İsim ve cisim

İttihatçılar ve özellikle Cumhuriyet döneminde tarihten gelen her olgunun başına bir "Türk" kelimesi getirildi.
İttihatçılar ve özellikle Cumhuriyet döneminde tarihten gelen her olgunun başına bir "Türk" kelimesi getirildi.

Nâmık Kemâl, İngiltere'ye kaçıp orada yaşamaya başladığında Britanya Müzesi'nin okuma odasına üye olmak istemiş. Kendisinden bir form doldurması istenmiş. Nâmık Kemâl milliyet kısmına "İslâm" yazmış. Bunu kabul etmemişler. Bunun üzerine "Osmanlı" yazmış. Bunu da kabul etmemişler. En son "Türk" yazmış. Kabul etmişler.

Cumhuriyet döneminde hemen her şeyin ismiyle oynandı. İnsanların, soyların adları değiştirildi. Ortaya "Kaya, Çağdaş" gibi ilginç adlar, "Akdemir, Öztürk" gibi insanların gerçek kökenlerini göstermeyen soyadları çıktı. Sadece insanların değil, onbinlerce şehrin, caddenin, mahallenin, semtin, köyün, mezranın, ırmağın, dağın ismi değiştirildi. Osmanlılar'ın Tekfurdağı dediklerine Tekirdağ, Keşiş Dağı dediklerine Uludağ, El-Azîz'e Elazığ dendi. Seçilip yaşatılması uygun görülen kurumların isimleri de değiştirildi. Meselâ "Hilâl-i Ahmer," "Kızılay" yapıldı. Meselâ kurucuları arasında meşhur Ahmed Cevdet Paşa'nın da bulunduğu Cemiyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye (İslâmî Öğretim Derneği) 1870'lerde Dârüşşafaka mektebini kurmuştu. Bu okulun adı 1930'larda "Türk Okutma Yurdu"na çevrildi. "Şefkat" nerde, "okutma" nerde? İsim değiştirmek basit bir şey değildir, daima derin bir amacı barındırır. Zira ismi değiştirmek, bir anlamda cismi değiştirmektir. Bir şeyin içeriğini değiştirmenin en etkili yöntemlerinden birisi, önce o şeyin ismini değiştirmektir.

İngiliz ve Fransızlar'ın İslâm dünyasındaki, Afrika ve Asya'daki sömürgelerinde kurdukları ülkelere verdikleri uyduruk isimler bunun bir örneğidir. Meselâ İngilizler tarihte hiç mevcut olmamış Ürdün diye bir ülke kurdular. Sınırlarını cetvelle çizip, başına kukla idareciler getirdiler. Hasbelkader bu sınırların içine hapsolmuş halk ilk başlarda "Ürdün" ismini garipsedi, çünkü o bölgenin asıl adı Şâm idi. Ama uyduruk tarih kitaplarıyla, propagandayla o halkı bile evvelden beri böyle bir ülke olduğuna inandırabildiler. İki nesil sonra ise artık nesiller oranın isminin de, cisminin de uydurma olduğunu hatırlayamıyorlar. Bizde bunun pek çok acıklı örneği yaşandı. Osmanlı'da milliyet değil din esas olduğu için Rumu, Ermenisi, Musevisi kadar Boşnağı, Arnavutu, Kürdü, Arabı, herkes "Osmanlı" idi. Son asrına kadar etnik bir saplantı kimsede yoktu. Bu gerçeği yansıtan şöyle bir olayı anlatırlar...

Nâmık Kemâl, İngiltere'ye kaçıp orada yaşamaya başladığında Britanya Müzesi'nin okuma odasına üye olmak istemiş. Kendisinden bir form doldurması istenmiş. Nâmık Kemâl milliyet kısmına "İslâm" yazmış. Bunu kabul etmemişler. Bunun üzerine "Osmanlı" yazmış. Bunu da kabul etmemişler. En son "Türk" yazmış. Kabul etmişler. Sanki son iki asırlık siyasi tarihimizin özeti bu... İttihatçılar ve özellikle Cumhuriyet döneminde tarihten gelen her olgunun başına bir "Türk" kelimesi getirildi. Bu, hemen her şey gibi üç nesil içinde kanıksandı. "Türk Türk edebiyatı, Türk musikisi, Türk hat sanatı" gibi tabirleri hep işitiyoruz. Oysa bu isimlendirmeler hem eksik, hem de yanıltıcıdır. Evet, Osmanlı ailesi ve nüfusun önemli bir kısmı Türk'tü. Ama ülkede yaşayan herkese "Türk" demiyorlardı. Türkler bile "Türk" diye daha çok kırsalda yaşayan kaba- saba insanları kastediyorlardı. Onlar için "etrâk-i bî-idrâk," yani "idrâksiz Türkler" diyorlardı. Batılılar ise 1900'lerin ortasına kadar Müslümanlar'a hangi etnik kökenden olursa olsun "Türk" diyorlardı. Çünkü Selçuklular'ın Haçlılar'la savaşlarından itibaren Osmanlılar Batı'nın bir numaralı hasmıydı. Hepsine toptan böyle bir isim veriyorlardı.

Bugünlerde bazı İslâmcı eskileri "Türk savaşan Müslüman'ın adıdır" gibi bir iddiada bulunuyorlar. Bu düpedüz saçmalıktır. Bir kere bunlar güya Batı'yı eleştirirken Batı'nın eskiden onlara verdiği "Türk" ismine yapışıyorlar. Yani bu, İslâmcılık'ın birçok akımında gördüğümüz gibi tersten Batıcılık'ın bir yansıması... Ayrıca Türklüğün Müslümanlık ile eş tutulduğu devirler çoktan geçti. Artık "Türk" dendiğinde ne Batı'da, ne de ülke içinde "Müslüman"ın muadili bir kimlik anlaşılmıyor. Sadece bir ırk ismi anlaşılıyor. Yani "Türk" artık birçok çeşniyi içeren kabın adı değil, kabın içindeki çeşnilerden birisinin adı... Yıkılış döneminde "Türk" vurgusu yapanların arasında Batıcılar olduğu kadar mütedeyyin isimler de vardı. Hâlâ böyleleri var. Onlara göre İslâm'ın kendisi değerli değil, Türkler onu seçtiği için değerli... İttihatçılar, Tanzimat'tan sonra oluşan geleneksellik-Batılılık ikiliğini ikincisi lehine bitirmeye kararlı olan bir ekipti. Bütün medeniyet birikimini "milliyet"e indirgiyorlardı. Parça parça kopan Osmanlı mozaiğinde Türklüğe odaklanmışlardı. Elde kalan yegâne değer olarak milliyeti yüceltmeye uğraşıyorlardı. Bu da ortaya bir "Türklük" modası ve etiketi ortaya çıkardı.

Anadolu, köylüler, taşra, fakirlik, İslâmiyet öncesi Türkler gibi konular sadece siyasetin değil müziğin, edebiyatın, ilâhiyatın da belkemiğini oluşturdu. Bu kafanın zirveye ulaştığı Tek Parti rejimi ise Avrupa'da moda olan faşizmi taklit ederek Mevlânâ'yı, Sümerler'i, hatta bütün dillerin kökenini Türk sayacak kadar ileri gitti. Kısacası bugün pek çoğumuzun kanıksadığı "Türk" takılı isimlendirmeler en fazla bir asırlık isimlerdir. "Türk müziği, Türk sanatı, Türk medeniyeti" gibi... Osmanlılar çok geç devre kadar kendi edebiyatlarını veya müziklerini etnik bir isimle anmıyorlardı. Kendi edebiyatlarına "Türk," "Doğu" veya başka bir isim takmamışlardı. İllâ bir sıfat vermek gerekirse sadece "Osmanlı" diyorlardı. Onun dışında onlar için edebiyat, "edebiyyât" veya "edebiyyâtımız" idi. Sıfatsız, takısız, tarifsiz, komplekssiz... Çünkü "biz" dediklerinde kimi kastettikleri onlar için açıktı. Fuzûlî kadar dönme Ahmed Râsim, Dede Efendi kadar Ermeni Hamparsum, Ahmed Cevdet Paşa kadar Rum Sava Paşa... "Biz" dendiğinde içinde imanın, kulluğun merkezi olduğu bir kendilikten bahsedildiğini herkes bilirdi.

"Türk" takısının ümmet anlamından kopup milliyeti ifade etmesiyle beraber medeniyetimize ait herşey de tevhid özünden uzakta tanımlanmaya başladı. Cumhuriyet döneminde sırf "Osmanlı edebiyatı" dememek için bakın kaç tane isim uydurulmuş: "Havas edebiyatı, saray edebiyatı, enderun edebiyatı, skolastik edebiyat, medrese edebiyatı, ümmet edebiyatı, ümmet çağı edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı..." Hepsi yapay, hepsi yanlış, hepsi yanıltıcı kavramlar... Bir kere "havas" aslında "havâss" diye yazılır. "Haslar," yani "seçkinler" demektir. Güyâ Osmanlı edebiyatı seçkinlerin, elitlerin işiymiş. Yani halkla ilgisi yokmuş. Cumhuriyet döneminde edebiyattan müziğe kadar benimsetilen "Osmanlı'da elitler karışık-kuruşuktu, öpöz Türk olan halktan kopuktu" saçmalığının bir yansıması. Peki o zaman hem gazel, hem koşma yazan Erzurumlu Emrah'ı nereye koyacaksınız? Sümmânî'nin şiirlerini nereye koyacaksınız? Bunlar mı seçkin? Aksini düşünelim.

Apaçık bir "seçkin" olan Üçüncü Selim'in yazdığı türküleri, Sultan Aziz'in sirtolarını nereye koyacaksınız? Osmanlı edebiyatına en çok yakıştırılan isim ise "divan edebiyatı" terimi... Oysa Osmanlılar kendi şiirlerine asla böyle demediler. Bu isim de yapaydır, yanlıştır, yanıltıcıdır. 1910'larda İttihatçı yazarlar Ali Cânib Yöntem ve Ömer Seyfeddin tarafından uydurulmuştur. Bir kere edebiyat sadece şiirden ibaret değildir ki adına "şiir mecmuası" demek olan "divan" konsun. Böyle olunca nesir, hikâye, mâni ve kıssa gibi diğer türler dışarıda kalır. Ayrıca şiir diye sadece arûz ölçüsüyle yazılanlar kastediliyorsa hece ölçüsüyle yazılan onca şiiri ne yapmalı? O yüzden bu tabiri açıklayıcı, tutarlı ve kuşatıcı olmadığı için reddetmek gerekir. Bugün "divan edebiyatı" tabirini duyunca artık yaşamayan, ölü, demode, çağdışı bir edebiyat kastediliyor. Doğru, ama ölüden ziyade öldürülmüştür. Bu tabiri beğenmeyenler ise "klasik Türk edebiyatı" terimini icat ettiler. Bu da isabetli ve özgün bir sıfat değil aslında...

"Klasik" kavramı bize hemen her Osmanlı okumuşunun iyi bildiği Fransız dilinden gelmiş. "Klasik edebiyat" tabiri Fransızca "littérature classique" tabirinin tercümesidir. Hatta Nâmık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bolayır bunu bire bir tercüme ederek "edebiyyât-ı tasnîfiyye" olarak kullanmıştı. "Tasnîf;" "sınıflamak, bölmek" demektir. Fransızca ve İngilizce'de "classic" kelimesi "sınıf" anlamına gelen "class" kelimesiyle aynı kökten gelir. Dolayısıyla "sınıflama, tasnif" mânâsındaki Fransızca "classer" veya İngilizce "to classify" fiilleriyle de... "Classicus," Latince kökeninde "en yüksek sınıfa mensup, model olarak kabul edilen" anlamındadır. Bu kelime bir yandan "Roma halkının en yüksek sınıfıyla ilgili" demekti, diğer yandan da "askeri bölük, sınıf" anlamına geliyordu. Yahya Kemal gibi Tek Parti zihniyetini benimseyen ancak bir yandan da Osmanlı'nın tasfiye edilen güzelliklerine ağıt yakanlar başka bir tabire sarıldılar: "Eski edebiyat." Bugün hâlâ edebiyat fakültelerinde "Eski Türk Edebiyatı" isminde bölümler ve dersler var. Dilimizde "eski" kelimesi "köklü" anlamından ziyade "zamanı ve modası geçmiş" anlamlarını içerir.

Zaten Yahya Kemal Osmanlı şiirini ve edebiyatını böyle bir "ölü" gördüğünü kendisi Eski Şiirin Rüzgâriyle kitabının girişinde ifade eder. Ben şairlik ve yazarlık kaliteleri bir yana, Yahya Kemal ve Ahmed Hamdi Tanpınar'ın çarpık zihniyetlerine hep dikkat çekmişimdir. İkisinde de muhafazakârların onlara yakıştırdığı gibi tevhide yaslanan bir düşünce ve bilinç yoktur. Aksine "bizim" sanatımızı, edebiyatımızı Tek Parti döneminin hedefine uygun seküler bir "estetik" anlayışına uydurmada çok iş görmüşlerdir. Kaynakları, yönleri, yöntemleri biz değil, Batı'dır. Bu ikisi ve onların talebeleri geleneğimizi ifade etmek için sık sık "eski," "Türk," "millet" ve "milliyet" takılarını kullanırlar. Bunların hepsi kendi anlamları dışında süregiden geleneği ifade etmek için kullanılınca, kafalardaki eski-yeni, biz-onlar, din-kültür, medeniyet-kimlik kargaşası daha da çetrefilleşmiştir. Zaten Cumhuriyet döneminde Batıcılar ve Kemalistler tarafından uydurulmuş yapay, yanlış ve yanıltıcı bütün kavramların normalleşmesi ve yaygınlaşmasında aslan payı, onları meşrulaştıran muhafazakârlara aittir.

Dikkat ederseniz "Türk, klasik, eski" gibi yapay, yanlış ve yanıltıcı sıfatların hepsi müzikte, mimaride, sanatlarda, düşüncede, ilahiyatta aynen vardır. Meselâ müzik alanında "Türk musikisi, klasik Türk musikisi, Enderun musikisi, saray müziği, makam müziği, geleneksel müzik, gelenekli müzik, tarihî musiki" vb. birçok kavram uydurulmuştur. Bütün bu tutarsız kelimelerin hepsi "Osmanlı müziği" dememek içindir. Kavramda bir kargaşa varsa anlamda da bir kargaşa vardır. Anlamda bir kargaşa varsa zihinde, zihinde bir kargaşa varsa inançta da bir kargaşa vardır. Yani kafa karışıklığımızın asıl sebebi aslında kendilik krizimizdir. Kendimiz olmamak, olamamak, olmaktan kaçınmaktır. Bu yüzden kendini bilmeyen birisi nasıl saçmalarsa biz de kavramlarımızda öyle saçmalıyoruz. Alâkasız, tutarsız, köksüz, sonradan uydurulmuş bütün takılar aslında net, sade ve birleşik "biz"in parçalanmasının bir sonucudur. İslâmcılık'ta olduğu gibi Batıcılık'ta da, Kemalizm'de olduğu gibi muhafazakârlıkta da "biz" tarifi muğlaktır, müphemdir, muhataralıdır. "Hangi biz?" sorusu, kendini unutmuş, kendini târiften âciz, kompleksli, marazî bir kafanın sorusudur. İçinde muazzam bir dini, etnik, bölgesel, dönemsel zenginlik barındıran "biz" gidip yerine "Türk, İslâmcı, Batıcı, şucu-bucu" tabirleri geldiği için kimse rahatça "edebiyatımız" veya "müziğimiz" diyemiyor.

Çünkü hemen soruyorlar: "hangi edebiyat, hangi müzik?" Uzun lâfın kısası, başka bir yakıştırmaya gerek kalmaksızın tekrar "bizim edebiyatımız, bizim müziğimiz, bizim tarihimiz," vb. diyebilmek için önce kendimiz, "biz" olmamız gerekiyor. Bunun yolu ise iki asırdır dilimize, düşüncemize, bilgimize, işimize sinmiş, bir zehir gibi içine girdiği her yapıyı çürüten yapay, yanlış ve yanıltıcı kavramları reddetmektir. Tevhide aykırı isimlendirmeleri kabul etmemektir. İkilikten, ikircilikten, ikiyüzlülükten kurtulmaktır. Hülâsa, tevhidde birlenmek ve birlemektir.