İslamcılık, daima

İslamcılık
İslamcılık

İslamcılar mümkünden imkâna, imkândan gerçekliğe geçmede sorun yaşadı. İslamcılığınhedefleri yitik değil. “İslamcı ufuk” denildiği zaman yüzlerde pis bir tebessüm beliriyor;çünkü küçük mutluluklar, ufarak kazançlar, dünya sisteminden koparılan minik ısırıklarMüslümanlar için büyük kazanım olarak görülüyor.

Dünya üzerinde İslam, batı ve kapitalizm durduğu sürece İslamcılık da mutlaka olacak!

Müslümanlar bugün olduğu gibi kapitalizmi sözde reddedip küresel kültürü kabul etseler, medeniyet söylemiyle moderniteyi bir şekilde bünyeye uyarlasalar, dünya sisteminin değişim ve dönüşümlerine eklemlenseler de İslamcılık başladığı noktayı, kâfi rle Müslümanın müsavi olduğu görüşünü reddetmeyi, batının fi kri, maddi, kültürel emperyalizmine karşı koymayı sürdürecek.

Türkiye’de İslamcılık düşüncesi sadece bir tepki hareketi olarak doğmadı aynı zamanda İmparatorluğun “resmi ideolojisi” kimliğiyle 1000 yıllık Anadolu hareketinin son aşamasını oluşturdu. İslamcılık fi kir hareketlerinin merkeziydi; batıcılık, Osmanlıcılık, sosyalizm, Türkçülük sapmaydı.

Osmanlı idaresi ne toprağı, ne yeni kurulan sanayii ne de yeni fi nans kanallarını kapitalist mantık uyarınca seçkin burjuvanın, sayılı elitin eline teslim etti.

“Düşmanın silahıyla silahlanmak”, “devlet bizim, yöneticiler değil” gibi fi kirler sayesinde dünya sistemiyle uyuşmayı tercih etti. İslamcılık bugün sadece kadim İslam tarihini değil kendi tezlerini de inkâr eder hale geldi.

İslamcılık antikapitalist olarak doğdu, kafir ile Müslümanın Tanzimat sonrası denkleştirilmesine karşı çıktı, batının üstünlüğünü sadece tekniğe endeksledi fakat bu tekniğin din ile, kültür, iktisat ve felsefeyle inşa edildiğini kabul etmedi, etmek istemedi, bugün hala kalkınmayı yüceltirken de bu hakikati görmezden gelmeyi tercih ediyor. Medeniyete girme ve kültürü almama tezleri arasında İslam medeniyetini yeniden inşa fikriyle ilkin Meşrutiyet’ten akabinde 27 Mayıs’tan sonra yeni sentezlere girişti.

“Düşmanın silahıyla silahlanmak”, “devlet bizim, yöneticiler değil” gibi fi kirler sayesinde dünya sistemiyle uyuşmayı tercih etti. İslamcılık bugün sadece kadim İslam tarihini değil kendi tezlerini de inkâr eder hale geldi.

İslamcılık, yersiz yurtsuzluk

Cumhuriyet inkılaplarının babası Kılıçzade Hakkı gibi batıcılar bile gazayı, cihadı imanın altıncı şartı sayarken yeni yorumlarla İslam batı çatışmasını yumuşattı. Anadolu’da kurulan bir büyük nizamı, milliyetçilik diyerek etnik kimliklerin oyunlarıyla inkâr etmeye kalktı. Yine dünyada kapitalizmi en az 400 yıl geciktiren millet yapısını küçümsedi, hor gördü. Dünya sistemi dışı düşünmeyi beceremedi.

İdeolojiler üstü olma asaletini kaldıramadı, sürekli tanımlandı, sürekli yönlendirildi, itham üstüne itham yedikçe geri çekildi, marjinalleşmeyi içine sindirebildi.

1960 sonrasında “millet müştereği” fi krini reddetti, düşman olduğu Cumhuriyet eliti gibi İslamcılığı güzide olmayan seçkinciler, şehirlere kurulan taşralılar hareketine döndürdü. Tarikatları, tasavvufu, geleneği, milletin inancını, dualarıyla büyüdükleri anne ve babalarının imanlarını küçümsedi. İmparatorluk geçmişinden utandığı dönem oldu; İran devrimini kutsadı, Kafdağı muamelesi yaptı, Türklerin o yüce aşamaya geçemeyeceğini hayıflanarak anlattı.

  • Milliyetçilikten kaçmayı kastederken, ümmetçiliği yüceltirken milletini, kendi köklerini, Anadolu’yu inkâr etmeyi seçti. Devleti Kemalizmle eşitledi, ulus devlet nefretini yükseltti ama Osmanlı’yı da kötüledi, İslam medeniyetinden, hilafetten yalnızca Arapların önderliğini anladı, gönlüne kabul ettiremeden, tarihi hakikate oturtamadan, Türkiye’ye nefretle baktı.

Evrensel değerlerle hümanizmi ümmetçiliğin hatırına hoş görürken idealist, hayali bir ümmetçilik, İslam birliği tasavvuruna gitti; haliyle çelişkiler hep kapalı cemaat ortamlarında tartışıldı: sınırlar ne olacak, lider kim olacak, doğal zenginlikler, kazanımlar nasıl bölüştürülecek, Baas idareleri öteki Müslümanları kabullenebilecek mi... soruları çözümsüzlüğü, çözümsüzlük çaresizliği getirdi. Yersiz yurtsuzluk övüldü, Yahudiyle dövüşürken Yahudice “vatanım ruyi zemin, milletim nevi beşer” denildi, “yeryüzü namazgâh”, “Kur’an Anayasa”, “namaz kılınan her yer vatan” cümleleri ciddi ciddi savunuldu. Olmadı. 2016’ya gelindiğinde İran’ın milliyetçilik ve mezhepçiliği, öteki İslami hareketlerin acizliği, rotayı tekrar Türkiye’ye çevirdi. Mehmet Akif demişti zaten, İstanbul, Türkiye giderse, İslam yok olur! Devletsiz bir İslam’ın imkanları araştırıldı, devletsizliğin yok oluşa götüreceği yeni yeni fark edildi. Folkloru, insanların kültürlerini, geleneklerini, asgari gündelik yaşam pratiklerini yok sayan İslamcılık, tarihdışı, zamandışı, siyasetdışı, fikirdışı kaldı. Her dönem İslamcıların “ayaklarının yere basmadığı” protokol eleştirisi dillendirildi.

İslamcılık çatıdır, batı etkisine, moderniteye karşı “söz söyleyen”, alternatif bir fikir ya da hayat biçimi öneren kesimler ister istemez İslamcılık hareketi içinde değerlendirilir.
İslamcılık çatıdır, batı etkisine, moderniteye karşı “söz söyleyen”, alternatif bir fikir ya da hayat biçimi öneren kesimler ister istemez İslamcılık hareketi içinde değerlendirilir.

Batıyı, batının silahıyla vurmak mümkün mü?

İslamcılık bir İslam yorumu değil; İslam yorumlarının tamamıdır.

İslamcılık çatıdır, batı etkisine, moderniteye karşı “söz söyleyen”, alternatif bir fikir ya da hayat biçimi öneren kesimler ister istemez İslamcılık hareketi içinde değerlendirilir. Gayri İslami yönelimlerin hepsine İslami teklif, eleştiri, tez sunan tarikat ve cemaatlerden radikallere kadar geniş bir kesim İslamcılık hareketinin içinde yer bulur. Bu bakımdan “bana Müslüman kelimesi yeterli” diyen ile İslamcılığı “radikal” kanaatler içinde tanımlayarak özerk bir alana hükmetme çabasına girenler İslamcı düşüncenin manasını tam olarak kavrayamamıştır.

İslamcılık mesela bir yanıyla ilerlemeci hatta pozitivist iken öte tarafıyla müthiş gelenekçidir.

Çelişkisi o kadim batılılaşma çabasına gelip dayanır, batıyı batının yöntemleriyle, kendi silahıyla vurup vuramayacağına, gâvurun usulünü Müslümanın kabul edip edemeyeceğine karar verip uygulasa bile kendisi de batılı gibi olmaya başlayınca dertlenir, kaygılanır, sorgulamaya girer.

İslamcılık yine bir yanıyla dehşet bir çoğulculuğa, hakikatin çoğulluğuna meftun olurken bir yanıyla tek tipçidir, öyle olmak zorundadır. Esasında yöntem konusunda tavizsiz olmasına rağmen içtihada, yorumlamaya, zamanın ve çağın getirdiklerine göre çıkarım yapmaya elverişli dinamik bir İslam düşüncesinin önünde İslamcılık savrulur, o dinamizmi layıkıyla yerine getiremez, batının epistemolojisini, etiğini, felsefesini almayı da dinamizm sayar. Tarihi dönüştürücü güç biçiminde görmekten kaçar İslamcılık; tarihi medeniyet olarak değerlendirdiği gibi sadece öykünme biçiminde alır.

Osmanlı İslamcılığı ile Cumhuriyet İslamcılığı medeniyet ithali konusunda uyumludur ama 27 Mayıs sonrasında İslamcılık düşüncesi karşısına bir “Büyük Öteki” alır, tüm hareketlerini, fikriyatını, tavrını ona göre şekillendirmeye başlar. Tek Parti korkusu, iktidar elitlerini saf dışı etme kaygısı, batıya karşı topyekûn mücadele etme hedefini küçülttü. İktidar mı arıyordu İslamcılık? Radikalizmin yükselmesiyle beraber, sistem ile devleti, Kemalizm ile iktidarı eşitlediği için devlete girmeyi “küfre benzemek” olarak gördü.

“Huzur İslam’da” dedi, aksi iddia edilebilir mi; hayır, ama hangi İslam, hangi düzen, hangi yöntem huzur getirecekti. Bugün Graham Fuller’in dikte ettiği, Türk İslamcılığından Gannuşi’ye kadar içerden ve dışardan herkes IŞİD gibi olmakla demokrasiyi seçmek arasında üçüncü şıkkın imkânsızlığını boyun bükerek kabul ediyor.

İslamcı ufuk inşa etmek

27 Mayıs sonrasında İslamcılık entelektüel bir birikim yaptı fakat dili, tezleri ile klasik bir ideolojiye dönüşmenin çabasına girdi. Enikonu ideoloji olmak için çırpındı. Geleneksel İslam, İslam’ın ibadet boyutu, gündelik hayata nüfuz eden ve onu düzenleyen küçük hayatlara, sıradan enstantanelere ehemmiyet veren yapısı, tarikat ve cemaat hayatı, elbette “İslam kültürü” İslamcılığı kimsenin tekeline almasına, ideolojileştirmesine, marjinalleştirmesine müsaade etmedi. Dahası tarikat ve cemaatler başta Müslüman duyarlık gösteren kimse İslamcılık dışına çıkmayı başaramadı. Herkes birbirini suçlasa, Kur’an İslam’ı, rabıta, tasavvuf yenilenen söylemler olarak hep bir suçlu aramaya girişse bile hiçbir İslamcı masum değildi, masumluk iddiası güdemedi, ismet sıfatını bünyesine gömdürmek isteyenler elleri boş döndü.

  • İslamcılar Stefan Zweig’ın Nietzsche için söylediği gibi “hakikati karıları gibi gördüler”, hakikat İslamcılıktan yüz çevirdi. Her tarikatın, cemaatin, grubun hakikat iddiası dünya sisteminin ekmeğine yağ sürdü.

Her mümkün gerçekleşmek zorunda değildir.

İslamcılar mümkünden imkâna, imkândan gerçekliğe geçmede sorun yaşadı. İslamcılığın hedefleri yitik değil. “İslamcı ufuk” denildiği zaman yüzlerde pis bir tebessüm beliriyor; çünkü küçük mutluluklar, ufarak kazançlar, dünya sisteminden koparılan minik ısırıklar Müslümanlar için büyük kazanım olarak görülüyor.

Asrı Saadet’e dönmek zaman içinde bir “yeryüzü cenneti” ütopyasına evrildi. İslamcılar eşya ile ilişkisini yaradılış çerçevesine getirdikçe kendisi olacaktır. Eşyayı batı gibi nesne görmek amaç için araç olarak algılamak, hep o Altın Ülke hayalini besledi, perçinledi.

Anadolu’da 1000 yıl önce kurulan İslami nizam, küfrü gerileten ruh ve anlayışla İslamcılar barıştığı zaman hem medeniyet arayışının eklemlediği moderniteden hem dünyaya yön veren küfür düzeninden kurtulmak için gerekli yöntemi verecektir. Gayri müslim hayatından ayrı yaşamanın imkânlarını aramaya hasredilen hayat “güç istenci” mücadelesine dönüşmesin.

İslamcıların gücü Müslümanca yaşamanın ahlakında saklıdır.

İslamcıların, başkalarının ruhunu teslim alıp hükmetmekten kendi ruhlarını keşfedip, canlandırmaya geçmelerinin zamanı geldi de geçiyor bile!