İslam’ın deizmle ilk felsefi teması Brahmanizm üzerinden nasıl kuruldu?

İslam’ın deizmle ilk felsefi teması Brahmanizm üzerinden nasıl kuruldu?
İslam’ın deizmle ilk felsefi teması Brahmanizm üzerinden nasıl kuruldu?

İslam’ın deizm ile ilk teması Brahmanizm üzerinden gerçekleşmiş olsa dahi onunla sınırlı kalmamıştır. Tarihî vetirede farklı gerekçelerle nübüvvet müessesesini ve dini inkâr eden pek çok isim, erbab-ı ilmin gündemine dâhil olmuştur.

Müslümanların deizme yol hazırlayan öncü fikirlerle -tabir caizse ilkel deizmle- teması yeni bir olgu değildir. Hulefâ-i Râşidîn döneminde gerçekleşen fetihlerle genişleyen İslâm devletinin sınırlarına, muhtelif inançlardan pek çok zümre dâhil olmuştur. İslam coğrafyasına Hindistan bölgesindeki Brahmanların da dâhil oluşu, Müslümanların deizmle ilk nitelikli tanışıklığını oluşturur.

Brahmanizm, Tanrı inancını kabul etmekle beraber nübüvvet inancını reddeden, yaratıcının seçtiği, İslami tabirle vehbî olarak makamına oturmuş bir elçiyi, onun o elçi vasıtasıyla gönderdiği vahyi reddeden bir inanç sistemidir. Bu haliyle nübüvvetin kurumsal görüntüsünü reddetseler de Allah’la kulları arasında kulların kesbine dayanan bir münasebeti kabul ederek modern deizmden ayrılmaktadırlar. İnanç sistemlerinin referans metni olan Vedalar’ı kendileri açısından kutsal kılan da bu bilgilerin kesbî olarak kendini yetkinleştirmiş kimseler tarafından alınmasıdır. 1 Brahmanların kurumsal mahiyetiyle nübüvvet kurumunu inkâr edişlerinin üç temel sebebi zikredilir. Bunlar büyük oranda deizmin modern felsefî söyleminde de yer bulan argümanlardır.

i. Peygamberlerin getirdiği haberler ve deliller ya aklın bildiği yahut bilebileceği ya da aklın bilemeyeceği türden şeylerdir. Eğer ilk ihtimal söz konusu ise bu takdirde peygamberlik müessesesine lüzum yoktur. Çünkü akıl zaten bu bilgilere erişmek için kâfidir. Yok, eğer ikinci ihtimal söz konusu ise o takdirde de peygamber aklın bilebileceği bir şey getirmediği için nübüvvet müessesesi yine lüzumsuzdur.

ii. Akıl, muhtelif seçeneklere gitme kabiliyetine haiz bir alettir. Dolayısıyla haber ancak aklın makul gördüğü şeyler olunca anlamlıdır. Yani ibadetleri de ahkâmı da aslında akıl belirler, kabul eder. Bu itibarla peygamberlik müessesi lüzumsuzdur.

iii. Allah’ın var ve ibadete layık olduğunu kabul etmeden, O’ndan bir haber geldiğini, gelebileceğini kabul edemeyiz. Bu kabulü sağlayan, Allah’ı bulan ve iman edip, şükür mesuliyetini idrak eden akıl, şükrün edasında da kâfidir. Bu itibarla da peygamberlik müessesi lüzumsuzdur.

Klasik kelâm ve kelâm tarihi kitaplarında ele alınıp cevaplanmaya çalışılmış bu argümanlar, Müslümanların deizm fikriyle yani Tanrı’yı kabul eden ve fakat nübüvveti inkâr eden bir söylemle ilk felsefî nitelikli karşılaşması olmuştur.2 Aslında daha önceleri, risâletin ilanıyla beraber Hz. Peygamber’e yönelik inkâr söyleminde bulunan bazı Mekkeliler içinde, Kur’ân da bildirdiği üzere, Allah inancına sahip olanlar da bulunmaktaydı. Fakat onlar hem nübüvveti bir kurum olarak inkâr etmekten hem de inkârlarını felsefî bir arka planla desteklemekten uzaktılar. Dolayısıyla risâletin ilk yıllarında görülen “peygamber tekzibi” bir tür deizm olarak nitelenemez. Fakat Brahmanların inkârında hem kurumsal bir makamın topyekûn reddi hem de bunun aklî ve mantıkî bir izahı çabası bulunmaktadır.

Brahmanların nübüvvetin kurumsal makamını ve nebilerin vehbîliğini reddetme gerekçesi olarak öne sürdükleri üç temel argümana yeniden dönecek olursak, bunların hiçbiri nübüvveti inkâr için yeterli ve anlamlı değildir. Nitekim İmam Mâturîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd’de uzunca üzerinde durduğu gibi, bir Tanrı’nın varlığı kabulüne sahip olan kimsenin, o varlığın bu âlemi neden var ettiği ile ilgili suale tatmin edici bir cevap vermesi gerekir. Eğer bu tür suallere cevap getirmenin zahmetinden kaçıyor ve bu gibi netameli noktalarda agnostik (bilinemezci) bir tavra meylederek söz söylüyorsa, aslında sahip olduğu Allah inancını anlamlı bir bütüne ulaştırmıyor demektir.

Öte yandan “Peygamberlerin getirdiği haberler ve deliller ya aklın bildiği yahut bilebileceği ya da aklın bilemeyeceği türden şeylerdir” iddiası mutlak doğru değildir. Evet, onların tebliğ ettiği haberlerde aklın bildiği ya da bilebileceği türden şeyler vardır ama bunlar aklın kesin hüküm verebileceği şeyler değildir. Akıl imkân ve ihtimaller âleminde gezinir. Meselâ, âlemin başlangıcı ya da sonu, ölümden sonra hayat gibi konuları düşünelim. Bunlar aklın belli malumatlardan hareketle üzerine konuşup söz söyleyebileceği konulardır. İnsanlığın düşünce tarihine vâkıf olanlar, bu konularda çok sayıda fikrin üretildiğini teslim edeceklerdir. Örneğin, “âlemin bir başlangıcı yoktur o var olduğu hâliyle ezelîdir” (materyalizm), “âlemin bir yaratıcı tarafından yoktan var edildi” (yoktan yaratma), “âlem, varlığın yaratıcıdan taşmasıyla meydana gelmiştir” (sudur)… gibi çok sayıda varsayımda bulunulmuştur. Fakat yalnız akla müracaat ile bu problemi burhanî bir yolla çözüme kavuşturmak mümkün değildir.

Fahreddîn er-Râzî’nin el-Metâlibü’l-Âliye mine’l-İlmi’l-İlâhî eserinde “âlemin kadim mi, hadîs mi olduğunun aklen çözülmesinin zorluğu”ndan bahsetmesi ve tekâfü-i edille yani sadece aklî olarak yaklaşıldığında “delillerin eşitliği” gibi bir durumun ortaya çıktığını ifade etmesi bu durumu resmeder. İşte bu gibi, hayatın ve yaşamın yani insanın kendi anlamını idrak edebilmesi için cevabı elzem olan bu suallerin bizzat yaratıcı tarafından bildirilmesi işbu cihetle lüzumlu ve anlamlıdır. Peygamberler işte bu gibi aklın imkânlar içinde gezeceği ve fakat katî bir hükme varamayacağı konularda insanlara katî olan hakikati, uygulama ve anlayışı bildirir.

Brahmanlar tarafından dile getirilen “ibadetleri de ahkâmı da aslında akıl belirler” iddiası da son derece zayıftır. Bu iddia aklın anlamı özelindeki bir tartışmaya ihtiyaç hissettirse de biz burada kısaca çoğu zaman ancak “emri/hitabı idrak edici” fakat “sebebini idrakten aciz kalıcı” olduğunu hatırlatabiliriz. İslâm geleneğinde bu durum “taabbudî hükümler” söz konusu olduğunda tamamen bariz hâle gelir. Söz gelimi namaz kılmak emri, aklın bu hitaptan ne kastedildiğini anlayabileceği ve fakat neden namaz kılındığını aklen idrak edemeyeceği bir alandır. Bu türden noktalarda akla düşen, emrin “Allah emrettiği için” eda edildiğini anlamaktan ibarettir.

Son olarak “Allah’ın var ve ibadete layık olduğunu kabul etmeden, O’ndan bir haber geldiğini, gelebileceğini kabul edemeyiz. Bu kabulü sağlayan, Allah’ı bulan ve iman edip, şükür mesuliyetini idrak eden akıl, şükrün edasında da kâfidir” argümanı da temas ettiğimiz hususlar ışığında aynı problemleri bünyesinde taşımaktadır. Evet, akıl âlemden Allah’a gitmenin, böyle bir köprü kurmanın vasıtasıdır ama bu köprüyü kurduktan sonra gaybî bir alana geçeceği için orada söyleyeceği hiçbir söz yoktur. Akıl âlem-i müşahededen âlem-i gayba köprü kurarken işlevseldir fakat hiç muttali olmadığı bir âlem hakkında yargıda bulunmaya çalışırken işlevsel olmayacaktır. Bu nedenle konu böylesi bir alana intikal ettiğinde, merakları dindirmek ve problemlerimizi çözmek için yaratıcının mahlûkata haber vermesinden başka yol yoktur.

Klasik dönemde Brahmanların iddiaları üzerinden başlayan nübüvvet inkârını işbu cevaplarla bertaraf etmeye çabalayan İslâm ulemâsının uzun müddet başarılı bir müdafaa ameliyesi gerçekleştirdiklerini söyleyebiliriz. Tabii deizm modern dönemde biraz farklı bir mahiyet arz etmeye başladığı için artık klasik cevapların dışında yeni ve derin başka cevapların dile getirilmesi ihtiyacı hâsıl olmuştur.

İslam’ın deizm ile ilk teması Brahmanizm üzerinden gerçekleşmiş olsa dahi onunla sınırlı kalmamıştır. Tarihî vetirede farklı gerekçelerle nübüvvet müessesesini ve dini inkâr eden pek çok isim erbab-ı ilmin gündemine dâhil olmuştur. Söz gelimi kendisi bir deist olarak nitelenmeyip ateist olsa da nübüvvet ve din kurumuna yönelik yoğun eleştirileri sebebiyle deistik bir mücadele cephesi açan İbnü’r-Râvendî (ö. 301/913) bu noktada hatırlanması gereken isimlerden biridir. Öte yandan kendisi deistik kabullere sahip olan Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (ö. 313/925) de ismi anılmaya layık âlimlerdendir. O, Allah’ın insana bahşettiği akıl ve adalet duygusunun dünyayı imar ve tanzim için, huzur ve saadet için yeterli olduğunu savunmuş ve öte yandan dinlerin niza sebebi olduğunu dile getirerek zararlı olduğunu iddia etmiştir.

İbnü’r-Râvendî ve Ebû Bekir er-Râzî gibi âlimlerin mevcudiyeti, Müslüman ulemânın deizmle ilişkisini dönem dönem tazelemiş deizmin kazandığı yeni muhteva ve formları dikkate alan yeni cevaplar sunulmuştur. Bu münasebet günümüze değin ara ara yenilenerek devam etmiştir.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.


KAYNAK / CEMİL KUTLUTÜRK, HİNT KUTSAL METİNLERİ UPANİŞADLAR, İSTANBUL: DERGÂH, 2. BASKI, 2021, S. 17 VD. / YA’KÛB B. ABDÜLLATÎF, İSLÂM MEZHEPLERİ VE KELÂMI, (HAZ.) HALİL İBRAHİM BULUT VD., İSTANBUL: TÜRKİYE YAZMA ESERLER KURUMU BAŞKANLIĞI, 2019, S. 188-189. / EBÛ BEKİR ER-RÂZÎ, FELSEFE RİSALELERİ, (ÇEV.) MAHMUT KAYA, İSTANBUL: TÜRKİYE YAZMA ESERLER KURUMU BAŞKANLIĞI, 2016, S. 27-28; EŞREF ALTAŞ, “EBÛ BEKİR ER-RÂZΔ, İSLÂM DÜŞÜNCE ATLASI, (ED.) İBRAHİM HALİL ÜÇER, KONYA: İLEM, 4. BASKI, 2022, II, S. 618.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım