Işıltılı kürecikler

Bunlar senin yaşanmamış günlerindir. Yaşayabileceğin hâlde yaşamayı tercih etmediğin.
Bunlar senin yaşanmamış günlerindir. Yaşayabileceğin hâlde yaşamayı tercih etmediğin.

Gülümsüyor melek. "Bu pişmanlığın dünyadaki değerini bilseydin…" diyor. "Dünyadayken korktuğum şey tam da buydu," diyorum. "Ölmek değildi. Bu tepecikten dünyadaki izlerimin izlettirilmesiydi bana. Korktuğum şey tam da buydu!" diyorum. "Ölmekten korkmazdım. Öldüğüm zaman bir meleğin beni bir tepeciğe çıkarmasından korkardım!"

-fragmanlar-

Sorunlardan Bahsettiğimizde Bahsettiğimiz Sorunlar

Benimki "Ayın sonu nasıl gelecek?"ti. Benimki gözlerime en çok yakışan maskara markasıydı. Benimki gözaltlarıma yaptırdığım botoksların senesine varmadan sönmesi, kaz ayaklarımın hortlamasıydı. Benimki kırmızı spor arabamı hacizden nasıl kurtaracağımdı. Benimki hiçbir zaman Süper Lig'e çıkamayan şehir takımımızdı. Benimki ülke çapında tanınmış bir yazar olmaktı. Benimki partinin MKYK'sına girememekti. Benimki zenginleyememekti. Benimki hiçbir zaman bana çıkmayan büyük ikramiyeydi. Ama bir gün çıktı. Biletimi bulamadım. O zaman bastım tetiğe. Benimki bahçeli bir eve sahip olamamaktı. Benimki durmadan düşen çocuklarımdı. Karımın karnında durmak istemeyen çocuklarım. Benimki evlendirmediğim biricik oğlumdu. Benimki kısmet bulamadığım biricik kızımdı.

Benimki odalarda yalnız kalmaktı. Benimki arkadaşlarımın yanında yalnız kalmaktı. Benimki nostaljik radyomu kış balkonuna mı yaz balkonuna mı yoksa mutfağa mı koymam gerektiğine bir türlü karar verememekti. Benimki yurt dışında burs bulup bilim insanı olmaktı. Benimki mahalleye muhtar olmaktı. Benimki kısa boyumdu. Benimki şehrimize bir opera salonu açtırmaktı. Benimki tüy-top sporunu ülkede yaygınlaştırmaktı. Benimki daha yirmi yaşımda saçsız kalışımdı. Benimki ana haber sunucusu olmaktı. Benimki profesör olmaktı. Benimki kimsenin ağız kokusunu çekmeden ticaretle uğraşmaktı. Benimki takipçi ve beğeni sayımın düşüklüğü idi. Benimki bir türlü üstüme olmayan gömlek markalarıydı. Benimki ayakkabılarımı evde koyacak yer bulamamamdı. Benimki kalın basenlerimdi. Benimki tavşan dişlerimdi.

Benimki Avrupa'da gördüğüm evler gibi evlerin bizim ülkemizde olmayışıydı. Benimki Avrupa'da gördüğüm sokaklar gibi sokakların bizim şehrimizde olmayışıydı. Benimki insanlara sorun ettikleri şeylerin sorun etmeye değer şeyler olmadığını anlatmaya çalışmaktı. Onlara sorun ettikleri şeylerin sorun etmeye değer şeyler olmadığını anlattıkça bana sorun etmeye değer şeylerin neler olduğunu sordular. Sorunun dünyada bulunuşumuzla ilgili bir şey olduğunu söylediğimde beni şairlikle suçladılar. Sorunun dünyaya gönderilişimizle ilgili bir şey olduğunu söylediğimde beni kaçıklıkla suçladılar. Sorunun dünyada yapmamız gerektiği hâlde yapmadığımız şeyler olduğunu söylediğimde beni eski zamanlarda takılıp kalmakla suçladılar. Sorunun yapılmakta olan bir çağrıyı duymuyor oluşumuzla ilgili olduğunu söylediğimde beni partici olmakla suçladılar.

Sorunun dolması gereken bazı binaların dolmayışı ve dolmaması gereken bazı binaların dolması olduğunu söylediğimde çokça güldüler. Bana komiksin ve komedyensin, dediler. Konuş konuş sen hep konuş, dediler. Konuşmalarımı milyonlarca kişi izledi. Yazdıklarımı milyonlarca kişi okudu. Ne zaman ben aslında komedyen değilim, sizlere sorunlarınızın sorun etmeye değer şeyler olmadığını anlatmaya çalışıyorum, desem, daha çok güldüler. Ne zaman beni yanlış anladınız, desem daha çok alkışladılar. Zamanla gülünmek alkışlanmak dinlenilmek hoşuma gitti. Ben de artık gülsünler alkışlasınlar dinlesinler diye konuşmaya başladım. Sorunun ne olduğunu unuttum. Unuttuğum şeyin ne olduğunu hatırlamıyorum. Hatırlayamadığım şeyin ne olduğunu düşündükçe düşündüğüm şeyin ne olduğunu unutuyorum. Ama gülsünler. Hoşuma gidiyor.

Tatar Çölü

Tatar Çölü'nü satın aldığım gün niyetim eve gidip hemen okumaya başlamaktı. Kitapçıda bulduğum heyecanı evde kaçırmaktan korkuyordum. Dolmuşta bir öğrencimle karşılaştım ve kendisine elimde tuttuğum kitabın "derin mesaj"ından bahsetmeye başladım. Öğrencim rahat ve açık bir çocuktu. Hocam şu kitabı bana verin de hazır içimde okuma heyecanı oluşmuşken eve gidip okuyayım dedi. Hiç ikiletmedim. Verdim. Bir hafta sonra pazartesi kitabı odama getirmesi konusunda sözleştik. Fakat getirmedi. Nezaket gereği birkaç hafta ses etmedim. Ardına düşmedim. Fakat öğrencim daha sonraki haftalarda da kitabımı getirmedi. Daha sonraki aylarda da. Aylar geçiyor, öğrencim kitabı getirmiyordu. Sosyal medyadan adresini bulup kendisine dm'den birkaç defa yazdım.

Yakın arkadaşlarını fakülte koridorlarında gördükçe haber gönderdim. Tatar Çölü'nü okuduysa göndersin bana, acelem var, yazı yazacağım, diyordum. Sık sık öğrencimden mesajlar alıyordum. Hocam ne zaman isterseniz, nereye isterseniz getireyim, diyordu. Tamam, ben fakültedeyim, istediğin zaman getir veya yolla diyordum. Ben tamam diyordum, o tamam diyordu, ben sevgilerimi gönderiyordum o saygılarını gönderiyordu, ama kitap asla gelmiyordu. Öğrencim sınıfları bir bir geçiyor, seneler bir bir değişiyor, derslerine girmediğim için hiç karşılamadığım öğrencimden ne zaman bir fırsat doğsa kitabımı istiyordum; o da itiraz etmiyordu ama kitap da gelmiyordu. Yaptığım hesaba göre öğrencimin mezun olmuş olması hatta atanmış olması hatta mecburi hizmetini tamamlamış olması gerek.

Belki de okumak denen şey hep beklenen bir kitap. Okur denen şey hep bekleyen bir adam.

Ama kitap hâlâ gelmedi. Ben özellikle pazartesileri öğrencimin veya kitabın bir şekilde beni bulacağına inanıyorum. Bazen kargoları açarken içinden Tatar Çölü çıkacak sanıyorum ama çıkmıyor. İçimdeki beklemek, umut etmek duygusu silinmiyor. Umut ettikçe yaralarım sızlıyor. Sızladıkça umut ediyorum. Bekledikçe gelmiyor. Gelmedikçe bekliyorum. Belki de ben o kitabı hiç almadım, öğrencimle o dolmuşta hiç karşılaşmadık, belki de beklenecek bir şey yok, beklemeye değer bir şey de yok. Belki de hepsi içimin bana oyunlarıydı. Belki de böyle bir kitap hiç yazılmadı. Belki de okumak denen şey hep beklenen bir kitap. Okur denen şey hep bekleyen bir adam. Belki de okumak ve beklemek bir yanılsama. Belki de şu çalan kapının ardında öğrencim var ve elinde kitabı…

Işıltılı Kürecikler

Ölmekten korkmuyorum. Öldüğüm zaman bir meleğin elimden tutup beni bir tepeye çıkarmasından korkuyorum. Yeşil çimlerle kaplı narin, orta hâlli bir tepecik bu. Melekle tepenin bize sağladığı manzaraya bakıyoruz. Bir şey olacağını anlıyorum. Bir şey öğreneceğimi seziyorum. Belki bir yumruk gelecek. Belki bir zıpkın kalbimi uğunduracak. Belki geçmişten gelen bir akrabam koşup, gelip, sarılıp, göğsüme kırışmış yüzünü bastırıp ağlayacak. Ben o sırada bulunduğum yükseltiden görünen ve tarla tarla bahçe bahçe genişleyen güzelliklere, önümüz sıra kaynaşan ışıltılı küreciklere bakarken birden melek bileğimden çekiyor ve beni sarsıyor! "Bak", diyor melek. "Görüyor musun?" Görmez olur muyum? Gözümün önünde deminden beri kaynaşan rengârenk kürecikler bunlar. Pırıl pırıllar. Bir renkten çıkıp başka bir renge giriyorlar.

Bir şekilden başka bir şekle dönüyorlar. Bir boyuttan ötekine evriliyorlar. "Peki gördüğün şeylerin ne olduklarını biliyor musun?" diyor melek. Ve benim yüreciğimin titrediğini bile bile, gözlerimin yaşardığını göre göre anlatmaya başlıyor: "Bunlar senin yaşanmamış günlerindir. Yaşayabileceğin hâlde yaşamayı tercih etmediğin. Bunlar senin tanışmadığın insanlar. Yanı başında duran ve gönüllerini sana açmak için heyecanla bekleyen ama senin dönüp bakmadığın. Bunlar senin kazanmadığın sevapların. Elini uzatsan kazanabileceğin ama elini uzatmaya tenezzül etmediğin sevapların. Bunlar senin vermediğin selamların. Açmadığın kapıların. Bakmadığın ama sana bakan gözler. Kapını çalan ama cevap alamayan eller işte bunlar. İçleri şen kahkahalarla dolu. İçleri teyzelerinin sevinçli sesleriyle dolu. İçleri arkadaşlarının tebessümleriyle dolu. İçleri aşkla dolu. Ama sen bunların hiçbirine bulaşmadın geçip gitmiştin."

"Peki ya yaşadıklarım?" diye itiraz ediyorum. "Peki ya ettiğim dualar? Peki ya dostlarla yediğimiz yemekler? Peki ya kahkahalarla geçen akşamlar. Peki ya teyzemlere ısmarladığım dondurmalar? Eşimle yaptığımız geziler?" Gülümsüyor melek. Bilgelik ve tebessüm ne kadar da yakışıyor yüzüne. "Şu karşıdaki tepecikte gördüğün kürecikler onlar." Donup kalıyorum o zaman. "Ne kadar az!" deyişim bir ağıt çığlığına benziyor. Dönüp bakanlar oluyor. "Ne kadar ama ne kadar az!" Gülümsüyor melek. "Bu pişmanlığın dünyadaki değerini bilseydin…" diyor. "Dünyadayken korktuğum şey tam da buydu," diyorum. "Ölmek değildi. Bu tepecikten dünyadaki izlerimin izlettirilmesiydi bana. Korktuğum şey tam da buydu!" diyorum. "Ölmekten korkmazdım. Öldüğüm zaman bir meleğin beni bir tepeciğe çıkarmasından korkardım!"

Teslim Olmuş Bir Kazak

Kanepeye yüzüstü atılıvermiş kazağımı gördüm de hani. İçim acıdı. Kolları yukarı doğru açılmış. Yüzüstü can vermiş bir askeri andırıyor. Yahut oyundan gelip de kendini minderin üstüne atmış ve öylece uyuyakalmış haşarı bir oğlan çocuğunu. Avurtları bıngıl bıngıl et. Alnındaki damar gürül gürül akan bir oğlan çocuğu. Kırk beş yaşında bir adamın kazağı gibi değil. İçinde bir hayat saklıyor. Bir çocukluk ve gençlik saklıyor. İçinde bir yaramazlık ve afacanlık saklıyor. Birden uyanacak ve "Anne karnım aç…" diyerek mutfağa yönelecek bir çocuk. Gözlerini ovuşturacak. Alnını kırıştıracak. Ruhum neden acıdı? Kazağıma bakarken ruhumu saran bu merhamet de neyin nesi? Acıdığım kim? Kırk sene önceki Abdullah'ın kanepede uyuyakalmış hâlini mi hatırladım? Kazağımı kollarını yere sermiş hâlde öyle masumane teslim olmuş görünce. Kendime mi acıdım? Geçen kırk beş seneye mi acıdım? Kırk beş seneyi başka türlü mü yaşamalıydım? Başka türlü yaşanabilir miydi? Başka türlü yaşamak mümkün mü peki?

Yaşamanın başka bir yolu başka bir çeşidi başka bir düzlemi başka bir boyutu var mı? O kazağa acımadan bakmak mümkün mü? Herkes acır mı kendine? Acımak pişmanlık mıdır? Pişmanlık yüzleşme midir? Yüzleşmek imdat çağrısı mıdır? İmdat çağrısı kurtuluş umudu mudur? Umut eden yola çıkmış mı demektir? Yola çıkan yolda kalır mı? Yolda kalanı Allah görür mü? Allah'ın gördüğü yolda kalır mı? Yolda mı kaldım? Yola çıkmış mıydım? Yolda mıydım? Yolda olmak yetmez mi? Yola bile çıkmadım mı yoksa? Yola çıkacaksam kazağımı giymeliyim. Kanepenin üzerinde her şeyden habersiz uyuyan şu haşarı oğlan çocuğunu uyandırmalıyım. Yola koyulmalıyım. Kendime acımaktan vazgeçmeliyim. Kazağımla konuşmaktan vazgeçmeliyim. Yüzüstü toprağa düşüp can vermiş ve kollarını ileri doğru açmış meçhul askeri andıran kazağımı kanepeden almalı ve kendimle konuşmaktan vazgeçmeliyim.