Kader insana tanınan özgürlüktür

Cağfer Karadaş.
Cağfer Karadaş.

Kaderin gelecekle kurduğumuz ilişkideki rolünü anlamak üzere ilâhiyatçı Cağfer Karadaş ile kaderi ve hayatı çeşitli veçheleriyle konuştuk.

Kıymetli hocam, geleceği tahayyül edip biz mi inşa ediyoruz yoksa yaşanacaklara adapte mi oluyoruz yalnızca?

Zamanı biz kendimize göre bölümlüyoruz. İçinde bulunduğumuz anı esas alıp öncesine geçmiş, sonrasına gelecek diyoruz. Geçmiş ve içinde bulunduğumuz anlara yönelik etkinliğimiz neyse gelecek hususundaki etkinliğimiz de benzer olacaktır. Yaşadığımız andaki olgu ve olaylara baktığımızda, kendimize ait olanların yanında kendimize ait olmayanların da olduğunu görüyoruz. Dolaylı veya doğrudan kendimizi ilgilendirdiği halde irademiz ve kararlarımız dışında birçok gelişme olduğu bir gerçek. Evde, sokakta, okulda, iş yerinde, trafikte rastladığımız olgu ve olayların ne kadarına biz karar vermekteyiz ne kadarı bizim kararlarımız dışında olmakta ve bulunmakta. Örneğin bir okuldaki öğrenciyi düşünelim. Dersin hocasını, saatlerini, sınıfını belirleyen, oradaki araç-gereçleri tedarik eden okul yönetimidir. Dersin içeriğini de dersin hocası belirlemektedir. Öğrencinin karar alma genişliği derse katılma veya katılmama, dersi dinleme veya dinlememeyle sınırlıdır.

Demek ki, içinde bulunduğumuz anın sınırları gelecek için de geçerlidir. Buna göre “geleceği inşa etmekte bizim etkinlik imkânımız ne kadardır?” sorusunun cevabı şu an ne kadarsa gelecekte de o kadardır.

Açıyı biraz genişlettiğimizde yani Allah’ı ve evreni içine alacak boyutta düşündüğümüzde, etkinlik alanımızın sınırlarını biraz daha net görebiliriz. Sözgelimi doğduğumuzda hazır bir evren, dünya, ülke, şehir, mahalle, aile bulduk. Bunların hiçbirini biz tercih etmedik ve belirlenmesinde bizim katkımız olmadı. Cinsiyetimiz, vücut yapımız ve ten rengimiz hususunda da bir tercihimiz olmadı.

Bütün bunlar İslam’a göre Yüce Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle olmaktadır. Felsefeciler buna tarihi süreç içinde sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinde bir gerçekleşme olarak cevap vermişlerdir. Buradan ilerlemeci tarih anlayışı doğmuş, onlardan biri olan Darwinizm bundan biyolojik bir teori icat etmiştir. Bu cevap insanı katı bir determinizm içerisine sıkıştırmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Bunu fark eden çağdaş akımlardan Varoluşçuluk “İnsan dünyaya atılmış bir varlıktır, kendi seçimiyle varoluşunu kazanır.” gibi bir cevap oluşturmuştur. Bu cevap da bilinmezlerle doludur: “Kim attı, niye attı, neden bu zamanda ve bu yere attı, neden kadın veya erkek olarak attı?” Cevap yok.

Demek ki Allah’ı göz ardı ettiğimizde cevabını bulamadığımız birçok soru ve çıkmazla karşı karşıya kalıyoruz. Modern zamanlara kadar tanrıtanımazlığın bulunmamasının nedeni de budur. Çünkü tanrı inancı insanın hayatının anlamlı hâle gelmesini sağlamaktadır.

Buna göre baştaki soruya cevabımız, özgür irademiz içinde olan hususlarda kendi kararlarımızla; irademiz dışında gelişen hususlarda ise diğer karar vericilerleler birlikte geleceği inşa edeceğiz. Karar vericilerin en üstünde de Yüce Allah bulunduğuna göre, her karar O’nun onayıyla ve oluruyla gerçekleşecektir.

Öngörülen tehlikelerden kaçınmak mümkün mü? Her gün bir şekilde felaket senaryoları okuyoruz bunları nasıl ele almak gerekiyor?

Öngörülen tehlikelerden kendi özgür irademiz alanına girenlerden eskilerin sebepler dedikleri şartlar ve imkânlar elverdiği ölçüde kaçınmamız mümkündür. Hatta bu kaçınma bir görev ve gerekliliktir.

Sözgelimi depremin olmasında veya olmamasında sorumluluğumuz yoktur, onu yok etmemiz de söz konusu değildir. Çünkü o, bizim dışımızda gelişen İslam düşüncesinde âdetullah denilen bir doğa olayıdır. Ancak depremin bazı etkilerinden korunmak için tedbir almak veya hazırlıklı olmak suretiyle kurtulmamız mümkündür. Bunun en etkili tedbiri sağlam zemin üzerine sağlam bina yapmak, deprem öncesinde araç-gereç bakımından ve kişisel açısından hazırlıklı bulunmaktır. Aynı durum sel, fırtına, salgın gibi felaketler için de geçerlidir.

İnsanoğlu korkarak yaşayamaz. Baktığımızda dünyanın neresinde olursanız olun mutlaka bir felaket türünün bulunduğunu görürsünüz. Korkarak yaşamak yerine korunarak yaşamayı tercih etmeliyiz. Bunun için felakete karşı elimizden geldiği ve şartların elverdiği ölçüde hazırlıklı olmalıyız. Zaten başarı sadece iyi ve güzel şeyleri elde etmek değil, kötülüklere engel olmak, zorlukların üstesinden gelmek ve felaketlerden en az hasarla kurtulmaktır.

Yüce Allah insanı bu şekilde iki yönlü mücadele edebilecek ve başarabilecek bir donanımda yaratmıştır. Burada önemli olan korku, panik ve isyana kapılmadan; sakin, sabırlı, kararlı, konuyu anlayarak ve odaklanarak uygun bir çaba ve çalışma ortaya koymaktır. Yüce Allah’ın “kararlı olduktan sonra artık Allah’a güvenin” (Âl-i İmrân 159) ayetiyle “İnsan için çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm 39) ayetindeki bildirimler bize verilen bir güvencedir. Bunun böyle olduğu tecrübeyle de sabittir. Çalıştığı halde başarısızlık, eskilerin esbaba tevessül dedikleri şartları ve imkânları göz ardı etmekten kaynaklanır. Yüce Allah evrene bir sistem koymuş ve insanların ona göre yaşamasını murat etmiştir. Adetullah/doğa kanunlarından oluşan sistemi dikkate almadan yapılan çalışmaların boşa gideceği açıktır.

Burada kader, geleceği anlamamızda nasıl bir yol çiziyor bize? Kader penceresinden bakıldığında gelecekte neler yaşayacağımıza dair bilgi sahibi olabilir miyiz?

Kader, Yüce Allah’ın olan ve olacak bütün olayları bilmesi ve takdir etmesidir. Bu anlamıyla kader Allah katında saklıdır. O’ndan başka hiç kimse bunu bilemez. Bu gerçek doğrultusunda insanlar kararlarını kendi düşünce ve değerlendirmelerine göre alırlar. İnsanın düşüncesine ve tercihlerine dışardan etki ancak kendi akıl ve irade süzgecinden geçerek olur. Bu yüzden öte dünyada kendisini kınayan cehennem sakinlerine şeytan “Beni değil, kendinizi kınayın.” (İbrahim 22) diyecektir. Baktığımızda insanın düşüncesine etki edenler ya duyu algıları ya haberle gelen bilgi veya içine doğan duygulardır. Bunları kişi aklıyla ve iradesiyle iyi-kötü, yararlı-zararlı, güzel-çirkin tasnifine tabi tutarak değerlendirir ve kararlarına yansıtır. Kararı doğrultusunda eylem gerçekleştikten sonra dönüş imkânı yoktur. Artık olay olmuş, olgu ortaya çıkmıştır. Olanı değiştirme, telafi etme veya etkilerini ortadan kaldırma yoluna gidilebilir, ama hiç olmamış hale getiremez. Olayın ve olgunun meydana gelmesinden sonra yapılan her tercih, alınan her karar ve ortaya çıkan her oluşum yeni bir olay ve olgudur. Sözgelimi bir adım ileri attığımızda, onu geri alsak, iki adım atmış oluruz. Geri almamız, ilkini hiç olmamış hale getirmez, sadece geriye doğru yeni ve ikinci bir adım atmış oluruz. O yüzden geçmiş sabit gerçekler bütünüdür. Bu olumlu anlamda sabit tecrübe birikimidir, olumsuz anlamda hataların ve suçların sübut bulmasıdır.

Öyleyse kaderi bilmemiz ve kader üzerinden geleceğe dair bilgi sahibi olmamız söz konusu değildir. Eğer bunu bilseydik bütün özgürlüğümüz elimizden alınmış olurdu. Cebir dediğimiz zorlama ve baskı altında bir hayatı yaşamak durumunda kalırdık. Kader, insana tanınan bir özgürlüktür. Ancak yapılan her tercihin, verilen her kararın ve ortaya konulan her eylemin bir karşılığı ve bedelinin olacağı unutulmamalıdır. İnsanı zorlayan da bu karşılık ve bedellerdir. Güzel karşılıklara ulaşmak ve kötü bedellerden kurtulmak için hem âdetullah denilen doğa kanunlarına hem de Yüce Allah’ın peygamberler aracılığıyla bildirdiği ilahî yasalara uymak şarttır. Birincisine uymak insanı sadece dünyada mutlu eder, ikisine birden uymak hem dünyada hem ahirette mutlu eder. Yüce Allah’ın sünnetullah denilen toplumlara ve insanlara yönelik muamelesi/ yasası böyle işler. Öyleyse kaderi bilmeye uğraşmak yerine Yüce Allah’ın hem doğa yasalarına hem de toplumsal ve beşerî yasalarına uygun yaşamanın bir yolunu bulmalıyız ki gelecek konusunda kötü bedellerle yüzleşmek yerine, güzel karşılıklarla buluşalım.

İşlenen kötülüklerle başımıza gelen felaketler arasında bir bağ kurulabilir mi?

Sözünü ettiğimiz gibi irademiz ve etkimiz dışında gelişen olayların yanı sıra kendi yaptığımız her eylemin olumlu veya olumsuz sonuçları ortaya çıkmakta ve bedelleri olmaktadır. Sözgelimi dünyada geçerli olan ve süregelen bir çevre ve iklim düzeni bulunmaktadır. Bu kendi içinde zaman zaman deprem, sel, fırtına gibi olaylarla değişime uğrar. Bunların tam zamanını ve yerini bilmek mümkün olmasa da rutin olarak geliştiği bilinen bir gerçektir. Bunlara karşı insan hazırlıklı olduğunda felaketi bütünüyle ortadan kaldırmasa bile hasarı en aza indirebilir.

Öte yandan insanın kendi eylemleri sonucu meydana gelen çevre bozuklukları da bir gerçektir. Sözgelimi bazı canlı türlerinin yok edilmesi sonucu çevre dengelerinin alt üst edilmesi, israf ve savaşlar sonucu kıtlık ve pahalılık… insanın eylemlerinin sonucudur. Bunun bedelini bütün insanlık ödemektedir. Bugün İsrail vahşetiyle Gazze yaşananlar tam bir ibretlik tablodur. Vicdanı olmayan canlının insanlığı getirdiği adeta son noktadır. Çünkü böyle bir canlı Kur’an tabiriyle yaratılmışların en şerlisidir (Beyyine 6). Evet, olanların hepsi kaderdir, ama sorumlusu ve suçlusu, bu vahşeti meydana getiren, destekleyen ve göz yuman insandır.

Ancak deprem, sel ve fırtına gibi doğa olaylarını bir suça veya günaha bağlamak doğru değildir. İnsanlar bunlardan sorumlu da tutulmaz. İnsanın sorumluluğu bunlara karşı önlem alma ve hazırlıklı olma noktasındadır. Yüce Allah kimseye deprem olgusunu sormaz, uygun önlem alıp almadığını sorar. Nitekim yazıcı melekler, kirâmen kâtibin, insanların boylarını, kilolarını, cinsiyetlerini, milliyetlerini veya ten renklerini değil, söylediklerini ve yapıp ettiklerini yazarlar. .

Kaderle ilişkimizi nasıl kurmamız gerekir?

Kaderle sağlıklı ilişkiyi kendimizi tanıyarak kurabiliriz. Şu sorularla başlayabiliriz: Kararlarımızı nasıl almaktayız? Kararlarımıza etki edenler nelerdir? İrademizin ve gücümüzün alt ve üst sınırı nedir? Sadece kendimizle sınırlı kararlar alabilir miyiz? Başkalarının aldıkları kararlardan ne ölçüde etkilenmekteyiz? Çevresel şartlar kararlarımızı ne kadar etkilemektedir?

Bu sorular bizi şu gerçeğe ulaştırır: Bizim biyolojik ve psikolojik gücümüz sınırlıdır, tercihte bulunurken veya karar alırken bu sınıra dikkat etmemiz gerekir.

Aksi takdirde hayal kurmuş oluruz, arzulanan sonuç gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğrarız. Karar alırken sadece kendimizi değil, çevremizi de hesaba katmak zorundayız, çünkü bizler toplumsal bir varlık olmanın yanında canlı ve cansız büyük bir çevreyle içi içe yaşamaktayız. Başarı bireysel sağlıktan, çevrenin doğallığından ve toplumun huzurundan geçer. Bu başarı toplum bireylerinin tamamının çaba ve çalışmasıyla gerçekleşir. Ancak dışarıdan destek alınabilir. En iyi ve en sağlam destek Yüce Allah’ın peygamberler aracılığıyla bildirdiği ilahî bilgidir. Her bir fert Yüce Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi iyi kullanır, verilen ilahî desteği kemal-i şükranla dikkate alırsa kendi içinde tutarlı, doğayla uyumlu, toplum içinde huzurlu bir hayatı yakalayabilir.

Allah’ın insanın geleceği anlamında kaderi bilmesi, zaman ve mekân sınırlarının olmamasındandır. Bizim için geçerli olan geçmiş, şimdi ve gelecek ayrımı O’nun için geçerli değildir. Ancak Yüce Allah bu bilgiyi özgür irademiz kısıtlanmasın diye bize bildirmiş de değildir. Dolayısıyla bizler tercihte bulunurken ve karar alırken kendi düşüncemize ve değerlendirmemize göre davranmaktayız. Bu da bizi eylemlerimizden ve sözlerimizden sorumlusu kılmaktadır. İyi şeyler yaparsak güzel karşılıklara ulaşırız, kötü şeyler yaparsak bedeller öderiz.

Öte yandan iyi ve kötü çoğunlukla görecelidir. Sözgelimi akrebin zehiri insan için kötüdür, ama akrep için bir savunma mekanizmasıdır. Adam öldüren vatanını savunuyorsa kahraman, normal şartlardaysa katil olur. Bıçakla bir insanının bedenini kesen cerrah ise görevini yapıyor, saldırgan ise suç işliyor demektir. Nitekim çağdaş zamanlarda zararlı veya gereksiz olarak değerlendirerek yok ettiğimiz birçok canlının çevresel denge bakımından ne kadar önemli olduğunu iş işten geçtikten sonra anlayabildik. Demek ki iyi ve kötü bizim niyetimize, kastımıza ve irademize göre belirlenmektedir. Bu yüzden iradesi olmayan hayvanların yaptıkları doğal kötülüktür, suç oluşturmaz. Çağdaş hukukta bile suçun niteliğini kasıt unsuru belirler. Rahmet Peygamberi’nin “Eylemler niyetlere göre değerlendirilir ve anlam kazanır.” sözü tam da bu gerçeği dile getirir.

Geçmişe baktığımızda kader inancının olayları mı belirlediği, yoksa gelişen olayların kadere bakışımızı mı belirlediği tartışmaya açıktır. Hatta ikincisi baskın görünmektedir. Tarihte gelişen olumsuz olaylar kaderi gündeme getirmiş ve kader üzerinden bir açıklama ihtiyacı doğurmuştur. Baktığımızda olayları meydana getirenler ile etkilenenler ve mağdurların değerlendirmelerinin birbirine zıt olduğunu görürüz. Olayların sorumluları kader üzerinden açıklama yaparken, mağdurlar tersine ve tepkisel açıklamalarda bulunmuşlardır. İlk kader tartışmalarının fitne olaylarının merkezi konumunda bulunan Irak bölgesinde başlamış olması manidardır.

Bu tartışmaya cevap olsun diye Cibril Hadisinin Hz. Peygamber’in vefatından kırk yıl sonra gündeme alınması kayda değerdir. İslam tarihinde büyük olaylar olduktan sonra kader tartışılmaya başlanmış, herkes buna bir çözüm getirme arayışına girmiştir. Bir soru üzerine Abdullah b. Ömer çözüm olsun diye babası Hz. Ömer’den öğrendiği Cibril hadisini dile getirmiştir. Cibril hadisi aslında biliniyordu ama Hicaz bölgesinde kadere iman problem haline getirilmediği için sorulduğunda söylenmiştir. Müslim ve Tirmizi’deki hadisin hikâyesi bunu bize net bir şekilde vermektedir. Öyleyse kader olayları belirleyen veya çıkartan değil, olaylardan sonra gündem haline getirilen bir konudur. Günümüzde de bu yaklaşım benzer şekilde sürmektedir. Hiçbir olumsuzluk ve sorun yokken kimsenin aklına kader gelmez. Her olumlu işi insan kendisine mal eder ve başarı hanesine yazar. Ama ortaya sorunlar çıktığında, bela ve felaket gibi olumsuzluklar yaşandığında insanlar kader üzerinden açıklama yapmaya, kendilerini savunmaya ve özellikle hatalarını kadere bağlamaya çalışırlar.