İyi biri ama bir Nietzsche değil: Martin Heidegger

 Martin Heidegger, taşrasından hiç çıkmadı. Fildişi kulesinden inmeye tenezzül edip de kendini anlatmayı hiç denemedi.
Martin Heidegger, taşrasından hiç çıkmadı. Fildişi kulesinden inmeye tenezzül edip de kendini anlatmayı hiç denemedi.

“Noksanlık şu demektir: Birbirine ait olanın henüz bir arada olmayışı.”

Şaşırtıcı, ilgi çekici, kışkırtıcı bir hikayesi yok onun. Gençliği, Güney Almanya’nın Katolik dindarlığı içinde geçiyor bütünüyle. Ne ki, kişiliği etrafında mistik bir sis olduğunu itiraf etmeliyiz. Felsefi düşünceleri, yüzyılımızda dünyayı pek çok başka şeyden daha fazla etkiledi. En azından tartışıldı. Ama net saçmalıyordu: ‘İnsan, dünyaya atılmış’ değildir çünkü. İnsan, dünyaya gönderilmiştir. Yine de felsefesine temas edebilmek için yaşamının ayrıntılarına girmek zorunda kaldığımız filozoflar arasındadır adamımız. ‘Heyecan’ı önemsemesinden dolayı önemsiyoruz ama filozofu.

Alman faşizminin ve Heidegger düşüncesinin ortak kaynakları, görmek isteyen herkesin görebileceği açıklıktadır aslında.
Alman faşizminin ve Heidegger düşüncesinin ortak kaynakları, görmek isteyen herkesin görebileceği açıklıktadır aslında.


Heidegger’e baktınız ve anlamakta zorluk mu çektiniz? Okumaya çalışmanıza rağmen, hala anlamadığınız için kendinize kızdınız mı? Üzülmeyin çünkü yalnız değilsiniz. Heidegger, Almancada etki uyandırırken, dünyanın geri kalanında olanca varlığıyla daha çok ve ancak ilham verici olabilir. Çünkü ortada giderilemez türden bir çeviri güçlüğü var. Diğer taraftan nasıl ki diğer Alman gavurları Kant ve Hegel’in ‘mahsus’ bir dil kullandıklarını biliyorsak, Heidegger’i de bu kategoride değerlendirebiliriz. Güzel sorular sormuş büyük bir kafa ama tabi ki bir Nietzsche değil.

Heidegger iyiliğe yol açmaz. Bu net. Felsefi ilgilerimizi derinleştirir sadece. II. Dünya Savaşı’nda sırt çantalarında Heidegger’in kitapları olduğu halde, Afrika’nın herhangi bir ücra köşesinde ölmüş olan Alman askerlerinin sayısının küçümsenemeyeceğini söylüyor bazı Alman yazarlar, hem de övünerek. Bir Alman askerinin ne işi varsa Afrika’da? Pis sömürücüler! Böyle övünseler de bunların savaşa katılan felsefe talebeleri olduğunu söyleyelim biz yine de. Kaz ve ayağı hiç de öyle değil yani. Almanlar, Heidegger’i anladılar mı sorusunun cevabını hemen verelim: Hayır.

Almanlar, Heidegger’i anladılar mı sorusunun cevabını hemen verelim: Hayır.
Almanlar, Heidegger’i anladılar mı sorusunun cevabını hemen verelim: Hayır.

Heidegger iyiliğe yol açmaz. Bu net. Felsefi ilgilerimizi derinleştirir sadece. II. Dünya Savaşı’nda sırt çantalarında Heidegger’in kitapları olduğu halde, Afrika’nın herhangi bir ücra köşesinde ölmüş olan Alman askerlerinin sayısının küçümsenemeyeceğini söylüyor bazı Alman yazarlar, hem de övünerek. Bir Alman askerinin ne işi varsa Afrika’da? Pis sömürücüler! Böyle övünseler de bunların savaşa katılan felsefe talebeleri olduğunu söyleyelim biz yine de. Kaz ve ayağı hiç de öyle değil yani. Almanlar, Heidegger’i anladılar mı sorusunun cevabını hemen verelim: Hayır.

Güney Bavyera’nın küçük bir kasabası: Messkirch. Kasabanın kilisesinde zangoçluk yapan bir babanın oğlu olarak bir eylül günü, 1889’da burada doğar filozofumuz.

Adını duyurmak için Varlık ve Zaman’ın 1927 yılında yayımlanmasını beklemesine gerek yoktu. 25 yaşında doktorasını verip, genç bir felsefe doktoru olarak kendisinden söz ettirmeyi bildi.


Çocukluğundan itibaren Hristiyanlığa yönlendirilir. Katolik kilisesi çocuğa sahip çıkar. Eğitim devam eder ve sonraları inançlı bir Cizvit olmak için Konstanz’a gönderilir. Katolik lisesine. Katolik kilisesine gitmek zorunda kalan bu genç liseli bir papaz olmaya can atıyor değildi elbette. Endişeleri vardı ve bu endişe, Katolik disiplini karşısında kısa zamanda nefrete dönüştü. Tam bu sıralar, ihtimal ki okuduğu birkaç felsefe kitabı yüzünden, Katoliklikten felsefeye ‘geçiş’ yaptı. Franz Brentano okuduğu söyleniyor. Şu hâlde ilk kırılma, ‘papalığın yanılmazlığı’ olmalıdır. Ancak yaygın yorum, bir Cizvit papazı adayıyken felsefeye geçiş yapma gerekçesini, matematik üzerinden açıklar.

Adını duyurmak için Varlık ve Zaman’ın 1927 yılında yayımlanmasını beklemesine gerek yoktu. 25 yaşında doktorasını verip, genç bir felsefe doktoru olarak kendisinden söz ettirmeyi bildi. 1918’de savaş bitip öğrenciler geri dönünce, yenilmiş bir ülkeye geri dönmüş oldular. (Malum bu danalar yüzünden, I. Dünya Savaşı’ndan biz de yenik ayrılmıştık.) Tam bu yılda, büyük filozof, Edmund Husserl’in yanında asistan oldu. Fakat Alman üniversitelerinde tek bir soru hayalet gibi dolaşıyordu. Nasıl olur da Alman felsefesinin ve biliminin bu canlılığına karşın savaşta yenilmişlerdi?

25 yaşında doktorasını verip, genç bir felsefe doktoru olarak kendisinden söz ettirmeyi bildi.
25 yaşında doktorasını verip, genç bir felsefe doktoru olarak kendisinden söz ettirmeyi bildi.

İlkinde genç, ikincisinde orta yaşlardaydı. Her ikisine de katılabilirdi ama iki dünya savaşının ikisine de katılmadı Heidegger. Bu büyük bir mahcubiyet olarak hep yakasında durdu elbette. Akranları savaşta iken o okul sıralarında tezini bitirmekle uğraşıyordu. 34 yaşında felsefe profesörü olduğu sırada bir kürsüsü vardı. Bu kadar genç yaşta kürsü sahibi olmak, Alman üniversite geleneği içinde olağanüstü bir şeydi. Pek az kişiyi sevdi. Dersleri hayranlıkla takip edildi. Alman üniversitesinin umudu olarak görülüyordu. Ki, başyapıtı Varlık ve Zaman’ın yayınlanmasıyla şöhreti bir anda tüm dünyaya yayıldı. Kitap büyük yankı uyandırdı. Ama neredeyse bütünüyle anlaşılmaz bir kitap vardı ortada. Derinlikli ve maskaraca… Almanlar bile yıllar sonra şöyle diyecektir: “Heidegger, büyük bir düşünür olabilir ama kesinlikle kötü bir yazar.”

  • 1933’te meşhur filozofumuz, ki kendisine filozof denilmesini sevmiyor, Freiburg Üniversitesi’nin rektörü olur. Yahudi filozof hocası, Edmund Husserl’in kürsüsündedir artık.

Ama 1933’de artık yepyeni bir dönemi selamlıyordu. Heidegger, Hitler’in şahsında nasyonal sosyalizme aşkla alkış tutmaktan geri durmuyordu. Hitler’e olan sevgi ve sempatisi, asla güncel politikanın zorunlu tavır alışı değildi. Zorunluydu çünkü tutarlıydı. Alman faşizminin ve Heidegger düşüncesinin ortak kaynakları, görmek isteyen herkesin görebileceği açıklıktadır aslında. Ama Yahudiler bu fikri sevmez.

“Heidegger, doğdu, yaşadı ve öldü.” Hepsi bu.
“Heidegger, doğdu, yaşadı ve öldü.” Hepsi bu.

Taşrasından hiç çıkmadı. Fildişi kulesinden inmeye tenezzül edip de kendini anlatmayı hiç denemedi. Ömrünün sonuna kadar kendisine yakıştırılan peygamberliğini bekledi durdu. Devasa gölgesine dört elle sarılarak doğduğu kasaba olan Messkirch’te 26 Mayıs 1976’da öldü.

Öldü ama düşünce tarihinin belki en belirsiz ama kesinlikle oldukça hareketli kavramlarını oluşturdu. Büyük bir kafaydı. Büyük tartışmalara ve derin ilhamlara sebep oldu. Aslında Heidegger’in hayatı, Sokrates’in hayatını talebelerine anlatırken seçtiği kelimelerle anlatılabilir: “Heidegger, doğdu, yaşadı ve öldü.” Hepsi bu.

Büyük düşünürün Hitler’le ilişkisi, daha sonraları ‘yeniden’ inşa edilmek istendi elbette. Erken bir tarihte Hitler’den yüz çevirdiğini söyleyenler oldu. En iyi propaganda, 1945’te Hitler’den yüz çevirdiğini söylüyordu. Ama asıl soru burada durur: Hitler’den gerçekten yüz çevirdi mi? Doğrusu şu, eleştirdiği, beğenmediği yanları olmasına karşı ölümüne kadar asla yüz çevirmedi. Partiye hemen üye olmuş ve partinin varlığını sürdürdüğü 1945 yılına kadar üyeliğini her yıl yenilemiştir. Savaşı Hitler kaybedince, Fransız birlikleri ülkeye girdi ve Heidegger’e görevden el çektirildi. Olacak olan oldu.