"İslam felsefesi" terkibinin anlamı üzerine

İslam filozofları yaşadıkları çağın sorunlarına ilgisiz kalmamıştır.
İslam filozofları yaşadıkları çağın sorunlarına ilgisiz kalmamıştır.

Belirli bir çağın sorunlarına çözüm aramaya çalışması bakımından filozoflardönemlerinin aydınlarıdır. Bu sorunları bütün insanlığı ilgilendireceksorunlara dönüştürmeleri ve bütün insanlığı ilgilendirecek şekilde ele almalarıbakımından ise filozofturlar. İslam filozofları da hem birer aydın olarakyaşadıkları çağın sorunlarına ilgisiz kalmamış hem de birer filozof olarak busorunları bütün insanlık tarihini ilgilendirecek şekilde ele almışlardır.

“İslam felsefesi” tabiri, klasik İslam düşüncesi metinlerinde yer almayan ve çağdaş İslam düşüncesi çalışmalarında üretilmiş bir terkiptir. Her ne kadar terkipte yer alan İslam kelimesinden ötürü, İslam dininin felsefesini ifade ediyor görünse de gerçekte İslam kelimesi bir din adı olarak değil medeniyet adı olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla “İslam felsefesi” ifadesi, İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafya ve zaman diliminde üretilen felsefî birikimi ifade etmektedir. Klasik metinlerde bu terkibe en yakın ifade “felâsifetü’l- İslâm” (İslâm’ın filozofları) terkibidir. Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal’de İslam öncesi dönemde yetişen belli başlı filozofları ve öğretilerini anlattıktan sonra İslam döneminde yetişen filozofları anlatmak için “Felâsifetü’l-İslam” ifadesini kullanır.

Şehristânî’nin kullanımında bu ifade, aynı zamanda Müslümanların kendilerinden önceki medenî topluluklarca üretilen felsefî (aklî) bilimler birikimini devraldığını ve üretim faaliyetinin İslam dünyasında sürdürüldüğünü ima eder. Başka bir deyişle İslam’ın hâkimiyetiyle birlikte yeni bir dönemin başladığını ve mamur dünyanın düşünen zihninin İslam dünyası olduğunu gösterir. Dolayısıyla onun kullanımında “İslam’ın filozofları” ifadesi, tarihsel olarak felsefî bilimlerin yeni medenî yurduna da işaret etmektedir. Çağdaş akademik araştırmalarda kullanılan İslam felsefesi tabirinin bugün için böyle bir imasından bahsedilemez ama İslam döneminde üretilen felsefî düşünceyi ifade etmeyi amaçlaması bakımından Şehristânî’nin kullanımıyla paraleldir.

İslam Felsefesi terkibi, Yunan’da felsefe, Bâbil’de Felsefe ve İran’da felsefe tabirlerinin bir süreği olacak şekilde İslam’da felsefe anlamına gelmektedir ve bu anlamıyla felsefenin “evrensel yolculuğundaki” İslam durağını ifade etmektedir.

Bu anlamıyla terkip, Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi Müslüman filozofları, Ebû Bekir er-Râzî ve İbnü’r-Râvendî gibi peygamberlik müessesine karşı olup zındıklıkla itham edilen filozofları, Abdullah İbn Mukaffa gibi mülhitlikle suçlanan düşünürleri, Yahya b. Adiy gibi Hıristiyan filozofları, Ebû’l-Berekât el-Bağdâdî ve İbn Kemmûne gibi Yahudi kökenli veya Yahudi filozofları, kısaca her dinden ve ırktan filozofu içerir. Dolayısıyla İslam felsefesi terkibinde İslam kelimesi medeniyeti ifade ederken felsefe kelimesi -o dönemde felsefenin mantık, fizik, matematik, ahlak, iktisat ve siyaset olmak üzere bütün aklî bilimleri kapsadığını göz önüne aldığımızda- evrensel bir yeti olarak aklın ürettiği bilimsel bilgiyi ifade eder.

Bununla birlikte terkipte yer alan “İslam” kelimesinin İslam diniyle de bir ilişkisi vardır. Zira İslam medeniyeti, İslam vahyinin tebliğiyle birlikte oluşan Müslüman toplum tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla İslam bu medeniyetin sadece sıfatı değil, aynı zamanda onda hayat bulan değer ve amaçların da kaynağıdır. Bu sebeple İslam filozoflarının felsefe tarihine katkılarının bir kısmı, münhasıran Kurân ve Sünnetin anlaşılması ve yorumlanması sürecinde beliren sorunlara çözüm getirme çabasının bir ürünü ortaya çıkmıştır. Ayrıca Fârâbî, İbn Sînâ, Fahreddin er-Râzî ve İbn Rüşd gibi bu felsefenin büyük filozofları, Müslümandır. Fârâbî hariç adı geçen filozoflar veya filozof kimliğiyle öne çıkan düşünürlerin neredeyse tamamı dinî bilimler alanında da eserler yazmıştır.

İslam felsefesinin kurucu filozofu kabul edilen Fârâbî’nin mille ve nübüvvet teorileri dinin ve peygamberliğin insanî bir olgu olarak dikkate alınmasıyla geliştirilmiştir.
İslam felsefesinin kurucu filozofu kabul edilen Fârâbî’nin mille ve nübüvvet teorileri dinin ve peygamberliğin insanî bir olgu olarak dikkate alınmasıyla geliştirilmiştir.

Dahası, İslam felsefesinin kurucu filozofu kabul edilen Fârâbî’nin mille ve nübüvvet teorileri dinin ve peygamberliğin insanî bir olgu olarak dikkate alınmasıyla geliştirilmiştir. Yine bu felsefenin zirve filozofu kabul edilen İbn Sînâ’nın bütün felsefe tarihini etkileyen zorunlu-mümkün ve varlık-mahiyet ayrımları, dinî düşüncenin sorunlarından bağımsız anlaşılamayacağı gibi önemli ölçüde varlığını dinî düşünce mensuplarının nasları anlama sürecinde karşılaştığı sorunların ciddiye alınmasına borçludur. Bu bağlamda İslam felsefesinin insanlık tarihini etkileyen büyük teorilerinin doğuşunda bir din olarak İslam’ın kendine özgü sorunlarının görmezden gelinemeyecek bir etkisi vardır. Aslında bakılırsa bu, sadece İslam döneminde üretilen felsefi birikim için değil, bütün dönemlerin felsefeleri için geçerlidir. Zira filozoflar, çağlarının sorunlarına ilgisiz kaldıkları takdirde kendileri de entelektüel ilgisizliğe mahkûm olurlar.

İnsanlık tarihinin büyük filozofları, daima çağlarının sorunlarına duyarlıdırlar ve onlara çözüm bulmaya çalışırlar.

Belirli bir çağın sorunlarına çözüm aramaya çalışması bakımından filozoflar dönemlerinin aydınlarıdır. Bu sorunları bütün insanlığı ilgilendirecek sorunlara dönüştürmeleri ve bütün insanlığı ilgilendirecek şekilde ele almaları bakımından ise filozofturlar. Genelde İslam düşünce tarihinin önde gelen düşünürleri, özelde ise İslam felsefesi tarihinin önde gelen filozofları için de aynı hüküm geçerlidir. İslam filozofları da hem birer aydın olarak yaşadıkları çağın sorunlarına ilgisiz kalmamış hem de birer filozof olarak bu sorunları bütün insanlık tarihini ilgilendirecek şekilde ele almışlardır.

İslam’da felsefî bilimleri de içerecek şekilde bilimlerin on dokuzuncu yüzyılda yaşadığı kriz, aynı zamanda İslam dininin krizi olarak anlaşılmıştır.
İslam’da felsefî bilimleri de içerecek şekilde bilimlerin on dokuzuncu yüzyılda yaşadığı kriz, aynı zamanda İslam dininin krizi olarak anlaşılmıştır.

Dolayısıyla dinî kimliği bakımından ister müslüman ister gayrımüslim olsun bütün İslam filozoflarının felsefî üretimlerinin dinamiği İslam’dan gelir. Zira bir medeniyet olarak İslam’ın insanlara sunduğu değerler ve bu değerlerin anlamı ve yeniden üretimiyle alakalı sorunlar, bir din olarak İslam’ın insanlığa sunduğu değerler ve bu değerlerin yeniden üretilmesiyle alakalı sorunların tarihsel şartlarda tecessüm etmiş bir haline tekabül eder. Tam da bu nedenle İslam’da felsefî bilimleri de içerecek şekilde bilimlerin on dokuzuncu yüzyılda yaşadığı kriz, aynı zamanda İslam dininin krizi olarak anlaşılmıştır. Bu durum, İslam’ın felsefeye tanımlayıcı bir sıfat olmasını sağlamasa da felsefenin din olarak İslam’la yakın ilişkisini ifşa eder.

Fakat felsefe, İslam’da dinî nasların anlaşılması ve yorumlanması işini üstlenen ve varlığını özel olarak İslam dininin varlığına borçlu olan dinî bilimlerden de farklı olarak İslam öncesinde uzun bir geçmişse sahiptir. Dolayısıyla da felsefe, felsefe olarak varlığını İslam dininin varlığına borçlu değildir. Neredeyse bilimler tasnifine ilişkin bütün eserlerde kabul edildiği gibi Yunan’da, Hellenistik dönemde veya İslam dönemindeki felsefî faaliyetlerin tanımlayıcı yönü, üretildiği dönemleri aşan ve insanlığın tarihiyle süregiden bir bilme, anlama ve eyleme çabası oluşudur. Felsefî ilimlere belirli bir toplumun tarihsel şartlarında üretilmekle birlikte ortak bir insan kuvvesine dayanan ve böyle olduğu ölçüde de evrensel olan disiplinler anlamında “aklî bilimler” denmiştir.

İslam vahyinin tebliğiyle birlikte oluşan Müslüman toplum tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla İslam bu medeniyetin sadece sıfatı değil, aynı zamanda onda hayat bulan değer ve amaçların da kaynağıdır.

Yine dönemlerin ve medeniyetlerin değişimiyle birlikte inkıraza uğramayan ve bütün medeniyetlerin kendi öncelikleri ve tarihsel şartları dâhilinde katkıda bulundukları disiplinler anlamında “hakikî ilimler” denilmesinin nedeni de budur. Bu bakımdan çağdaş dönemde İslam kelimesinin dinî imalarından kaçınmak ve sadece İslam medeniyetinde üretilen felsefî faaliyeti ifade etmek için “Arabic Philosopy” (Arap felsefesi veya Arapça felsefe) tabiri kullanılmış ve bununla Arap dilinde üretilen felsefî düşüncenin ifadesi amaçlanmıştır. Lakin bu terkip de “Arap” veya “Arapça” kelimelerinden ötürü milliyet iması taşıdığı için daha dakik bir adlandırma olması amacıyla “Arabic Language Philosophy” (Arap dilinde ifade edilmiş felsefe) terkibi geliştirilmiştir.

İslam medeniyetinde bilhassa Türkçe ve Farsçada üretilmiş hatırı sayılır bir felsefî literatürü dışarda bırakmaktadır.
İslam medeniyetinde bilhassa Türkçe ve Farsçada üretilmiş hatırı sayılır bir felsefî literatürü dışarda bırakmaktadır.

Son yıllarda Batı’da akademik çalışmalarda daha ziyade bu kullanım tercih edilmektedir. Ne var ki bu ifade de önceki kadar sorunludur. Zira bu terkip, İslam medeniyetinde bilhassa Türkçe ve Farsçada üretilmiş hatırı sayılır bir felsefî literatürü dışarda bırakmaktadır.

Her ne kadar Arapça, İslam medeniyetinin bilim dili olagelmişse de İslam dünyasında kültürel veya siyasi hâkimiyeti elinde bulunduran unsurlar, felsefî ve dinî düşünceyi kimi zaman doğrudan kendi dillerinde üretme kimi zaman da üretilen felsefî ve dinî düşünceyi kendi dillerine aktarma ihtiyacı hissetmişlerdir.

Bu sebeple Arap felsefesi ve Arapça felsefe tabirleri, taşıdığı millî imaları olumlu karşılayan ya da ifade ettiği mahzuru dikkate alma ihtiyacı hissetmeyen kimi Arap yazarlarca rahatlıkla kullanılsa da Arap olmayan İslam ülkelerinde hüsn-i kabul görmemektedir.

  • İslam felsefesi tabirinden hoşnut olmayanlar sadece bu felsefenin tarihiyle iştigal edenler değildir.

“Felsefe” tabirinin günümüzde her türden teorik düşünme etkinliğini ifade edecek şekilde genişlemesinin bu kelimeye verdiği psikolojik üstünlüğü kullanmak isteyen kimi araştırmacılar, “İslam felsefesi” tabirindeki İslam kelimesinin dinî imalarını merkeze alıp bu tabiri “İslam’ın felsefesi” şeklinde yorumlayan bir yaklaşım benimsemektedir. Bu araştırmacılara göre İslam felsefesi tabiriyle kastedilen literatür bu adı almayı hak etmemektedir ve “İslam’ın felsefesi” anlamında gerçek İslam felsefesi, İslam dininde vazedilen inanç ve değerler bütünü hakkında teorik araştırma yapan kelam ve fıkıh usulü gibi dinî disiplinlerdir.

Bu iddianın kimi zaman selefi meşrepliği veya dinî hassasiyetiyle kimi zaman da millî duygularla karışık İslamî duyarlılığıyla dikkat çeken savunucuları, İslam dünyasında üretilmiş klasik anlamıyla felsefî düşünceyi Yunan felsefesi, Helenistik felsefe ve Hıristiyan felsefesiyle olan irtibatından dolayı eleştirdi. Aslında bu eleştiri, İslam Felsefesi tabirindeki imayı da ortaya çıkaracak bir işlev görebilir. Çünkü İslam Felsefesi terkibi, Keldânîlerde felsefe, Yunan’da felsefe, Bâbil’de Felsefe ve İran’da felsefe tabirlerinin bir süreği olacak şekilde İslam’da felsefe anlamına gelmektedir ve bu anlamıyla felsefenin “evrensel yolculuğundaki” İslam durağını ifade etmektedir. Yani zaten terkibin, özel olarak dinî nasların teorik bir yorumu olmak yahut dinî naslardan hareketle bir düşünce inşa etmek iddiası yoktur hatta böylesi çabanın felsefenin doğasıyla bağdaşmadığını ifade eder.