İşrakî felsefesinin özcülüğü: Nurânî heykeller ve yatay nurlar

Hem hayalin idrak edebileceği nuranî heykeller, hem aklın idrak edebileceği aklî hakikatler, ezelî ve ebedîdirler.
Hem hayalin idrak edebileceği nuranî heykeller, hem aklın idrak edebileceği aklî hakikatler, ezelî ve ebedîdirler.

Aklî bir cevher olan insanlık hakikati, tam anlamıyla soyuttur, Nurların Nuru olan Tanrı'ya en yakın varlık mertebesinde bulunur, hiçbir şekilde hayal ve duyularla idrak edilemez, ezelîdir ve ebedîdir. Sühreverdî bunlara yatay nurlar adını vermiştir.

İslam düşünce tarihinde İşrakî ekolun kurucu düşünürü kabul edilen Şihâbüddin es-Sühreverdî (549/1154 – 5871191) Meşşâî tanım teorisine ve cisim anlayışına yönelik eleştirileri ile nazar ve mücâhede yöntemlerinin birleştirilmesini hedefleyen İşrâkî yöntem teorisi, miktar kavramına dayalı cisim anlayışı, hayal gücüyle idrak edilen nurânî heykeller görüşü ve nihayet yatay nurlar adını verdiği aklî hakikatler görüşüyle teorik felsefenin neredeyse bütün alanlarında kendisine özgü bir tavrı temayüz eder. Buradaki incelememiz açısından üzerinde duracağımız husus, Sühreverdî'nin İslam düşünce geleneğinde yeni ve oldukça kökten bir özcü yaklaşımı ifade eden nurânî heykeller ve yatay nurlar görüşüdür. Bu iki görüş kısaca şöyle özetlenebilir:

Genel olarak filozoflar bu dünyada varlık kazanan bütün türlerin sabit hakikatleri olduğunu düşünmüştür. Filozoflara göre bu hakikatler, önce nesnelerin duyu araçlarıyla algılanması, ardından bu algıların ortak duyuda (hiss-i müşterek) birleştirilmesi, hayal ve vehim güçlerinde birleştirme ve ayrıştırma faaliyetlerine tabi tutularak nesnelerde tahakkuk eden türsel hakikatlerin fark edilmesi, nihayet akıl tarafından tam bir soyutlukla bilinmesiyle elde edilir. Bir nesnenin mesela kedinin hakikati, dış dünyada bulunan kedi fertlerinde tahakkuk eder, sonra dış duyularla kedi fertleri idrak edildikten sonra iç duyulara geçerek hayal ve hafıza gibi iç duyularda tahakkuk eder, nihayet bütün kedi fertlerine nispet edilebilir şekilde akılda tam bir soyutlukla tahakkuk eder. Dolayısıyla maden, bitki, hayvan ve insan fertlerinde tahakkuk eden türsel hakikatler dış dünyada, iç duyularda ve akılda olmak üzere üç şekilde tahakkuk eder. Sühreverdî, dış dünyada tahakkuk etmiş bir nesnenin hakikatinin insan tarafından soyutlama aşamalarından geçilerek idrak edilmesi sürecine önemli sayılabilecek itirazlar dile getirir. Fakat onun asıl eleştirisi iki noktada temerküz eder.

Birincisi, hayal gücünün sadece dış duyulardan gelen algıları depolayarak birleştirme ve ayrıştırma işlemleri yapan bir iç duyu oluşuna yönelik eleştirisidir. Ona göre kadim İran bilgelerinden Yunan'a ve Yunan'dan İslam'a kadar bütün hakîmler varlık mertebelerinin aklî, hayalî ve cismanî olmak üzere üç kısma ayrıldığı hususunda ortak bir kanaate sahiptir. Aklî varlık mertebesi, akıl gücü tarafından; hayalî veya misalî varlık mertebesi, hayal gücü tarafından; cismanî veya hissî (duyusal) varlık mertebesi ise duyu güçleri tarafından idrak edilir. Bu bağlamda hayal, Meşşâî filozofların söylediği gibi sadece dış güçlerden gelen verileri işleyen bir güç değildir, aksine hayalin dış duyuların idrak alanlarından farklı, kendisine özgü bir idrak alanı vardır. Hayalin idrak ettiği misâl âlemi, bu dünyada meydana gelen maden, bitki ve hayvan türlerinin tamamının türsel hakikatinin nuranî heykellerini barındırır. Bu dünyada meydana gelen her bir fert, hangi türe aitse o türün nuranî heykelinin gölgesi mesabesindedir. Diğer deyişle bu dünyadaki fertler, ancak hayal gücüyle idrak edilebilecek nuranî heykellerin yansımalarıdır. Bu nuranî heykeller de türsel hakikatlerin son seviyesini ifade etmez. Gerçekte onlar, daha üst varlık mertebesinde aklî ve soyut olarak tahakkuk etmiş hakikatlerin duyuya yaklaşmış ama tam duyular hale gelmemiş yansımasından ibarettir. Fakat aklî ve soyut hakikatler, hayal gücüyle değil, ancak akılla idrak edilebilirler. Hem hayalin idrak edebileceği nuranî heykeller, hem aklın idrak edebileceği aklî hakikatler, ezelî ve ebedîdirler.

Mesela insan türünün bu dünyada duyularımızla idrak ettiğimiz fertleri vardır. Bu fertlerin tamamı, misal âleminde nuranî bir heykel olan insanlık hakikatinin nüshalarıdır. Bu insanlık hakikati, rüyada gördüğümüz suretlere benzere şekilde misalî bir varlığa sahiptir ve tam da bu nedenle rüyayı gören hayal gücü tarafından idrak edilir. Dolayısıyla bu misalî varlığa sahip insanlık hakikati, ne tam olarak aklî ve soyuttur ne de cismanî ve duyusaldır, akıl ile cisim arasında ara bir varlık seviyesini temsil eder. Saf varlığın veya Sühreverdî'nin ifadesiyle nurun bir üst mertebeye nispetle azalmış ve karanlığa yaklaşmış halidir.

Aklî ve soyut hakikatler, hayal gücüyle değil, ancak akılla idrak edilebilirler. Hem hayalin idrak edebileceği nuranî heykeller, hem aklın idrak edebileceği aklî hakikatler, ezelî ve ebedîdirler.

Bu dünyada fertler ise bu nuranî heykel olan insan hakikatinin yansımaları olup nurun artık karanlığa dönüşmüş, kesafete bürünmüş halini ifade eder, bu sebeple değişime, oluş ve bozuluşa konu olurlar. Fakat bu nuranî heykel de aklî âlemde bulunan insanlık hakikatinin bir yansımasıdır. Aklî bir cevher olan insanlık hakikati, tam anlamıyla soyuttur, Nurların Nuru olan Tanrı'ya en yakın varlık mertebesinde bulunur, hiçbir şekilde hayal ve duyularla idrak edilemez, ezelîdir ve ebedîdir. Sühreverdî bunlara yatay nurlar adını vermiştir. Eflâtun'un Aristoteles yorumuna göre ideler görüşünün radikal bir yorumu olan bu görüşün Sühreverdî felsefesinde oldukça farklı gerekçeleri ve sonuçları vardır. Fakat bizim buradaki konumuz açısından nuranî heykeller ve yatay nurlar görüşünün sonuçları şöylece özetlenebilir:

(i) Bu dünyada meydana gelen nesnelerin türsel hakikatleri, meydana gelmezden önce vardırlar.

(ii) Onların önceki varlığı, sadece bilen bir öznenin zihninde bulunmaları anlamında değil, aklî bir cevher olarak müstakil mevcudiyete sahip olmaları anlamındadır.

(iii) Bu dünyadaki değişimler, sadece yatay nurların ve nuranî heykellerin, gölgelerinden ibarettir.

(iv) Dünyadaki değişimler, türlerin hakikatlerini var etmez, sadece hangi yatay nurun ve nuranî heykelin yansıması olacağına dair bir hazırlık sağlar.

(v) Dünyadaki şartların değişmesi, daha önceden bilinemeyen hatta varlığı bulunmayan bir türü asla meydana getiremez. Türlerin hakikatleri ezelîdir. Burada ezelîlik, Tanrı'dan bağımsız olarak var olmaları anlamında değildir, Tanrı'dan zamansız bir şekilde ezelde sudur ederek var olmaları anlamındadır.

(vi) Türlerin aklî ve hayalî seviyedeki hakikatlerinin gölgeleri olan bu dünyadaki fertler, geçici ve sonlu olsa bile aklî ve hayalî hakikatler, sürekli ve ebedîdir. Zira varlık tarzları, oluş ve bozuluşa elverişli değildir.

(vii) Türlerin hakikatlerini bilmenin yegâne yolu, onların bu dünyadaki gölgeleri olan fertlerin duyular yoluyla gözlenmesi ve duyulur idraklerden soyutlanarak kavranması değildir. Gözlem ve soyutlama, Meşşâîlerin bir bütün olarak mantık sanatında ifade edilen burhân yöntemidir. Fakat burhân yönteminden daha kesin ve aksi alınamaz sonuç vermeye elverişli olan yöntem, mücâhede ve riyazettir. Mücâhede ve rizayet hakkıyla yapıldığında burhân yoluyla asla ulaşılamayan bir müşahedeye ulaştırır. Tıpkı duyular yoluyla bu dünyada fertler müşahede edildiği gibi riyazet ve mücâhede sayesinde de nuranî heykeller, müşahede edilir. Böylece yatay nurlar, aksi alınamaz bir kesinlikte kavranır.

(viii) Türlerin hakikatlerinin bilmenin en tam ve üstün yolu ise burhân yöntemi ile riyazet yönteminin birlikte kullanılmasıdır. İşrâkî felsefe tam da bu iki yöntemin birleştirilmesini sonucudur.

Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Sühreverdî'ye ne önceden bilgisi olmayan bir değişim sürecinden ne bir türün tarihsel süreçte –bu süreç ne kadar uzun olursa olsun- başka türlere dönüşmesinden ne de tesadüf kavramıyla izah edilebilecek başkalaşımlardan bahsedilebilir. Modern anlamıyla evrimden söz etmek, varlığın mertebelerini idrakten aciz kalmak, sürekliliğini kesinlikle söyleyemeyeceğimiz duyulur ve cismanî mevcutları aklî cevherlermiş gibi değerlendirmek demektir. Dahası, böyle bir görüş en az duyu güçleri ve duyu güçlerini desteklemek amacıyla geliştirilen araçların verileri kadar kesin hatta onlardan daha kesin müşahededen mahrumiyetin bir neticesidir. Sühreverdî'nin bu tavrına yakın bir özcülük, ondan sonra Muhyiddin İbnü'l- Arabî tarafından savunulacaktır. Önümüzdeki yazıda İbnü'l-Arabî'nin özcülüğünü özetleyeceğiz.