İnsan bazen dış güçler arıyor kendine

Öğretildiği gibi yaşıyordu herkes, öğretildiği gibi ölüyordu.
Öğretildiği gibi yaşıyordu herkes, öğretildiği gibi ölüyordu.

Düzene iman edince üretmeyen ama çalışan, terlemeyen ama spor merkezlerinde ter atan, temel eğlence ihtiyaçları için temelden yaşamaktan vazgeçen, evet şımarık, evet bir vatan borcu değil de aldığı borçları ödemek için çalışan, kendi için çalışan, kendine çalışan, devlete verdiği verginin kuruşu kuruşuna hesabını soran bir dinin mensubu olmak gerekiyordu.

Önceleri bir vatan borcuydu çalışmak. Yanmış, yıkılmış bir devletin küllerinden sabun yapıp temizlenmek, temizlenip türlü ceketler giymek, şapkalar takıp siyah yağlar içinde demir dövmek, yeniden ayaklanmak için gerekti.

Büyük ünlü uyumuna uymayan fabrikalar açıldı şehirlerde. Bacalardan püsküren kurum şehrin üstüne sindi. Kara bir delik açtılar şehrin yanı başında. Dünya hızla onun içinden geçti.

Silah üretmek anlamsızdı. Jilet üretti, kendini kesti. Domates eken batıyordu; kenevir ekti, offshore gitti. Toprağı toprak yapan belediyeden imar izni. Kazıp yüz katlı bina dikti.

Tabii ya alın teriydi bu besbelli.
Tabii ya alın teriydi bu besbelli.

Gün doğmadan toprağın altına inip kara altınlarla, kararmış suratlarla, kararan güne dönmek zafer takıydı o yollarda. Tabii ya alın teriydi bu besbelli. Hak edilmiş lokmaydı sofradaki, besbelli. Yeterdi ona. Lokmadan artakalan kırıntıyı biriktirdi. Biriktirdi alıp satmak için. Büyük ticaret açığını kapatmak için. Oğlunu kasanın başına oturttu. Kızını okuttu. Kızı evlendi torunları okudu. Torunların elinden tutup yüz katlı binayı gösterdi. Torunları orada işe girdi. Yüz katlı binaya bin kişi girip gün boyu çalıştı. Binadan dışarı yalnız bin kişi gitti. Ne yaptılar? Çalıştılar.

Gökten para yağdı çok sonraları. Boing bilmem kaç yüzden aşağı attılar. Kimse çıkıp sormadı. Nerden gelip, nereye gidersin? Vakıflar, dernekler, “think tank”ler yağanı kapmak için uçmayı öğrendi.

Böyle tembihlemişti büyükler. Paranın akışına bıraktılar kendilerini. Akış ne kadar hızlıysa yaşam kalitesi o kadar yükseliyordu. “Kaliteli Yaşam.” Para cepte durunca ekonomik krizler çıkıyordu. Cepten çıktıkça ekonomik kerizler türüyordu. Dolan dolanabildiğin kadar. Dolandırsınlar köşeyi dönmek isteyeni. O nasıl bir köşedir, hızla dönüyor dönen. Döndürüyor teknesini, içinde hamur yokken.

Düzene iman edince üretmeyen ama çalışan, terlemeyen ama spor merkezlerinde ter atan, temel eğlence ihtiyaçları için temelden yaşamaktan vazgeçen, evet şımarık, evet bir vatan borcu değil de aldığı borçları ödemek için çalışan, kendi için çalışan, kendine çalışan, devlete verdiği verginin kuruşu kuruşuna hesabını soran bir dinin mensubu olmak gerekiyordu.

Gökten para yağdı çok sonraları. Boing bilmem kaç yüzden aşağı attılar. Kimse çıkıp sormadı. Nerden gelip, nereye gidersin? Vakıflar, dernekler, “think tank”ler yağanı kapmak için uçmayı öğrendi. Kadife keselerin ağzı açılınca çıkanın yüz misli içeri girdi. Bankalardan kredi çekti, bankalar kredi çekti.

Devrimler geldi, peşinden koştu. Darbeler geldi, yüzünde çiçekler açtı. Ne de sevimliydi kralın burnuyla oynayan çocuk. Her geçen sene dışa bağımlı yaşadıkça iyice içine döndü. Pıstı oraya, içine doğru büzüldü, sindi.

Devlet okulları para istemiyordu öğrenim için. Para, harcamadan öğrenilmiyordu. Harcamak gerekiyordu öğrenmek için. Öğrenciyi harcamak gerekiyordu. Soruları doğru cevaplayınca daha merhametli olmuyordu doktor adayı.

  • Eğitim ve öğretim bambaşka şeylerdi. Kimse anlamıyordu. Para harcama kabiliyeti ergenlikten erginliğe geçişin kıstasıydı onların gözlerinde. Kendisi için harcamayı öğrendi öğrenci. En iyi şartlarda öğrenim almalıydı ki ailesi küçük bir tanrı yarattıklarına ikna olsundu.

Kurum sindi orta yaşın üstüne. Kurumlara sindi orta yaş üstü. Büyük binalarda okuyup rengârenk kravatlar taktı. İnsan ilişkileri üstüne, personel takip ve hizmet kalitesini arttırma biriminden emekli oldular alın teriyle. Evrak dosyaladı, dosyaları yaladı, dosyalar dilden aldığı nemle filizlendi. Başak verdi filiz. Hayır vermedi.

Artık kimse iki sedir, bir kilim alıp çıkmıyordu yola.
Artık kimse iki sedir, bir kilim alıp çıkmıyordu yola.

İndirim çekiyle aldığı beyaz gömleği giyip, kiralık evinden çıkıp, şirketin kiraladığı arabayla Anadoluyu karış karış gezerken yol üstünde uğradığı kafelerde soğuk kahvesini yudumlayıp evliliği düşündü. Lüks yaşantısını bozmayacak bir talipli ne de yakışırdı fönlü saçlarına. Küresel ölçekte bir evlilik olmalıydı onunki. Dünyanın öteki ucundan takdir etmeliydiler düğününü. Zaten çok harcamak gerekiyordu. Gelenekti beyaz eşya, stor perde gelenekti. Artık kimse iki sedir, bir kilim alıp çıkmıyordu yola.

Fakirler evlenmemeli, Suriyeliler çocuk yapmamalıydı” gibi tek çocuk isterdi aslında. Tek küçük bir tanrı.

Kimlik numarasını ezberledi hastalık çökünce. Bir türlü tedavisini bulamıyordu bilim. Bu bir hastalıktı, ruhsal bir çöküntüyle gelen göbek simidi gibi sarmıştı etrafını. İçinden çıksa, çıkabilse, ilk defa yüzmek zorunda kalacaktı. Haberi yoktu.

Lüks yaşantısını bozmayacak bir talipli ne de yakışırdı fönlü saçlarına. Küresel ölçekte bir evlilik olmalıydı onunki
Lüks yaşantısını bozmayacak bir talipli ne de yakışırdı fönlü saçlarına. Küresel ölçekte bir evlilik olmalıydı onunki

Ölenin öldüğünü görmeye gerek yoktu. Kayıp büyük olunca gasilhanelere girmek yürek parçalıyordu. Zaten ücretsiz yapılıyordu hepsi. Ücretsiz Ayetel Kürsi okuyorlardı üstüne toprak atarken. Öğretildiği gibi yaşıyordu herkes, öğretildiği gibi ölüyordu.

İnsan bazen dış güçler arıyor kendine. Kavgasına sebep olsun istiyor. Bir sebebi olsun istiyor başına her ne geldiyse. Kuralı oyuna göre yazıyorlar, sen “kazanacağım” diyorsun. Büyük oynuyorsun. Sanıyorsun. Kanıyorsun. Aldanıyorsun.

Ömrü boyunca o eve hizmet eden köle, emekli ikramiyesi olarak temiz bir takım elbise aldı kendine. Onunla gömdüler.

Biz toprağa böyle girmiyoruz. Yoksa unuttun mu?