Huzursuzluğun kahkahası

“Yağmurlar bize küstü, mavi gökler bizi terk etti, onları kızdırdık…”
“Yağmurlar bize küstü, mavi gökler bizi terk etti, onları kızdırdık…”

Kırmızı kertenkele Tjati’nin bumerangının saplandığı, çölün ortasına dikilmiş dev bir kayaç’ın ruhunu hissetmeye çalışan kadim bir aborjin bilgesi. Yüzü, flaşların ışıklarıyla gölgeleniyor. Ve huzursuzluk kahkahalar atarak yaklaşıyor dünyaya.

Orta Avustralya’da bir çölün tam ortasında, Anangu Kabilesi’nin en yaşlı bilgesi Ayunes, elindeki ahşaptan yapılma bumerangı sakallarının arasında yavaşça gezdirdikten sonra gökyüzüne baktı.

Gözlerini bulutların arasında gezdiriyordu sanki. Şöyle şeyler mırıldandı; “yağmurlar bize küstü, mavi gökler bizi terk etti, onları kızdırdık…” Kanguru derisinden yapılmış tek parça elbisesi, beline kadar uzanmış kır saçları ve kurt mavisi gözleriyle; görkemli ama tedirgin bir görünüşü vardı. Mırıldanmaya devam ederken, ses tonu biraz yükseldi ve sağ elinde duran demir uçlu mızrağı birkaç kez yere vurdu. Bir şeylere kızmıştı sanki. Uzaklarda görünen bir grup turist, çantalarından büyük heyecanla çıkardıkları fotoğraf makinelerini, bir silah gibi Ayunes’in üzerine doğrultmuşlardı.

Mütebessim bir çehreyle kendisini dinleyen İsmet Özel’e, aynı Arapçası gibi zahmetsizce anlaşılabilen Türkçesiyle, Türkiye hakkındaki kehanetlerini ya da açık tekliflerini anlatıyordu Fuller.

Flaşlar hiç durmadan patlarken, her seferinde Ayunes’in boyalı yüzü Uluru’ya nispetle gölgeleniyordu. Turist kafilesi neşeli kahkahalarıyla yaklaştıkça yeryüzündeki huzursuzluk artıyordu. Ayunes gözlerini Uluru’ya doğru dikti. Her çentiğini, parçasını, çizgisini ve tümseğini ezbere biliyordu yüce Uluru’nun. Kırmızı kertenkele Tjati’nin bumerangının saplandığı, çölün ortasına dikilmiş dev bir kayaç’ın ruhunu hissetmeye çalışan kadim bir aborjin bilgesi. Yüzü, flaşların ışıklarıyla gölgeleniyor.

Yüzü, flaşların ışıklarıyla gölgeleniyor. Ve huzursuzluk kahkahalar atarak yaklaşıyor dünyaya.

Türk'ün anlam haritası

Mütebessim bir çehreyle kendisini dinleyen İsmet Özel’e, aynı Arapçası gibi zahmetsizce anlaşılabilen Türkçesiyle, Türkiye hakkındaki kehanetlerini ya da açık tekliflerini anlatıyordu Fuller. Son yüzyılda kehanet ve tekliflerine buldukları müşteri sayısına bakıldığında, nefesini tüketmekteki ısrarı anlaşılır bulunabilirdi. CIA’in eski başkan yardımcısı Graham Fuller’in 90’lı yılların hemen başında yolunun düştüğü Çıdam yayınları ofisinde Özel’e stratejik bir iştahla sorduğu “şimdi ben bir düşman mıyım?” sorusu hala cari aslında. Türk imgesiyle tutuşulan tarihsel kavganın kodları, bu ‘anlam’ın yatağını bulduğu yerde boğulması ya da yatağıyla birlikte kaynaktan/uygarlıktan uzaklaştırılması esasına dayanır.

İsmet Özel
İsmet Özel

Malazgirt ovasında yankılanan kılıç şakırtıları tarihsel bir varoluşun en sırlı anahtarlarıdır bu sebeple. İsmet Özel oturduğu yerden kalkar, bir haritanın başına geçerek eliyle imgenin coğrafyasını gösterir. İstanbul’dan Ankara’ya püskürtülen bir anlamın, Kafkasya’ya ve nihayetinde Orta Asya’ya gömülmek istenen bir cenaze olmaklığı üzerine cümleler kurar, Malazgirt ovasından kılıç sesleri yükselir. Kötü bir rüya ya da unutulmak istenen bir kâbus gibidir bu anlam, muarızları için elbette. Ve bin yıldan beri kendini her dem yine, yeniden üretecektir. Kılıç hakkı için. Efendimiz acemilik, borcumuz adalet.

Ölü kurbağaların gözleri

Eduardo Galeano’nun anlattığı bir futbol laneti üzerine; Brezilyalı bir taraftar, adı Arubinha. Dönemin en popüler kulübü Vasco De Gama’yı tutmuyor elbette. Taraftarı olduğu küçük ama gururlu bir futbol kulübü var. Biraz kızgın, çünkü Vasco De Gama’nın 12 gol atarak yendiği bir takımın taraftarı.

Vasco de Gama'nın 1999 yılından bir fotoğrafı.
Vasco de Gama'nın 1999 yılından bir fotoğrafı.

Doğal olarak gururu kırılmış ve çok öfkeli. Âşık olduğu renklere hakaret edildiğini ve tuttuğu takıma insafsızca davranıldığını düşünüyor. Bir gece ansızın Vasco De Gama’nın meşhur stadına, elinde ağzı dikilmiş ölü bir kurbağayla giriyor Arubinha. Sahanın tam ortasını tırnaklarını kanatırcasına kazıyor, çıkan toprakları itinayla biriktirerek, kanıyla toprağı kararak devam ediyor işine. Yanında getirdiği kurbağayı kazdığı küçük çukura lanetler eşliğinde gömmeye başladığı o an! Gök gürlemeye, şimşekler şarkısını söylemeye başlıyor... Attıkları her gol için Vasco’ya upuzun bir lanet okuyor Arubinha. 12 yıl boyunca şampiyon olamasınlar Tanrım! dileğiyle ağlayarak bitiriyor yakarışını. Evet, bu olayın üzerinden geçen 11 yıl boyunca şampiyonluk kupasının yüzünü göremiyor Vasco De Gama. Arubinha’nın, statlarına gömdüğü ölü kurbağayı bulmak için tüm Vasco taraftarları ve yöneticileri seferber oluyorlar hatta. Sahaları köstebek yuvasına dönse de, kurbağayı kimse bulamıyor.

  • Büyüyü bozmak için sarımsak bile ekiyorlar çimlerine ama nafile. Vasco De Gama, yıllar süren bir başarısızlığa mahkûm oluyor. Ağzı dikili ölü kurbağa büyüsünün tuttuğunu düşünüyor herkes nedense. Gururu kırılmış bir adamın gönülden yakarışı öylece ortadayken.

Aton'un nurlu beldesi

Mısır Firavunu 4. Amenofis, daha bilinen adıyla Akhenaton. Tarihin akışı içinde Mısır’ı yönetmiş hiçbir firavuna benzemeyen muvahhidi bir hükümdar. Kendisinin Amenofis (imparatorluk tanrısı Amon) değil, ancak bir Akhenaton (Aton’un hizmetkârı) olabileceğini söyleyerek, değiştirdiği adıyla birlikte baltasını eline aldığında 41 yaşındaydı. Tapınaklardaki bütün putların kırılmasını ve duvarlardaki tanrı isimlerinin sökülüp atılmasını emrederek; (bir) ve (tek) olan Tanrı’ya bağlılığını ilan etti. Firavunluğu yani yarı tanrılığı reddedip sıradan bir insan-hükümdar gibi yaşayarak, mumyalanmayı değil toprağa karışmayı seçti.

Putperestliğe karşı Tek Tanrı’yı savunmanın ve her şeyin sahibi olan-tüm kâinatı yaratan Aton’un yalnızca Mısırlıların değil herkesin Tanrı’sı olduğunu söylemenin bir bedeli vardı.

Tanrı’nın ‘’bir’’ isminin Aton olduğunu ilan ettiğinde, herkesten önce; Mısır tanrılarını kendilerine siper ederek, bu inanç bolluğunun içinde diledikleri gibi yaşayan rahipleri buldu karşısında.

Akhenaton'u tasvir eden bir heykel.n
Akhenaton'u tasvir eden bir heykel.n

Akhenaton, toplumsal unvanları sarsılan din adamlarının şiddetli itirazlarına rağmen, geri adım atmayarak Aton’un hizmetkârlığını yapmayı sürdürdü. Halk (bir) olan Tanrı’yı benimsemeye başlamıştı. Karnak ve Teben şehirlerindeki Amon rahipleri bu yeni dini kabul etmeyeceklerini söyleyerek, atalarının dinine sahip çıkılmasını ve tanrılarının derhal geri iade edilmesini talep ettiler. Akhenaton, “Ahenaton” (Aton’un nurlu beldesi) isminde yapımı beş yıl sürecek yeni bir şehir inşa ettirerek; tahtını, ailesini ve imparatorluğun idari merkezini bu şehre taşıdı. Yeni başkent -ölünceye kadar yaşayacağı- Ahenaton’du artık. Tevhid mücadelesine bu şehirden devam ederek, önce Amon tapınaklarını kapattı. Sonra her şeyin yegâne sahibi olan Tanrı için yeni mabetler yaptırdı. İmparatorluk tanrılarını ve sahte ilahları deviren Akhenaton, 17 yıl süren hükümdarlığında savunduğu inanç uğruna savaştı yalnızca. Toprağa karıştığı yıl, sular tekrar tersine aktı, başkent yeniden Teben, hükümdar ise Tutankhamun oldu. Tanrılar ve putlar geri geldi.

Akhenaton’ın adı Mısır tarihinden itinayla kazındı. Ama insanlık tarihi kadar eski olan bu savaş bitecek gibi değildi. Tevhid sarsılmaz bir zırhtır ve sular eninde sonunda yatağına akar. Milattan önce 1300’lü yıllarda bunlar oldu ve Akhenaton’un söylediği şu şiir kaldı geriye;

“Tanrı uludur, birdir, tektir / O’ndan başkası yoktur / Bir tanedir / O’dur her varlığı yaratan / Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh / Ta başlangıçta vardı / Tek varlıktı / Hiçbir şey yokken vardı / Her şeyi yarattı / Ezelden beri süregelen varlığı / Ebediyete kadar sürecek / Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir O’nu / İnsanlara ve yarattıklarına sır kalacaktır her zaman.”