İlhamın kaynağı nedir: Ariflerin, şairlerin ve bilim insanlarının sırları

Yıllar evvel rüyama bir ârif gelip bana o sıralardaki mahzûn hâlimi terennüm eden ve arûzlu bir kıt’a söylemişti. Uyandım, aklımda o şiirin sadece bir mısrâsı kalmıştı. Araştırdım, böyle bir mısrayı mevcut şiir külliyatlarında göremedim. O zaman bizzat o zâtın bu nutku özel olarak bana söylediğine kâni oldum.
Ankara’da İslâmcı eskisi biri ile arada bir arkadaş çevresinde karşılaşırdık. Siyasette alabildiğine dolapçı, çıkarcı, fırıldak bir arkadaştı. Çakma janti tavırlarıyla, arada bir üfürdüğü entel lâflarıyla çevresindeki taşralı muhafazakâr ekibi maraba konumuna koymuştu. Onlar da bu muameleden pek memnundu. Bir gün bir yerde otururken bu arkadaş tuttu dedi ki: “İbni Arabî Fusûs’un başında ‘Bu kitabı ben yazmadım, bana bu kitap mânâ âleminde verildi’ diyor. Ne saçma iş!” Ben de ona dedim ki: “Sen hiç şiir yazdın mı, hiç beste yaptın mı?” Bana boş gözlerle bakarak: “Ne alâkası var ki?” dedi. Ben: “Çünkü ilham denen şeyi en iyi şairler ve besteciler bilir. Senin uğraşarak yazmaya çalıştığın şey ilham ehline akar. O yüzden sadece İbni Arabî hazretleri değil çoğu ilham ve irfan ehli ‘Bu eseri ben yazmadım, bana yazdırıldı’ der.” Tabii ki bu sözün ona tesiri olmadı. Konu kapandı.
İlham ile işiniz yoksa ilhamın nasıl bir şey olduğunu bilemezsiniz. Aynen gerçekten âşık olmamış birinin aşk tarifiyle Mecnûn olmuş birisinin aşk tarifinin aynı olmayacağı gibi. Her ikisine aşkı sorsanız size içinde “aşk” kelimesi geçen bir şeyler söylerler. Ama bunlardan ilki aşkın dedikodusunu yapmaktadır, diğeri ise tanıdığı, dost olduğu aşkın bizzat kendisinden bahsetmektedir. Ancak aşka düşmüş, aşkta yanmış birisi Yunus’u, Fuzulî’yi, Zekâi Dede’yi, Mihriban türküsünü gerçekten anlar. Zaten “ilhâm” kelimesi Arapça “leheme” masdarından gelir. Bu fiil “yutmak, tüketmek, ateşle yakıp bitirmek” anlamındadır. Yani ateşe yanmayan bir şey başka bir şeyle tam olarak birleşemez.
limler ve ârifler arasında “bunu ben yazmadım, bana yazdırıldı” diyen çoktur. Meselâ Bediüzzamân hazretlerinin bir talebesinin mülâkatını seyretmiştim. Üstad hazretleri sohbet eder, talebeleri de söylediklerini yazarlarmış. Bazen konuşması hızlanırmış, sözlerini kâğıda geçiren talebeleri “Aman üstâd, biraz yavaş söyler misiniz, yetişemiyoruz” dediğinde ise “Evlâdım, ne yapın edin söylediklerime yetişin. Çünkü bunları ben söylemiyorum. Şu karşımdaki duvardan sanki bu yazılar geçiyor, ben orada gördüklerimi size aktarıyorum” dermiş.
Pakistanlı şeyh merhum Seyyid İmâdüddin hazretlerini (ks) yıllarca evvel Ankara’da tanıma şerefine erişmiştim. Bu zatın ilginç bir özelliği vardı. İlk kez gördüğü insanlarla sanki onları evvelden tanıyormuş gibi konuşurdu. Onların ilgilendiği konulardan, mesleklerden, hatta akademik alanlarından hiç bilmeden sohbet açar, sonunda işi hep getirir tevhide bağlardı. Onu ilk ziyarete gittiğimde ben de bunu yaşamıştım. Daha bana bir şey sormadan ve ben bir şey söylemeden kendisi diller ve müzik üzerine bir sohbete başlamıştı. İkisi de benim en sevdiğim konular, biliyorsunuz... Hatta müzik üzerine yaptığı sohbeti kaydetmiştim. Hâlâ arşivimde bir yerlerdedir, bulup tercüme edip yayınlasam ne güzel olur! Neyse bu zâta arkadaşım olan bir dervişi sormuş: “Efendim, ilk defa gördüğünüz bir kişiyle sanki onu eskiden beri tanıyormuş gibi konuşuyorsunuz. O kişiyi, onun ilgilerini nereden biliyorsunuz?” Merhum üstad cevap vermiş: “Oğlum ben nereden bileyim? Ama sanki benim önümde bir ekran var, orada bana bir şeyler gösteriliyor. Ben de o ekranda görünen şeyleri insanlara anlatıyorum.”
Mevlânâ hazretlerinin (ks) Mesnevîsi 25 bin beyti içeren altı ciltlik büyük bir kitaptır. Biz bu kitabı Mevlânâ hazretlerinin oturup yazdığını sanırız. Oysa ilk on sekiz beyit hariç oradaki bütün beyitler o yüce zâtın şifahen söylediği beyitlerdir. Hazreti Pîr’e ilhamı geldikçe söyler, halifesi Hüsameddin Çelebi (ks) de yazarmış. Mesnevî böyle oluşmuştur. Bizim gibi her işi harflere, yazıya-çiziye indirgeyen insanlar bunu kavrayamaz. İnanılmaz görür. Çünkü bilmeyiz ki merâm evvel emirde kelâmdır. Yani yazı her zaman ikinci iştir. Mesnevî şifahen söylenmesine rağmen onda aksayan sözler bulamazsınız. Hepsi arûz kalıbına uyan, kâfiyesi olan, dört dörtlük beyitlerdir. Hepsinin anlamı ise umman gibi engin ve derindir.
Kendisine ilham kapısı açılmış birisi iseniz bunların hiçbiri sizin için şaşırtıcı değildir. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben de kendi hâlimde şiir yazıyorum ve beste yapıyorum. Bana da ilham geliyor. Bazı şiirlerimin ve bestelerimin üzerinde ne kadar tasarrufum olduğunu ben de bilemiyorum. Hatta yazdığım bazı şiirleri sonradan okuyunca bana ait değillermiş gibi geliyor. Sanki başka birileri yazmış.
Yıllar evvel rüyama bir ârif gelip bana o sıralardaki mahzûn hâlimi terennüm eden ve arûzlu bir kıt’a söylemişti. Uyandım, aklımda o şiirin sadece bir mısrâsı kalmıştı. Araştırdım, böyle bir mısrayı mevcut şiir külliyatlarında göremedim. O zaman bizzat o zâtın bu nutku özel olarak bana söylediğine kâni oldum. Ben de oturdum, hatırladığım bir mısrânın arûz kalıbı, kâfiyesi ve mânâsı üzerine kıt’ayı tamamladım. Sonra dîvânıma bu hikâyeyi ekleyerek koydum.
Sadece ârifler, şairler değil besteciler de “Bu eseri ben bestelemedim, bana bestelettirildi” derler. Meşhur bestecimiz İsmail Dede Efendi hazretlerinin yedi adet âyin-i şerîf bestesi vardır. En az sevdiği âyin bestesinin Ferahfezâ âyini olduğunu söylermiş. Sebebini soranlara ise diğer âyinleri Mevlânâ hazretlerinin himmetiyle bestelediğini, o âyini ise padişahın emriyle bestelediğini söylermiş. Oysa Ferahfezâ âyini herkesin en beğendiği âyinidir. Bu arada bilmek gerekir ki âyin bestelerini öyle “ben besteciyim” diyen herkes yapamaz. Sadece büyük ve sanatlı eserler olduğu için değil. Maneviyat gerektirdiği için. Nitekim Osmanlı müziğini Batılı kafaya göre uydurmaya çalışan Hüseyin Saadeddin Arel’in bestelediği elli küsur âyin var ama ne kimse birini meşkeder, ne de meydanda icra eder. Çünkü bunlar öykünmelerdir, manevî eserler değildir. Kupkuru, ruhsuz, cansızdırlar. Bunlarda teknik, anlamı boğmuştur.
İlham sadece müminler için geçerli değildir. Müslüman olmayanlar da ilham alırlar, rüyalarında şiir yazar, beste yaparlar. Meselâ Beatles’ın şarkılarının çoğunu besteleyen Paul McCartney’e bir gece rüyasında çok hoş bir melodi gelir. Uyanır, hemen piyanoya gidip o melodiyi çalar. Fakat beste o kadar mükemmeldir ki orijinal bir beste olduğuna emin olamaz. “Bu galiba önceden duyduğum ve aklımda kalan bir melodi” der. Aylarca tanıdığı müzisyenlere bu melodiyi çalıp, onların daha önce duyup duymadıklarını sorar. İnsanların hepsi bunun yepyeni bir melodi olduğunu söylerler. Sonunda o da oturur sözlerini yazar. Böylece meşhur “Yesterday” şarkısı ortaya çıkar. Salvador Dali’nin meşhur “Zamanın Sebatı” başlıklı resmi de onun rüyada görüp sonra oturup bire bir tuvale aktarmaya çalıştığı bir manzaradır.
İlhama mazhar olanlar yalnızca sanatçılar da değildir. Mimarlar, mucitler, tasarımcılar, tüccarlar, hatta bilim insanları da ilham ile iş yaparlar. Rüya onlar için de büyük bir ilham âlemidir. Meselâ Einstein görecelilik teorisi fikrinin aklına bir rüyada geldiğini söyler. Rüyasında kırda bir çiftlik görmüş. Elektrikli çite yaslanmış bir inek sürüsü varmış. Çiftçi elektriği açınca Einstein bütün ineklerin aynı anda geriye doğru zıpladığını görmüş. Ama çiftçi onların Meksika dalgası gibi birbiri ardınca geriye doğru zıpladığını görüyormuş. Einstein buradan aynı olgunun farklı düzlemlerden farklı görülebileceğini kavramış.
DNA’nın birbirine sarılmış iki helezon şeklinde olduğunu biliyoruz. Bu şekli ilk bulan bilimadamı Watson, rüyasında birbirine sarılmış iki spiral merdiven görmüş. Uyanınca kalkmış bugün bilinen o şekli çizmiş. Atomun şekli de, periyodik tablo da, Google arama motoru da rüyada gelen ilhamların eseridir. Dikiş makinası ise bir kâbusun eseridir. 1845’te Howe adında biri dikiş makinası icat etmeye çalışıyormuş ama bir türlü iğnenin ipliği kumaşa geçirdikten sonra düğümü nasıl atacağına dair bir çözüm bulamıyormuş. Bir gün rüyasında yamyamlar tarafından kaçırıldığını ve 24 saat içinde dikiş makinasını icat edemezse korkunç bir şekilde öldürüleceğini görmüş. Süre bitmiş ama bizimki becerememiş, yamyamlar da onu tepesinde delik olan mızrakları ile delik deşik etmişler. Howe uyanınca aradığı çözümün ucunda delik olan bir iğne tasarlamak olduğunu anlamış. Dikiş makinası bu şekilde ortaya çıkmış.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama işin özü şu: İlham bazı insanlara bahşedilmiş Hak nimetidir. O yüzden “söyleyene değil, söyletene bak” deriz. Bilimde, tasarımda, sanatta, günlük hayatta her şey bir hayal ile başlar. Hayal ise ilham ile gelir. Hayalini çalıştıran zihnini, zihnini çalıştıran fikrini, fikrini çalıştıran da elini çalıştırır. Elini çalıştıran ise emek ve gayret ehlidir. O Hakkın izniyle hedefine erişir.
Ama şunu da unutmayalım: Her ilham dediğin, her aklına gelen, her rüyanda gördüğün hayır değildir. Meselâ ABD Başkanı McKinley 1900 yılında uykudan uyanır uyanmaz Filipinler’i işgal kararını vermişti. Bazı caniler de kendilerine bir sesin adam öldürmeyi emrettiğini söylerler. O yüzden “içimden böyle geldi” diyerek yaptığın her işin doğru olduğunu sanma. Çünkü insanın içinde sadece güzel değil çirkin, hatta korkunç hisler de vardır. Sana gelen ilhamın hayır mı, şer mi olduğunu sana Kur’ân ve sünnet ile bildirilen Hak ölçülere vurmadan bilemezsin. O yüzden Hak ölçülerini, yani akaidi ve sünneti çok iyi öğrenmeli, bilmiyorsak bilenlere sormalıyız.
- Yıllar evvel rüyama bir ârif gelip bana o sıralardaki mahzûn hâlimi terennüm eden ve arûzlu bir kıt’a söylemişti. Uyandım, aklımda o şiirin sadece bir mısrâsı kalmıştı. Araştırdım, böyle bir mısrayı mevcut şiir külliyatlarında göremedim. O zaman bizzat o zâtın bu nutku özel olarak bana söylediğine kâni oldum.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.