İshak'ın düşüşü

Devesi Abda da durumu komik bulmuş olacaktı ki, keyifli bir böğürtü kopardı.
Devesi Abda da durumu komik bulmuş olacaktı ki, keyifli bir böğürtü kopardı.

Evet ömür dediğin şey pamuk ipliğine bağlıydı. Artık rüzgârın önünde sürüklenerek azgın nehre doğru düşüyordu. Gözlerini açtığında, devesinin ayaklarının dibinde yatıyordu. Doğrulup kumun üstüne oturdu. Kılavuz Halil ibn Najib ibn Gafar, beyaz sakallarını sıvazlayarak, göbeğini titrete titrete gülüyordu. Hâdi, devesini çökertip genç adamın yanına koştu, kalkmasına yardım etti.

Bedenin bağrına ekili bir tohum. Sahibinin geçmişini, şimdisini ve geleceğini taşıyan sır küpü; kırılırsa tamiri zor, kararırsa filizlenmesi imkânsız bir muammadır kalp.

Öyle acayip bir mecradır ki, içinde her an farklı farklı hâller baş gösterir. İnsan, bazen şeytanlaşır, bazen melekleşir, bazen tuzak kesilir, bazen yırtıcı bir hayvana dönüşüverir. Ve daha nice hâl, kalbin kuytularında, ortaya çıkacağı günü sabırla bekler. Her dönüşüm, bir başka dönüşüme gebedir. Bürünülen her yeni hâl, bir öncekinin bedelidir. İshak da bir gün yanında iki yabancıyla Sahra Çölü'nün ortasında buldu kendini. Hangi rüzgâr atmıştı onu buralara. Dünyaya duyulan merak mı, eski sevgiliye duyulan öfke mi, kalbinde duyduğu ince sızı mı, yoksa başa çıkılamaz o iç sıkıntısı mı? Şehirde istediği her şeyi elde edecek zenginliği vardı, hayatın bütün zevklerini. Ama hiçbiri o içinde büyüdükçe büyüyen ve anbean bir karadeliğe dönüşen can sıkıntısını geçirememişti. Ne yaptıysa olmamıştı. İç sıkıntısı pasın demiri yiyip bitirmesi gibi kalbini yiyip bitiriyordu.

Bir ezan yükseldi, hayretle sesin geldiği yöne baktıklarında, Hâdi'nin devesi, Habbe'nin baygın bakışlarıyla karşılaştı. Ses, hayvanın ince uzun boynunda asılı, bir kolye gibi sallanan dijital saatten geliyordu. Bir an kendini bildi bileli kalbinde taşıdığı o iç sıkıntısı yok oluvermişti.

Yakan güneşin altında bir an kendini yapayalnız hissetti çaresizlikle titredi, tanıdık bir sese ihtiyaç duydu birden. Gözlerini kapatıp kalbine yöneltti pür dikkatini, bir gün duracak olan bu tanıdık nahif sese kulak verdi. Biraz daha yoğunlaşınca bir şey fark etti. Kalp atışlarının ardında saklanan bir şey vardı. Biraz daha kendini verince ulaşmak istediği şeyle arasında iki perde olduğunu gördü. Önce rüzgârın sesinden dokunmuş atlastan örtüyü, ardından kumların hışırtısıyla işlenmiş ince tülü kaldırdı. Ve yalnız çölün cüret edebileceği türden kristalize bir sessizlikle karşılaştı. Kendini seslerin altına saklamış, binlerce yıldan beri usul usul büyüyen bu korkunç güzellikteki sessizlik ona ölümü hatırlattı. Yani kendini. Bu sessizlik, ilk defa çölün tenhalığında hissedilir hâle geldiği için, bir yanılsamayla buraya atfedilirdi. Oysa bu ıssızlığı herkes kendi tezgahında dokurdu. Ve dokunan her perde, üstündeki motiflerde, kendini dokuyanın hayat hikâyesini anlatırdı. Her biri, parmak izi gibi benzersizdi.

Devenin âhenkli salınışı, Gıbli rüzgârının sıcak esintisi ve küçük oğlanın sesi. Kılavuzu, Halil ibn Najib ibn Gafar neşeli bir berberiydi. İndigo rengi örtüsü ile rüzgârın havalandırdığı kum tanelerinden korunmak için yüzünü iyice örtmüştü. 14 yaşındaki oğlu Hâdi ise kendini devesinin ritmine kaptırmış hafiften bir türkü mırıldanıyordu. Bu çöl yolculuğu için İstanbul'dan bir uçakla Casa Blanca'ya gelmişti. Ardından Atlas Dağları'nın eteklerinden 6-7 saatlik bir araba yolculuğunun ardından Marakeş'ten Quarzazat'a varmıştı. Ve şimdi de çölün içinde yol alıyordu. Çöle sadece biraz vakit geçirmek için gelmişti ama o uçsuz bucaksız kum tepeleri yakasını bırakmamıştı. Onu çağıran ısrarlı bir sese dönüşünce rüzgâr, içinde bu kum denizini keşfetmenin uğultusu kol gezmeye başlamıştı. Her şey o kadar ani gelişmişti ki, kılavuzu bulması yola çıkmak için anlaşmaları. Ve gün ağarmadan yola koyulmaları.

Dünyaya duyulan merak mı, eski sevgiliye duyulan öfke mi, kalbinde duyduğu ince sızı mı, yoksa başa çıkılamaz o iç sıkıntısı mı?
Dünyaya duyulan merak mı, eski sevgiliye duyulan öfke mi, kalbinde duyduğu ince sızı mı, yoksa başa çıkılamaz o iç sıkıntısı mı?

Yola çok erken çıkmanın verdiği yorgunluk birden omuzlarına çöküverdi. Sanki günlerdir yoldaydılar. İçi geçti, başı öne düştü. Rüyasında, nehrin kıyısında kök salmış bir ağaçta, yemyeşil bir yaprak olduğunu gördü. Ağacın nehre uzanan dallarından birindeydi. Suda kendi yansımasını seyretti biraz. İnsandan başka bir şey olmak ona hiç tuhaf gelmemişti. Sanki kendini bildi bileli bir yapraktı. Hafif bir meltemle salınıyor, sessizlik içinde diğer yapraklara sürtündükçe tatlı tatlı hışırdıyordu. Ağacın dallarında, sağlam gövdesinde dolaştırdı olmayan gözlerini. Ağacın heybetinden kendine de bir pay çıkardı. Memnuniyetle yukarı baktı. Üst dallardaki yaprakların çoğu sararmaya yüz tutmuş, bazısı iyice kurumuştu.

  • Yanından süzülerek bir şey geçti. Sarı bir yaprak nehre doğru ağır ağır düşmekteydi. Hüzün kapladı içini. Kendi tutunduğu dala göz gezdirdi. Kendini dala bağlayan kolunun diri yeşil rengini görünce içi rahatladı. Daha sararmama çok var diye düşünüp derin bir nefes aldı.

Üstteki sık yapraklar bir şemsiye gibi koruyordu alttaki dalları. Rüzgârın tatlı okşayışına bıraktı kendini. Gözlerini kapadı, altından çağlayarak akan nehri, üst dallardan gelen kuş seslerini dinledi. Neredeyse derin bir uykuya dalacaktı. Böyle huzurla salınırken, esinti sertleşti. Ağacın dalları çırpınmaya başlamıştı. Hâl buyken, can havliyle dala daha sıkı tutundu. Tüm gücü ile kavrıyordu dalı. Olmayan gözleri büyüdü, olmayan kalbi hızla çarptı. Esinti gittikçe şiddetini artırıp bir fırtınaya dönüşmüştü. Daha fazla dayanamadı, dermansız kollarının azizliğine uğradı, rüzgâra daha fazla karşı koyamadı. Ve onu dala bağlayan sap daldan ayrıldı. Evet ömür dediğin şey pamuk ipliğine bağlıydı. Artık rüzgârın önünde sürüklenerek azgın nehre doğru düşüyordu. Gözlerini açtığında, devesinin ayaklarının dibinde yatıyordu. Doğrulup kumun üstüne oturdu. Kılavuz Halil ibn Najib ibn Gafar, beyaz sakallarını sıvazlayarak, göbeğini titrete titrete gülüyordu. Hâdi, devesini çökertip genç adamın yanına koştu, kalkmasına yardım etti.

Genç adam, üstünü başını silkelerken gülümsüyordu. Devesi Abda da durumu komik bulmuş olacaktı ki, keyifli bir böğürtü kopardı. ‘'Maşaallah, maşaallah, çölle kucaklaştın nihayet, ayrıca sabah namazı için durma vakti de gelmişti," dedi, yaşlı adam, yüzünü ufka çevirirken. Derken bir ezan yükseldi, hayretle sesin geldiği yöne baktıklarında, Hâdi'nin devesi, Habbe'nin baygın bakışlarıyla karşılaştı. Ses, hayvanın ince uzun boynunda asılı, bir kolye gibi sallanan dijital saatten geliyordu. Bir an kendini bildi bileli kalbinde taşıdığı o iç sıkıntısı yok oluvermişti. Şimdi sadece kaba etlerinde hafiften bir sızı vardı. Düşmek iyi gelmişti.