevzunun üzerinde durmakla, derinleşmekle ve orada kök salmakla ilgilidir. Dolayısıyla hız, bizi tefekkürden alıkoyuyor. Bizi eşyanın hakikatiyle temas kurmaktan alıkoyuyor. Mustafa Kara Hoca’dan ilhamla bir örnek vereyim. Eskiden dergilerin arka sayfalarında üç boyutlu resimler olurdu ve o sayfada ilk etapta görünen şeklin arkasında başka bir resim, şekil olurdu. Bu gizli resim, sayfaya ilk bakışta göremediğimiz bir şeydi. Ben bir yönüyle velilerin kerametini de bu üç boyutlu resmin arkasındaki resimden haber vermek olarak nitelendiriyorum. Bizim o “üç boyutlu” ya da “çok boyutlu” resmi görebilmemiz için bazı şartlar var. Nedir bunlar; birinci olarak bu resmi bir yere sabitleyeceksin; ikinci olarak sen de sabit kalıp ona yoğunlaşacaksın ve o şekille hemhâl olacaksın. Bunları yapınca bakıyorsunuz ki o yüzeyde ilk anda görünen çizgiler kayboldu ve arka planda gizlenen resim meydana çıktı. Şimdi ne olmuş oldu; aslında siz tefekkür ettiniz, yavaşladınız, yoğunlaştınız ve bunun neticesinde eşyanın üzerindeki perde kalktı; hakikatle karşılaştınız.

Ben çoğu zaman Allah’ın ikramlarının bu kabil ikramlar olduğunu düşünüyorum. Durmamız lazım, bu telaştan bu hırstan kendimizi arındırmamız lazım. Âleme, eşyaya, insana, olaylara ve dünyaya tefekkür ve ibret nazarıyla bakmamız, dikkat kesilmemiz lazım. Mâsivâ dediğimiz, tamamıyla bir gölge olan bu dünyadan sıyrılmamız ve hakikat üzerine yoğunlaşıp onu aramamız lazım. Bir çocuğun, bir kadının, bir deniz dalgasının, göğün, bir taş parçasının ve mesela Sezai Karakoç’un bir şiirindeki bir yaprağın, bir böceğin nasıl bu kadar anlamlı olabildiğini, o zaman anlayacağız. Yavaşlamak hem mutluluk için hem tatmin olarak yaşamak için şart. Yavaşlamadan mutlu olamayız. Hız mevcut anı, mevhum ve muhtemel bir geleceğe feda etmektir. Mevcut an ise; kazası ve tekrarı mümkün olmayan andır…

Tasavvuf, bu dünyada yaşayan insana hem bu anın mesuliyetini hatırlatan, hem de onu ölüm idrakiyle ve hesap verme kaygısıyla yeniden inşa etmeye çalışan bir tecrübeler toplamıdır.
Tasavvuf, bu dünyada yaşayan insana hem bu anın mesuliyetini hatırlatan, hem de onu ölüm idrakiyle ve hesap verme kaygısıyla yeniden inşa etmeye çalışan bir tecrübeler toplamıdır.

Yavaşlamanın biricik yolu

Peki, yavaşlamak ve durmak için bize yardımcı olacak, bize yol gösterecek en temel rehber ne olabilir?

Kanaatim -âcizane- yavaşlamanın biricik yolunun tasavvufun zaman içinde geliştirdiği temrinlerinde, egzersizlerinde –kısaca onlara adap diyebiliriz- olduğunu düşünüyorum. Tasavvuf bize hem içimize bakmanın imkânlarını, metodunu öğretiyor hem de yavaşlamanın yolunu, yordamını öğretiyor. Ve sonra da yapay hazlardan kurtulup hakiki hazlara ulaşmanın kapılarını açıyor. Şems suresinde Allah Teâla yedi kez yemin ediyor. (Şimdi ben burada yedi şey üzerine yedi kez ard arda yemin etsem, siz ister istemez benim söylediklerime büyük bir anlam yüklersiniz ve merakla beklersiniz, hele bu yemini Allah ediyorsa o söze ne derece önem vermeli, hep beraber düşünelim.) Allah o yedi şeye yemin ettikten sonra buyuruyor ki; nefsini temizleyen, içini arındıran, onu tezkiye eden kurtuldu.

  • Bütün tasavvuf ekolleri kendilerini bu ve buna benzer birkaç ayet üzerinden tanımlıyor, konumlandırıyor. Tasavvufun, irfanî mekteplerin en büyük dayanaklarından birisi budur: İçini arındıran felaha kavuştu, kurtuldu.

Bu içi arındırmanın, yavaşlamanın yolları nasıl olacak, dediniz. İşte tasavvufun bütün temel meselesi bu iç temizliğini sağlamak; ruhu ve kalbi arındırırken aynı zamanda dışı da asla ihmal etmemek, bugün ve burada yaşıyor olmanın sorumluluğunu göz ardı etmemek. Bize tasavvufun insanın sadece kalbine, ruhuna dokunduğunu ve dışarısıyla ya da dünyayla ilişkisini kestiğini söylerler sürekli. Bu tasavvufa büyük bir haksızlıktır, bühtandır ve hatta iftiradır. Tasavvuf, bu dünyada yaşayan insana hem bu anın mesuliyetini hatırlatan, hem de onu ölüm idrakiyle ve hesap verme kaygısıyla yeniden inşa etmeye çalışan bir tecrübeler toplamıdır. Kötü örnekleri elbette vardır, suistimal edeni, kullananı eksik olmamıştır hiçbir zaman (hangi mesleğin, meşrebin, yolun sahtekârları yok ki!) ama kaynağı itibarıyla bu böyledir. Bu sistem çalışmıştır, işlemiştir. Asırlar içerisinde tasavvuf ekolleri insanları terbiye konusunda bir beceri kesbettiler; sonra bu beceriyi sürekli birbirlerine aktardılar.

Peki, tasavvufun bu başarısının sırrı neydi, neyi keşfetti sizce?

Tasavvufun büyük keşfi, dinin bir hâl meselesi olduğunu kavramasıdır bence.

Asırlar içerisinde tasavvuf ekolleri insanları terbiye konusunda bir beceri kesbettiler; sonra bu beceriyi sürekli birbirlerine aktardılar.
Asırlar içerisinde tasavvuf ekolleri insanları terbiye konusunda bir beceri kesbettiler; sonra bu beceriyi sürekli birbirlerine aktardılar.

Resullullah’ın geldiği çağda o toplumda bugün yaşadığımız durumlardan çok daha kötüleri yaşanıyordu, insanın, kadının, çocuğun, ailenin ve dinin hiçbir anlamı yoktu. İnsanların hakikat diye meseleleri yoktu. Her anlamda kapkaranlık bir devirdi. Adı üstünde; cahiliye dönemi. Ama Allah Resulü o toplumu o hâldeyken -elbette vahyin ışığında- nasıl yeniden inşa etti? Biliyoruz ki O, dışardan insan ithal etmedi; o cehalet bataklığındaki insanları aldı ve dönüştürdü. Bugün Müslümanların, oradaki ipuçlarını alıp toplumla ve tüm insanlıkla onun üzerinden bir ilişki geliştirmeleri lazım. İşte tasavvuf da asırlar boyu buraya odaklandı. Bu bizim kurtuluş noktamız işte. Neticede bütün İslami hareketler, mektepler bu noktayı çözmeye çalışıyorlar: Hazreti Peygamber nasıl yaptı bunu, nasıl başardı? 15-20 yılda bir toplumu nasıl dönüştürdü, hem de öyle vahşi ve cahil bir toplumu? Peygamber’in elinde aslında bir yazılı kitap da yoktu, Allah’ın kendisine indirdiği emirler dışında başka hiçbir şey yoktu.

Tefekkür bir mevzunun üzerinde durmakla, derinleşmekle ve orada kök salmakla ilgilidir. Dolayısıyla hız, bizi tefekkürden alıkoyuyor.

Burada âcizane kanaatim şu, bizim süslü parlak cümlelerimizden öte iyi örneklikler sergilememiz lazım. İslam’ı anlatmak, evet ama öncesinde Müslümanca yaşamak, İslam’ı bir hâle, hayat tarzına dönüştürmek. İnsanları etkileyecek olan da budur, bizi kurtaracak olan da budur. Resul-i Ekrem’in insanları etkileyen en önemli özelliğinin bu olduğunu düşünüyorum. Elbette çok güzel konuşuyordu, fasih ve beliğ bir üslubu vardı, ama o dönemde güzel konuşan başka insanlar da vardı. Muallakat-ı seb’a vardı mesela, o dönemin tek övünülür şeyi şiirdi ve İmru’ul Kays gibi nice büyük şairleri vardı o toplumun. Ama bu tarafta Peygamber (s.a.v) bir şey söyledi ve o söylediği topluma müthiş bir şekilde tesir etti; çünkü o söylediklerini hâle dönüştürmüştü. O, çoğunlukla yapıldığı gibi, karşısındakini aldatmak ve büyülemek için sözü istismar etmiyordu. Sözün imkânını insanları bir hakikate çağırmak için kullanıyordu ve o hakikati en yalın hâliyle üzerinde taşıyordu.

“Sözün istismarı” dediniz, bu bugünün en büyük meselelerinden, değil mi?

Maalesef. Bugün mesela biz, parlak cümlelerle edebiyat adı altında ne çirkinliklerin meşrulaştırıldığına şahit oluyoruz. Parlak cümlelerin ardına ne kötülüklerin gizlendiğini biliyoruz. Dolasıyla biz Müslümanların Resullullah (a.s.v)’ın sözüyle ve özüyle, bu sahici hâline talip olmamız gerekiyor. Biz çok söz söyledik, asırlardır kütüphaneler dolusu literatür ürettik, ama tüm bunlara rağmen hâlimiz tavrımız karşı tarafta bir farklılık oluşturmuyor, bir etki uyandırmıyor, buraya bir bakmak lazım yeniden, neden?

Yusuf Kaplan’ın tespitiyle “Modern zamanlar insanı hafta içi durmadan üreten bir robota, hafta sonu da azgınca tüketen bir hayvana dönüştürdü.

Ben de tam buradan meseleyi derinleştirmek istiyorum. “Malumatfuruşluk” meselesinden. Kur’an’ın emirlerini, Peygamber Efendimiz’in sünnetini, ya da o az önce sizin bahsettiğiniz medeniyetimize ait o büyük eserleri bilen, bunların bilgisiyle nasiplenmiş insanların hâl ile nasiplenmeme meselesine değinmek istiyorum… Bu durum maalesef bizim her yanımızı sarmış bir hastalık gibi geliyor bana… Sahip olunan bilgiler tam anlamıyla nefsi tatmin etmek için, kibri beslemek için sanki… Bilgi, sahibini değiştiren bir şey değil de sanki bir vitrin hâline getirildi.

Eyvallah… Eyvallah. Tam o işte. İçimize bakalım dememizin sebebi de o. O yazdıklarımızın, ürettiklerimizin, söylediklerimizin içimizle teması ne seviyede? Mesele oraya bakmak. Ben âcizane riyanın bir şeklinin de bu olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarınızın kaynağı içiniz değilse, yani kalbiniz dilinizden, diliniz kalbinizden habersizse ürettiğiniz her şey anlamsız bir yığındır. İsterseniz ayet nakledin, tesir etmez! Eskiler bir küçük menkıbe veya hikâye ile koca bir kitleleri eğitirlerdi. Ama bizim modernler otururlar, varlığa dair ciltlerce eser yazarlar, o en derin meselelere dair büyük büyük cümleler kurarlar ve çoğu zaman o yazılanların bizim meselelerimize zerre kadar bir faydası olmaz, ilginç değil mi? Merhum Muhammed Hamidullah’ın şöyle dediği nakledilir: “Tarihe isim bırakmış, şan bırakmış büyük filozoflar Razi, Kindi ya da Farabi’nin elinden kaç kişinin Müslüman olduğunu bilmeyiz. Onların elbette dine ve medeniyetimize hizmetleri çok büyük bu ayrı, ama biz koca bir Hint alt kıtasının sufi dervişlerin eliyle Müslümanlaştığını biliyoruz mesela…”

Yazdıklarınızın kaynağı içiniz değilse, yani kalbiniz dilinizden, diliniz kalbinizden habersizse ürettiğiniz her şey anlamsız bir yığındır.
Yazdıklarınızın kaynağı içiniz değilse, yani kalbiniz dilinizden, diliniz kalbinizden habersizse ürettiğiniz her şey anlamsız bir yığındır.

Bu dervişler belki filozof değildi, bunlar belki büyük âlim de değildi, büyük büyük eserler de yazmıyorlardı belki, ama onların o hâlleri insanları -Allahu âlem- Razi’nin, Farabi’nin ya da İbn Rüşd’ün bir eserinden çok daha fazla etkilemiştir. Tabii ki Farabi’nin Kindi’nin ya da diğer büyük İslam âlim ve filozoflarının yazdıklarını kalplerinden yazmadıkları anlamına gelmez bu, asla. Tekrar ediyorum bunu söylemek haddimiz değil. Ama merhum Hamidullah’ın bu sözü, insanları dönüştürebilen o tasavvuf ehlinin sözlerini hâl diliyle söylemesiyle ilgili bir şey tamamen. Tasavvuf ehlinin söyledikleri sözü kalbine yedirmesinin ne kadar büyük berekete, füyuzata ve fütuhata sebep olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Buna İslam’ın o ilk yayılış dönemlerinden de birçok örnek verebiliriz, değil mi?

Elbette. İslam’ın o ilk yayılış dönemlerine, “intişar-ı İslam” denilen o çağa bakalım: Müslümanlar farklı diyarlara neyle gittiler? Ellerinde bir mushaftan başka bir şey yoktu. Hadisler ancak 4 halifeden sonra yazılmaya başlandı ki dağınıktır o dönemde hadisler. Kitaplaşmış bir hadis külliyatımız da yoktu o zaman, bu ancak büyük hadis imamları gelinceye kadar gerçekleşememiş bir süreç. O dönemin Müslümanları ellerindeki mushafla ve mushafın emirlerini hâl edinmiş bir şekilde gittiler gittikleri her yere. Ve dünyanın dört bir yanından Fas’tan Endonezya’ya, Çin’den Orta Asya’ya, oradan Anadolu’ya ve Afrika’nın içlerine, Avrupa’ya ve Endülüs’e kadar her yere İslam’ı götürdüler. Nasıl oldu bu? Gidip mantık, kelam ve felsefe ile bu insanları ikna mı ettiler, hayır. Örneğin tüccar ticaretini dürüstçe yaptı, karşıdaki insanlar bu dürüstlüğün kaynağını merak etti ve kaynağın İslam olduğunu öğrendiler. Mehmet Görmez Hoca şöyle demişti bir konuşmasında: “Müslümanlar gittikleri yerde dini tebliğ etmeden önce, hatta bazı insanlar dini tebliğ etme gayesi de olmadan, gittikleri yerlere ‘helal’ ve ‘ahlak’ taşıdılar.”

Yani o dönemin Müslümanlarının ortaya koyduğu müşahede edilebilen bir hâl idi. İşte buydu o dönem İslamiyet’in yayılmasındaki en önemli faktör. Düşünebiliyor musunuz, Müslümanlar Resullullah Efendimiz’den bir asır bile geçmeden dünyanın bir ucuna vardılar. İnanılmaz değil mi? Çünkü o insanlar İslam’ı bir hâle dönüştürdüler ve bunu bir elbise gibi üzerlerine giydiler ve bu İslam libası başka insanları etkiledi, onları da İslam’a çekti. Dolayısıyla hiç konuşmasalar da karşılarındaki insanlar bu duruştan etkilendi ve bu duruşun kaynağına yöneldi. Bizim de şimdi böyle bir duruşa ihtiyacımız var. Çok söz, çok konuşmak, çok anlatmak… Hakikaten bunlar bize çok zaman kaybettirdi. En basitinden Müslüman’ın namaz kılması lazım. Ayıp değil mi bunun aramızda hâlâ bir mesele oluşu Allah aşkına. Namaz konusundaki zafiyetimiz bile tek başına sorunlarımızın ne boyutta olduğunu gösteriyor bizlere. Müslüman namaz kılmalı! İki Müslüman entelektüelin birbirlerine bunu hatırlatmak durumunda kalmaları ne kadar acı ve de utanılacak bir şey. Biz artık en temel meselenin bile ardını bıraktık.

Müslüman sorgulamaktan ve konumlandırmaktan çekinmez ve hatta en büyük sorgulamayı tarihte Müslümanlar yaptı zaten.

Ya da o bizi bıraktı…

Evet, tabii. Sonrasında da yine bir sürü şey bizi bıraktı. Biz en temel ibadetleri ve meseleleri bırakınca onur bizi bıraktı, izzet bizi bıraktı, zillete düştük. Yani büyük büyük İslami hassasiyetlerin zaten çoğunu kaybettik de, artık en temel ibadetler noktasında bizim elimizde ne kaldı diye bakar olduk. Bu da böyle bir dert yani… Bundan ötürü de mutlu olamıyoruz ve büyük çelişkiler yaşıyoruz. Ya bu dine dair bazı şüpheleri var artık insanların ya da yaşantılarıyla fikirleri arasındaki mesafe çoğalıyor ki bu nedenle de toplum olarak bu kadar huzursuzuz. Hele son yıllarda muktedir olmakla imtihan oluyoruz, bu imtihandan da başarıyla çıkamıyoruz maalesef, sabitemizi ve zeminimizi kaybediyoruz…

Açmak istediğim bir başka mevzu da kitapta vurgusunu güçlü bir şekilde hissettiğim, her kulun içinde bulunduğu şartlarla kendi var oluşuyla biricik olduğu ve herkesin hakikatten payına düşeni kendi nasibince alacağı mevzusu… Anlattığınıza göre bu, medeniyetler bazında da böyle. Her medeniyet bulunduğu şartlara göre hakikatle arasına bir bağ örüyor. Buradan hareketle sormak istediğim, şu anda bu topraklarda, bu medeniyete tabi olan bir insan olarak konuşmamızın, fikir beyan etmemizin, eser üretmemizin önemi nedir?

Şöyle anlatayım; ben hiçbir zaman sizin durduğunuz yerden kendi bulunduğum yeri göremem ve anlayamam, çünkü Allah insana bir anda bir yerde olma imkânı vermiş. Şimdi ben bu anda ve buradaysam, “o anda, orada” ne olduğunu bilemem. Çünkü biz kâinatta sınırlı bir yer kaplayan ve boyutları belirli varlıklarız. Aynı anda birkaç yerde, birkaç noktada bulunma imkânımız, birkaç açıdan görebilme imkânımız yok. Odadaki ışık kaynağını baz alalım: Bu ışık kaynağından bana gelen ve size de gelen bir ışık var; ama siz asla benim buradan muhatap olduğum ışığa bu açıdan aynı şekilde muhatap olamazsınız. Ben de aynı şekilde. Siz orada durarak buradaki ışığı tecrübe edemezsiniz ve kalkıp buraya gelmeniz gerekir ki o zaman da başka bir an oluşur zaten.

  • Bir başka örnekle de şöyle açıklayabilirim, güneşin dünyada aydınlattığı bütün toprak parçaları biriciktir ve bu toprak parçalarının her birinin güneşten aldığı ışık aynı değildir, her toprak parçasının ve coğrafyanın bu nedenle farklı özelliklere ve zenginliklere sahip olduğunu biliyoruz.

Hakikatle kurduğumuz ilişki de bu ışık ve güneş örneklerinde anlatmaya çalıştığım gibi… Her medeniyetin ve her insanın hakikatle farklı şekillerde temas kurduğunu ve her birinin bu nedenle kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda yerliliğin de çok önemli olduğunu söylüyorum. Her coğrafya, her toprak parçası ve her insan durduğu yere ve şartlarına göre hakikatle bir ilişki içerisinde olur ve bu nedenle hakikatle kurulan her ilişki değerli ve biriciktir. Ama şu var: Güneşin ışınlarını alırken sizinle onun arasına ne kadar çok bulut girerse, sizin güneşle aranızda da o kadar geçişken olmayan bir mesafe oluşur ve ondan alacağınız ışık da o kadar azalır. Bu kara bulutların olmaması için çevreyi kirletmemeniz lazım mesela. Sizin güneşle aranızı sürekli berrak tutmanız gerekir. Hakikatle de bu minvalde arı-duru bir ilişkimiz olmalıdır. Günah hakikatle aramıza perdeler çeker. Bu perdeler, manialar nedeniyle bir zaman sonra hakikati göremez ve tanıyamaz hâle geliriz. Ya da hakikat bize görünmez olur. Oysa Allah insana tertemiz bir fıtrat verdi, tıpkı parlak bir ayna gibi. Sizin göreviniz bu fıtratı kirletmeyecek bir hayat tarzı benimsemenizdir.

Allah’tan gelen ilhamlar, füyuzat eğer o kalp aynası temiz ise dışarıya da yansır ve gerçek bir hâl ancak o zaman ortaya çıkar. O aynaya düşen kirleri, tozları da biz ancak nasuh tövbelerle temizleyebiliriz. Eğer zamanında biz o aynayı kirlerden temizleyemezsek kararan ayna hakikati yansıtmak yerine örtecektir. Korkunç olan şu ki “kâfir” de “örten” demektir. Tövbe ise o aynayı o ilk andaki parlak hâline çevirebilecek tek şeydir. Bizim durduğumuz yerin faydalı ve anlamlı olabilmesinin en önemli yolu bize gelen hakikat ışığını yansıtacak, ışıtacak bir aynaya sahip olmak, gönlü, kalbi yani içi parlak bir ayna kılmaktır. Çünkü hakikat gittiği yerde iyi karşılanmak ve çoğalmak ister. Kinin, riyanın, hasedin, kibrin olduğu bir kalpte hakikat yuva yapamaz. Müslümanların işte bunları da yeniden gündemlerine alması ve bu dinin bir hâl dini olduğunu yeniden hatırlamaları lazım. Elbette yazacağız, konuşacağız, tartışacağız ama bunu hâlimizle de tasdik edeceğiz.

Eyvallah... Her şeyin kritik edilebildiği, sorgulanabildiği ve bunun trend olduğu bir dünyadayız artık, sizin de kitabınızda sitemle bahsettiğiniz gibi… Bu kritik edebilme özgürlüğünün ortaya çıkardığı tablonun olumsuz olduğunu; kavramların, değerlerin altının oyulduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz? Sorgulamaktan maksadın gerçeklere ulaşmak değil de eldeki kıymetleri tahrip etmek olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Şöyle: İnsan kutsalıyla var olur ve anlam kazanır, ancak modern dünya sorgulayalım adına bizi kutsalsız ve değersiz bir hâle getirdi. Dokunmadıkları mahrem hiçbir alan bırakmadılar bizde. Ben bunun sorunlu olduğunu düşünüyorum. Yoksa elbette sorgulayalım, Müslümanlar İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren Allah’ın zatı ve sıfatları üzerine bile tartışmışlar, çünkü bu konuda Müslümanların korktuğu, çekindiği bir şey yok. Büyük kelam ve akaid ekolleri bu tartışmalar sonrasında oluşmuş, ortaya çıkmış. Müslüman sorgulamaktan ve konumlandırmaktan çekinmez ve hatta en büyük sorgulamayı tarihte Müslümanlar yaptı zaten.

Bu topraklarda çok farklı milletten çok farklı kültürden insanlar kardeşçe yaşadı ve bunu sağlayan şey de bizim ırki temellerimizden kaynaklanmıyor, bu vasfı bize Müslümanlık kazandırdı.

Ama bugün bize dayatılan sorgulama biçimlerinin tamamen kötü niyetli ve bizi ruhsuz, kutsalsız ve geleneksiz bırakmaya yönelik girişimler olduğunu düşünüyorum. Niyetleri iyi olmadığı için el atmadık hiçbir mahrem, altını oymadıkları hiçbir değer bırakmıyorlar. Tartışalım, ama bir yerde insanın mahremi ve kırmızı çizgileri de olmalı değil mi? Biz her şeyi eleştireceksek bir üst başlığımız olmayacak mı; bizi birleştirecek bir üst kavramımız olmayacak mı? Modern dönemin rüzgârına kapılan Müslümanlar da maalesef bu akim tartışmalara katılarak bu hataya çokça düşmeye başladı. Benim sıkıntılı bulduğum tamamen tahrip etmeye ve yıkmaya yönelik tartışma ve eleştirme biçimleridir.

Son sorum “kardeşlik hukuku” meselesi üzerine. Sizce bu toprakların sınırları içerisinde birbirimizle ve millet olarak diğer milletten insanlarla geliştirdiğimiz kardeşlik hukuku ne durumda? Umut veren bir tablo görünüyor mu?

Umut her zaman olacak, Müslüman olarak nefes aldığımız sürece umut hep var olacak. Kardeşlik hukukunun da bu topraklarda çok büyük bir geçmişi var. Bu geçmişte bu topraklar kardeşliğin en büyük örnekliklerini sergiledi. Bu topraklarda çok farklı milletten çok farklı kültürden insanlar kardeşçe yaşadı ve bunu sağlayan şey de bizim ırki temellerimizden kaynaklanmıyor, bu vasfı bize Müslümanlık kazandırdı. Bu toprakların anlamı İslam’dır. Şöyle demiştim: Bu topraklar İslam yurdudur. İslam yurduna sığınan emandadır. Bu topraklara sığınan mültecilere, muhacirlere karşı kardeşlik vazifemiz var. Azıcık rahatımız kaçıyor olabilir, ama Allah rızası ve ahiret mükâfatı için değmez mi?

Allah’ın azabı pek çetindir. Sınanıyoruz ve bu mazlumlar mağfiret vesilemiz olabilir. Bu topraklarda yaşamanın bedeli budur. İslam yurdu olmanın ve kalmanın yolu budur. Biz eğer bu toprakları İslam’dan koparmaya çalışırsak, İslam’ı saf dışı bırakarak bu topraklar üzerine söz söylemeye, plan yapmaya çalışırsak, biz ne burayı anlamış oluruz, ne de buradan dünyaya anlamlı bir söz söyleyebiliriz.

“Bu ülke”nin İslam’la bağını kavi kıldığımız ölçüde burası her anlamda ve tabii kardeşlik hukuku anlamında da dünyaya umut olmaya devam edecek. Ama bunun için bizim geleneğimizle, tarihimizle sağlıklı bir ilişki kurmamız gerekiyor. Tarihimizle barışmamız, yüzleşmemiz gerekiyor.