Kader ile irade arasındaki paradoks bugün de insanın zihnini meşgul ediyor

İnsan toplayıcı varlıktır, kuşatıcıdır. Kuşatıcılığı bütün Esmalara cami olmasından gelir. Allah’ın halifesi olması da bütün Esmaların tecelligâhı olmasıdır.
İnsanın eylemlerinin sahibi olmasıyla Allah’ın izni olmadan bir yaprağın bile kımıldamayacağı inancı, yüzlerce yıldır karşımızda bir paradoks olarak durmakta, ya üzerine gitmekten çekinilmekte ya da üzerine gidildiği takdirde bir uç noktaya savrulma iddiasıyla karşı karşıya kalmayı gerektirmektedir. İçinden çıkamadığımız ama çıkmak için de çabaladığımız çetin bir meseledir kader ile irade paradoksu. Öyle ya, eylemlerimizin sahibi biz isek işin ucunda azaba maruz kalma ihtimali vardır ki şeriat da bunu söyler zaten. Hocalar, çatal ve sivri dillerini üzerimize bolca boca ederler bu azabın tehdidiyle. Korkularımız, endişelerimiz bir yerden sonra bu azap tehdidinin esiri olur. Bir yandan da Yaratıcı ile eylemlerin ilişkisi aklımızı kurcalar. Allah’ın izni olmadan yaprak bile kımıldamaz. Evet, vahyin bize söylediği bu söz kalben şüphesiz iman ettiğimiz ama aklen tam da oturtamadığımız bir düşünce kapısı açar her an. Yaratıcı, özü itibariyle olan ve olmakta olan her şeyin emredicisi ve var edicisi ise biz ne yapıyoruz?
“Yeni doğmuş bir çocuğu düşün. Ağlayıp bağırır, yine de süt bulamazsa başlar parmağını emmeye. Bu bebeğin özgür bir iradesi var mı? Peki, ne zaman özgür irade sahibi olur bu bebek? İki yıl sonra ortalıkta koşuşup gördüğü her şeyin üstüne atılır. Üç yaşında sızlanıp durur, şunu bunu ister. Ve dört yaşında da birden karanlıktan korkmaya başlar. Özgürlük nerede? On beş yaşında aynanın karşısına geçip makyaj denemelerine girişir. Kişisel kararlarını uygulayıp kendi istediği şeyleri mi yapıyor dersin? O da doğa yasalarına göre yaşar. Bunu kendisinin fark etmiyor olması da önemlidir. Çünkü yaptığı her şeyin ardında muazzam çok ve muazzam karmaşık nedenler saklıdır.”
Jostein Gaarder’ın Sofie’nin Dünyası adlı eserinden yaptığım yukarıdaki alıntı, insan hayatındaki dış etkenlerin önemine dikkat çekmektedir. Aslında Allah ile ilişkimize kadar meselenin bir de dünya hayatı yönü vardır. Öyle bir hikâyedir ki yaşamımız ne başında ne de sonunda hiçbir şekilde dahlimiz, hükmümüz yoktur. Kaç yılında nerede doğduğumuz, hangi cinsiyete sahip olduğumuz, hangi ailenin evladı olarak dünyaya geldiğimiz, bize verilen isim, doğduğumuz ve büyüdüğümüz aile ile muhitin inancı, kültürü, öğretileri, ekonomik ve kültür düzeyi bizim hayatımız boyunca sırtımızda taşıdığımız, şekillenmemize etki eden ama hiçbir şekilde müdahil olmadığımız, kendimizi bir anda içinde bulunduğumuz mevzulardır. Kaldı ki bir de engelli doğmak gibi hususlar vardır işin içinde. Bitiş de öyledir. Ne zaman, nerede, nasıl ve kaç yaşında öleceğimiz bize kapalıdır, tedbire yer yoktur, elimizden hiçbir şey gelmez. Başında da sonunda da (ki en can alıcı yerlerdir) dâhil olamadığımız bir hikâyenin ortasında ne kadar dâhil olabiliriz veya o hikâyeye ne kadar bizim hikâyemiz diyebiliriz?
- Düşüncemizin önündeki en büyük engel öncelikle kendimizizdir. Felsefe işe kendimizi teşhir ederek başlar.
Thomas Pink, Free Will: A Very Short Introduction isimli metninde şöyle bir pasaj sunar bizlere: “16. yüzyılda bir Protestan olarak John Calvin, insan özgürlüğüne kasvetli bir bakış attı. Âdem’in itaatsizliği ve bunun sonucunda Cennet’in Düşüşü ve kaybı sayesinde, şimdi ilk günahın tuzağına düştüğümüzü ve öyle bir dereceye kadar tüm ahlâkî özgürlüklerin kaybolduğunu savundu. Zorunlu olarak günah işlemeye veya yanlış yapmaya önceden kararlıyız ve doğruyu yapma özgürlüğümüz yok. Günahkârlar olarak, eylemlerimiz artık bizim kontrolümüzde değil. Yine de, doğruyu yapma özgürlüğünün yokluğunda bile, yine de kaçınılmaz yanlışımızdan ahlâkî olarak sorumlu olabiliriz çünkü yanlışımız hâlâ bir anlamda kendi kaderimizi tayin eder. Eylemimiz hür olmayabilir. Ama yine de, bunu yapmak için gerçek bir istek veya iradeyle gönüllü olarak yapılır.” Şeyh Bedrettin Hazretleri de büyük eseri Vâridât’ta insanın eylemsel bazda irade sahibi olmadığını, iradesinin kalbi manada olduğunu anlatır.
Ne demektir bu?
Ruhlar, Allah’tan taştığında ayan-ı sabitede hazır bulunmuşlardır. İstidatlarına göre bir esmanın hükmü altına girmişler, hükmü altına girdikleri esmanın doğrultusunda levh-i mahfuz meydana gelmiş, kader vaki olmuştur. O andan itibaren kulun ne yaşayacağı Allah için ayan, kul için muammadır. İnsan toplayıcı varlıktır, kuşatıcıdır. Kuşatıcılığı bütün Esmalara cami olmasından gelir. Allah’ın halifesi olması da bütün Esmaların tecelligahı olmasıdır. Hükmü altına girdiği esma baskındır, diğer esmalar etrafında daim tavaf etmektedir. Kuşatıcılıktan ötürü insan kötülüğü ve iyiliği, günahı ve sevabı içinde taşır, kalbinde bulur. Daha sonra kalbinde hangisi baskın çıkarsa kemal yolculuğu da o şekilde sürer ve sonlanır. Olaylar belliyse, dua kaderi nasıl değiştirir ve burada kalbin hükmü nedir? Kader, form değiştirir. İnsanın başına hastalığın geleceği belli diyelim. Allah celaliyle tecelli eder ve mesela kanser olur, cemaliyle tecelli eder iki gün öksürür sadece. İnsan hasta olmuştur ama duaları neticesinde küçük bir hastalık yaşamıştır. Şimdi bir de uç örnek verelim: İnsanın kaderinde öldürmek var. Ama o insan kalbini iyi yönde besledi hep, onda baskın olan esmalar rahmaniydi. O zulmen birini öldürmez de mesela savaşta öldürür, mücahit olur, kahraman olur. İşin bir de sonrası vardır tabi. Olay yaşandıktan sonra kalp ne tepki verecek? Allah’tan geldiğini bilip şükredecek veya sabredecek mi yoksa kendinden veya dış bir etkenden bilecek veya isyan mı edecek? Burada da kalbin nasıl beslendiği önem kazanır.
Tabii kalp nasıl ve ne kadar bağımsız olabilir sorusu gelir burada da akla. Schopenhauer’in hür irade hakkında söylediği gibi, neyi arzularsan onu seçebilirsin, ama arzularını seçmekte özgür değilsindir. Bizi bu paradokstan ne kurtaracaktır? Bir de Fedai Efendi’ye kulak kesilelim: “Mutasavvıfların fiillerin tamamının ezelî kudret sebebiyle gerçekleştiğini dile getirmeleri, hakikatte Allah’tan başka bir varlığın olmadığını müşahede edişlerinden kaynaklanmaktadır. İradi fiillerin tesir özelliği bulunmayan hâdis kudretle birlikte olması ise küllî kudretin cüz’i kudrette tezahüründen ibarettir ve cüz’i kudret küllî kudreti ortaya çıkaran şey konumundadır. Muhakkikler nezdinde ehli kemâlin alâmeti olan üç unsur söz konusudur. Bunların birincisi, tek var olanın Allah olması sebebiyle O’ndan başka bir fâilin bulunmamasıdır. İkincisi ise diğer varlıkların sadece Allah’ın fiillerini gösteren bir pozisyonda oluşları ve üçüncü olarak da O’na vekil olarak bir şeyi yaptıklarını ifade ederek cebrî ve kaderi olmamalarıdır.”
Vahdeti vücut düşüncesini hatırlarsak tek Varlık, Allah’tır. O halde bir başkasından veya bir hariçten söz edilemez. Tek Varlık Allah ise, La faile illallah demekten başka çare kalmaz geriye. İşte meselenin düğüm ve çözüm noktası geldi: Asıl imtihan, iradeyi gerçek sahibine vermektir.
Ancak gerçek Varlık sahibi olanın iradesi olur. Özü itibarıyla Varlık sahibi olmayan, iradesini de özü itibarıyla Varlık sahibi olana borçludur. Daha doğrusu özü itibarıyla Varlık sahibi olanın bir yansıması olanın elbette iradesi de bir yansımadan ibarettir. Ben diyen/olan, Ben’in sahip olduğu her şeyin sahibi olacağından iradesi de olacaktır. Ben’in sahibi ise Allah’tır. (İblis, Ben yanılgısında olduğu için secde etmedi. Ben, secde etmez!) O halde irade, Allah’ındır. İnsan, Ben değildir, o Ben’e tâbidir. Ben, gerçek iken; Ben’e tâbi olan, gerçeğin bir yansımasıdır. İnsan, Ben iddiasında bulunduğu andan itibaren irade iddiasında da bulunmuştur. O durumda da ona sorumluluk yüklenmiştir. Ceza esasında Ben iddiasında bulunduğu için verilecek, sözde iradesinin getirdiği sözde sorumluluk ise “aracı” mesabesinde bulunacaktır. Yansıma olan insan, gerçek Varlık sahibine Ben’i bırakırsa, onun iradesine farkına varacak, zevkine erecektir. Bu durumda da bir “kukla” olarak kendini bulan insan, daima hayırla karşılaşacaktır. Çünkü o andan itibaren seçimleri bir yansıma değil, bir “Gerçek” gerçekleştirmiş olacaktır. Yansımanın, “Gerçek” “Varlık’ın” yanında ne hükmü olabilir ki?
Dark dizisindeki replik nasıldı? “İnandırıldıklarımıza ters düşen şeyleri kavramakta zorlanırız. Dünyanın yuvarlak olduğu söylendiğinde insanların tepkisi ne olmuştu?”
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.