Hüsamettin Arslan Cemil Meriç'i nasıl okudu?

Cemil Meriç
Cemil Meriç

Entelektüel dostluklar çoğu zaman bir tesadüfün eseridir. Hüsamettin Arslan’ın,Cemil Meriç’le tanışması talihin garip bir tecellisi olarak Türkiye’nin zor dönemlerine, 1970 ile 1980 arasına rastlar. Meriç’le ilişkisi entelektüel serüveni bakımından ayrıca ele alınmayı hak eder.

Öğrenim hayatımda Hüsamettin Arslan’ın öğrencisi olmadım, haliyle ondan ders alan talihli muhataplardan biri değilim. Buna rağmen hocam diye hitap ettiğim ender isimlerdendi.

Benim ortaokul ve lise yıllarımda çeşitli dergilerde yayımlanan ve Epistemik Cemaat adıyla kitaplaşan doktora tezinin oluşumuna da ışık tutan yazılarının da bulunduğu makaleler derlemesini birkaç eksiğiyle tamamladığım günlerde ise hoca vefat etti. Son kitabının yayınlanması vesilesiyle başlayan yazışmalarımız “entelektüel babam” diye andığı Cemil Meriç hakkındaki konuşması/ yazısı sebebiyle tatlı sert bir gerilimle devam etti. Hoca metninde “marj” yerine “marjin” kelimesini kullanmıştı. Biz de destursuz bağa girip bunu düzeltmeye cüret etmiştik. Ne var ki tercihinde ısrarcı olan hoca, mealen benim dilime müdahale etmeyin diyerek fırçalamıştı bizi.

Aslında entelektüel babasını anlattığı manifesto mahiyetindeki metni bağlamında sebepsiz bir itiraz değildi yazdıkları; çünkü Cemil Meriç, onun entelektüel macerasını başlatan isimlerin ilkiydi.

Ardından şu cevabı almıştık: “Metnimi düzelttim. Kelime ve kavramlarımı lütfen değiştirmeyin. Mesela ‘marjin’. Yazıma verdiğiniz emek ve ilgiden dolayı teşekkür ederim. Yazım size ulaştığında, bana bir ‘aldım’ mesajı geçerseniz bahtiyar olurum.”

‘Seküler’ müceddid Cemil Meriç'in keşfi

Aslında entelektüel babasını anlattığı manifesto mahiyetindeki metni bağlamında sebepsiz bir itiraz değildi yazdıkları; çünkü Cemil Meriç, onun entelektüel macerasını başlatan isimlerin ilkiydi. Bir zamanlar son yüzyılımız içinde Meriç’le aynı seviyeye koyabileceğiniz başka hiçbir Türk yazar bulunmadığı için onu klasiklerin zirvesine yerleştirmişti. Şimdi biraz daha eskilere giderek hafızalarımıza kazıdığı imgelere bakalım: “Bir ‘temizleyici, kutsallarımıza işaret eden bir ‘seküler’ müceddid, bir yenileyici, ayıklayıcı, bir bilge ve ustaların ustasıdır; imparatorluk geçmişimizin son entelektüel varisidir. Türkiye’nin son yüzyılda yetiştirdiği son büyük ‘münekkit’ ve eleştirmendir. Kendi halkına ve memleketine küfretmeksizin, kendi halkını aşağılamaksızın, kendisine ihanet etmeksizin de yazar, eleştirmen ve filozof olunabileceğinin paradigmatik örneğidir.”

Bu yorumun orijinal yönü “seküler müceddid” ibaresinin altında saklı. Pasajdaki bir başka sır da ‘paradigma’ kelimesinde… O da ayrı bir mesele. Belli ki Hüsamettin Arslan, Meriç üzerinden onun aracılığıyla öğrendiklerini ustalıkla entelektüel alana taşıyabilmenin semeresini toplamış bir ömür. Entelektüel dostluklar çoğu zaman bir tesadüfün eseridir. Hüsamettin Arslan’ın, Cemil Meriç’le tanışması talihin garip bir tecellisi olarak Türkiye’nin zor dönemlerine, 1970 ile 1980 arasına rastlar.

Kendi halkına ve memleketine küfretmeksizin, kendi halkını aşağılamaksızın, kendisine ihanet etmeksizin de yazar, eleştirmen ve filozof olunabileceğinin paradigmatik örneğidir.”
Kendi halkına ve memleketine küfretmeksizin, kendi halkını aşağılamaksızın, kendisine ihanet etmeksizin de yazar, eleştirmen ve filozof olunabileceğinin paradigmatik örneğidir.”

Meriç’le ilişkisi entelektüel serüveni bakımından ayrıca ele alınmayı hak eder. Arslan’ın Türk Edebiyatı dergisi için 1987’de bir mülakat yaptığı Meriç, onun konferanslarında ve yazılarında karşımıza çıkan önemli bir sima. Sadece bu söyleşi okunduğunda da görüleceği üzere, Meriç’e dönük hürmeti entelektüel bir derinlik içerir. Zira Meriç, Arslan’ın sonraki yaşlarında zihin hayatına girecek ve kafa yapısını belirleyecek entelektüel babalarına uzanan kapıyı aralayan kişidir; zorlu ve çetin bir yürüyüştür bu.

Hüsamettin Arslan, çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisi ama aynı zamanda proleter bir okur olarak önce Cemil Meriç’in Bu Ülke’siyle tanışır. Popüler entelektüel kültürümüzün kurucu kitaplarından biriyle olan bu karşılaşma eserin yayımlanışından dört yıl sonraya rastlar. Elbette o yıllarda en ayırt edici vasıflarıyla Meriç’i iki binli yıllarda gördüğü gibi göremiyordur. Büyülenmiştir; çünkü etkileyicidir Meriç; onun mental ufuklarını parçalamıştır. Bu Ülke kitabını 1978’de eline aldığında yaşadıklarını ilkin Dergâh dergisindeki “Üç Cemil Meriç” başlıklı yazısında ayrıntılı yorumlarla anlatır.

  • Hüsamettin Arslan, Cemil Meriç’in neredeyse herkes tarafından hürmet ve ilgi gördüğü seksenli yıllarda Göztepe’deki evine gidip geldi. Müellifine Bu Ülke’den ezbere bölümler okudu. Meriç ise ona her defasında ağlayarak karşılık verdi.

Arslan, Meriç’in “bu çorak ve susuz ülkede” muhatapları olduğunu görmenin kendisini ağlatacak kadar hüzne boğduğunu düşünür. “Bir elin parmakları kadar Meriçler yetiştirseydi, Türkiye’nin “bu halde” olmayabileceğini” hatırlatacaktır mütemadiyen. Sonraki yıllarda düzenlenen “Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları” sempozyumunda ise meselenin başka boyutlarına dikkat çeker.

Meriç’i erken postmodern olarak selamlayan konuşmasında geçen cümleleri iktibas ederek devam edelim: “ Ben onu okurken üniversite yıllarımdaydım. Bu Ülke’yi kendiliğimden, hiç fark etmeden ezberlediğimi hatırlıyorum. Bizim için çok sarsıcı oldu. Biz kimdik? Baştan çıkarılmışlardık. Bizi bizden önceki entelektüeller ve okuduklarımız baştan çıkarmışlardı. Cemil Meriç bizi yeniden baştan çıkardı. Sadede dönmemizi sağladı. Memleketimize, yuvamıza dönmemizi sağladı. Kendinden önceki entelektüeller, aydınlanmacı entelektüeller baştan çıkarırken bizi toplumumuzdan koparıyordu. Cemil Meriç, baştan çıkarılmışları tekrar baştan çıkardı ve bizim, yuvamıza dönmemizi sağladı. Belki dönemedik ama hiç değilse bir yuvamız olduğunun bilince varmamızı sağladı.

Cemil Meriç’i biraz da böyle düşünmek istiyorum.” Fevkalâde önemli tespitler barındıran konuşmasında kendisinin de içinde bulunduğu kişileri nazarı itibara alarak Bu Ülke’nin etkisini, Meriç’e yakışır biçimde anlatır. Hüsamettin Arslan, bu kitabı tefekkür ede ede hıfzederken kuşağının aktivistleri toplu deliliğe maruz kalmışçasına ya Nihal Atsız, ya Leo Huberman, ya da Felsefenin Temel İlkeleri’ni okumaktadır. O dönemi teneffüs etmiş Arslan’a göre sol “Marksizm’in tahakkümünden dolayı” 12 Eylül’den önce Meriç’i okumadığı gibi onu kendisine uzak ve garip bulmuştur. Meriç yerine başka isimleri öncelemiş, İdris Küçükömer’e, Kemal Tahir’e nasıl davranmışsa ona da öyle muamele etmiştir.

Hüsamettin Arslan
Hüsamettin Arslan

Üslup, hürmet ve entelektüel ilgiler

Nasıl ele alınırsa alınsın Hüsamettin Arslan için Bu Ülke’yi okumak basmakalıp, “klişe” düşüncelerin dışına çıkmayı denemektir; “kuraldışı” na talip olmak ve dolayısıyla “düşünsel” ya da “entelektüel ortodoksi”nin dışına adım atmaktır. Bu haliyle Bu Ülke’ye dair yaygın fakat içinde herhangi bir entelektüel ilgi barındırmayan sığ alakadan farklıdır. Ayrıca eserin çok sarsıcı bir kitap oluşu biraz da kendisinin kişiliğine denk düşer. Zaten ona göre kitap dediğin, Kafka’nın ‘Üslup balta gibi olmalıdır’ deyişi gibi sarsıcı olmalıdır; insan zihnini harekete geçirmelidir.

Cemil Meriç bizi yeniden baştan çıkardı. Sadede dönmemizi sağladı. Memleketimize, yuvamıza dönmemizi sağladı. Kendinden önceki entelektüeller, aydınlanmacı entelektüeller baştan çıkarırken bizi toplumumuzdan koparıyordu.


İhtilaflar ortamında keşfettiği Meriç onda işte böylesi paradigmatik bir etki yaratır. Bu yüzden Meriç’i ‘yumuşak’ Tanpınar’a tercih eder: “Onu coşku ve tutku yüklü bir besteyi dinler gibi okuyordum. Türkiye’deki entelektüel camiayı yeterince tanımıyordum; Batı entelektüel camiasını neredeyse hiç tanımıyordum. Cemil Meriç’i nereye koyacağımı bilmiyordum. Okuduğum başka Türk yazarlardan çok farklıydı; farklı ve yeni şeyleri farklı ve çok etkili bir üslupla söylüyordu. Benim için yepyeni bir sesti. Fakat yine de tam benim kulağıma, benim iç dünyama göreydi. Onu Tanpınar’a tercih ediyordum. Tanpınar fırça kullanıyordu, Cemil Meriç çekiç.

Yirmili yaşlarımda, Türkiye’deki toplum hiyerarşisinin dibinden gelmenin birikmiş hıncıyla Cemil Meriç’in metinlerini, yani çekici tercih ettim. Çekici tercih ettim; çünkü Türkiye’de çekiçleyecek çok şey vardı.” Hiç şüphesiz Hüsamettin Arslan’ın yazı eylemini “Çekiçlemek ‘aforizmaya’, ‘aforizmatik’ bir üsluba ve metafora başvurmak” şeklinde özetleyişinde bu etkiyi bariz olarak görürüz. İşte bu yüzden günümüz şartlarını dikkate alarak söylersek onun yorumları, Meriç’in haleti ruhiyesini bihakkın yansıtır. Türkiye’de modernlikle yüz yüze geldiğimiz tarihten itibaren düşünce hayatımıza fizyonomisini veren hâkim çizgiyi tasvir eden “Türk Düşüncesinde Epistemolojik Bunalım,” başlıklı yazısı onun Cemil Meriç’e dönük paradigmatik ilgisinin sebeplerini ortaya koyar.

Ona göre, toplumsal statü itibariyle eğitilmiş azınlıklar konumundaki aydın, akademisyen ve entelektüellerin şahsında epistemolojik bir bunalım yaşanmaktadır. Arslan, Türkiye’deki bunalımın kilometre taşları arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu, Sabri F. Ülgener ve Erol Güngör ile birlikte Cemil Meriç’i zikreder. Çünkü bu isimler bilgi bunalımını görmemizi sağlayan en önemli şahsiyetlerdir. Gelgelelim ona göre Türkiye’deki hiçbir akademisyen, aydın ve entelektüel, okurlarına bilgi bunalımı bakımından, bir üslup ustası olan Cemil Meriç kadar apaçık ipuçları sunmaz. Ardından şöyle devam eder:

“Bunalımlarının, düşünce konusundaki çıkmazlarının o kadar farkındadır ki Bu Ülke yazarı, hiç şüphesiz bu özelliği onu çağdaşları arasında daha yüksek bir konuma yerleştirmemizi kaçınılmaz kılmaktadır.”

Ayrıca parçalanmış Meriç, Bu Ülke ile Umrandan Uygarlığa kitaplarına da yansıdığı gibi modern bilgi ile dünya görüşümüz ve kültürümüz arasında bir yerde bulunmasından ötürü tıpkı Tanpınar gibi çağdaşlarının gazabına uğramaktadır. Hüsamettin Arslan’ın Türkiye yakın tarihinin düşünsel iklimine yönelik son derece iddialı eleştirilerine, tespitlerine göre Cemil

Meriç, araftadır; Doğu ile Batı, inançla inançsızlık, kendi toplumunun klasik düşünce sistemiyle modern düşünceler arasındadır: “Yalnız biriyle yaşanamazdı, yalnız biri yeterli değildi ama ikisiyle birlikte de yaşanmıyordu? İbn Haldun’un sınırlarını çizdiği dünya ile Saint-Simon farklı bağlamda üretilmiş düşüncelerin sahipleriydiler. Uzlaştırmayı denedi, fakat bu gerçekleşmedi; uzlaştırma noktasında büyük güçlükler doğdu.” Hiç şüphesiz biri Kitap Dergisi’nde diğeri İlim ve Sanat dergisinde olmak üzere iki farklı versiyonu bulunan bu yazı, bazı tespitler ve eleştiriler sunmasına karşın peşinde olduğu ana soruların tümünü cevaplamış sayılmaz. Onun peşinde olduğu soruların çoğunun cevabı Epistemik Cemaat kitabında yer alacaktır.

‘ideolojiler karanlıkta önümüzü aydınlatan hırsız fenerleridir’
‘ideolojiler karanlıkta önümüzü aydınlatan hırsız fenerleridir’

Deli gömleği ve hırsız feneri olarak ideolojiler

Cemil Meriç etkisi söz konusu edildiğinde dikkatlerden kaçmaması gereken başka bir husus daha var: Hüsamettin Arslan 14 Nisan 2007’de “Arzın Merkezinde” buluştuğu Terry Eagleton’la “Eleştiri ve İdeoloji”yi konuşurken de Cemil Meriç’i yardımına çağırır. Arslan Eagleton’un aksine, Marksizm ve faşizm gibi Auschwitz’in ve Gulag’ın faili ideolojilerin arkasında, çok daha sinsi ve kendisini gizleyen tekno-bilim ideolojisinin bulunduğunu hatırlatır en genel hatlarıyla: “Eagleton, Türk yazarları İngilizceye çevrilmediği için bilmeyebilir; bir Türk yazarı Cemil Meriç, ‘ideolojiler idrakimize giydirilen deli gömlekleri’ demektedir. Sahiden de Türkiye’nin ideolojik tarihine baktığımız zaman ideolojiler insanlarımızda deli gömleği gibi dururlar.

  • Ama yine aynı yazarın bunu tamamlayan başka bir sözü vardır: ‘ideolojiler karanlıkta önümüzü aydınlatan hırsız fenerleridir’. Yine burada dile getirmek isterim ki, dünyada bugün çok revaçta olan ‘ideolojilerin sonu’ tezi konusunda Eagleton’la uzlaşıyorum.

1950’lerden sonra Avrupa’da ideolojilerin sonunun geldiğini, artık refah devletinin yoksulları ve işçileri doyurduğunu, dolayısıyla ideolojilere gerek kalmadığını öne süren bir fikir gelişti. Bu fikir de birçok çevrede kabul gördü. Ben ideolojiden kurtuluşun mümkün olmadığını düşünüyorum. Bana göre kaderimiz ideolojilerle birlikte yaşamak.” Yanlış anlaşılmasın, Arslan’ın bu ideoloji vukufiyeti, aynı zamanda fikri cereyanların meselelerini doğru anlamayı ve tutarlı çözümleyebilmeyi de her durumda beraberinde getiremiyor tabii ki.

Fakat yanlı/ş anlamalar, eksik kavramalar ve çarpık çıkarımlar başta olmak üzere meselenin kör noktalarından kesinlikle haberdar… İşte günümüz hâsit ideoloji eleştirmenlerinde ender görebileceğimiz bir özellik bu. Bir kere daha şu hususun altını çizmekte yarar var: Cemil Meriç’in Türk düşünce tarihinde oynadığı mühim rol tek başına Hüsamettin Arslan üzerinden takip edilebilir. Zira ona göre Meriç, Bu Ülke’de filozof ve şair, Mağaradakiler’de eleştirmendir. Bilhassa Meriç’in entelektüellerin hikâyesi mahiyetindeki ikinci kitabı aynı zamanda onun entelektüeli tanımlama biçimini şekillendirir.

Ortodoks olmayan Marksist düşünürlerin Arslan’dan daima tam not alışında da Meriç etkisi aramak gereksiz görülmemeli. “Yalnız insan kanayan bir yaradır” der Gabriel Marcel. İşte asıl mesele de bu. Arslan’ın satır aralarından memleket sevgisinin, bilginin, şiirin, çığlığın ve kanın aktığı yazıları bir de bu etkileşim göz önünde tutularak okunmalı. Hüsamettin Arslan Meriç’e, çağdaşlarından epeyce farklı olarak kendi ilgilerine, entelektüel gündemine hitap eder istikamette hürmet ve alaka gösterdi.