Kaderin konforunu yaşayan milli görüşçü: Ahmet

Refah Partisi, 12 Eylül Darbesi'nden sonra Millî Görüş hareketi tarafından kuruldu.
Refah Partisi, 12 Eylül Darbesi'nden sonra Millî Görüş hareketi tarafından kuruldu.

Aşk asılıyor yakasına. Dönüyor askerden. İlk terk ediliş. Üç yıl süren yağmurların altına saklanmışım ve kapıda Ahmet, Yağmurlu Bir Gece Vakti Şairi Uyandırmak olarak değiştiriyor şiiri. Sabahlıyoruz. Aşktan bahsediyoruz sanırım. “Bu zamana kadar oysa başka neden bahsettik ki” diyor Ahmet bana.

Üç sokak ötede Kemalist federaller bir bacımızı kıstırmış.

Bu sözü duyan Ahmet’i durdurana aşkolsun. Muhakkak bir burun patlatılacak, bir serkeş fikir tam ortasından yumruklanacak, bir yanlışın daha altı kabartılıp, ibreti alem edilecek.

Ahmet, Refah lokalinin çaycısı. Lenin okuyan çaycı, Bakunin’e söven çaycı, modern düzenden nefret etmemizin kırk bir yolunu çay ocağının duvarına asan bir yirminci yüzyıl manyağı. En Refahçı manyağımız Ahmet. En yakınlarımızdan biraz daha yakın. Kocaman ellerini aça aça, kocaman gözlerini kısa kısa, her daim ümit, her daim devrim, her daim Milli Görüş ve birden tokat gibi sözlerini noktalayıp, kulağıma eğilerek, “Mustafa, artık bunlara alış.”

1995’te bir gece parti lokalinde otururken başlayan arkadaşlığımızın içinde boylu boyunca uzanmış yatan hatıraları düşündüğüm zaman, karşıma hep aynı ümitvar gülümsemesiyle çıkıyor Ahmet


Ahmet’i çok severdim. Çok severdik. Hepimize ümit aşılayan bir acil servis doktoru gibiydi. Elinden her iş gelirdi ve elin ve ekmeğin tarihinde adını her zaman iyiliğin ve faziletin hayrına kullanırdı. Selami abinin hışır minibüsüyle sokak sokak, köy köy dolaşır insanlara Adil Düzen’i anlatırdık. Ama hiçbirimiz onun gibi inanmış değildik. Teşbihimi hoş görün, kıpkısa hayatını Ve’l Asr suresini tefsir eder gibi yaşayarak geçirdi. 1995’te bir gece parti lokalinde otururken başlayan arkadaşlığımızın içinde boylu boyunca uzanmış yatan hatıraları düşündüğüm zaman, karşıma hep aynı ümitvar gülümsemesiyle çıkıyor Ahmet ve o son konuşmamızdaki sözleri tekrarlıyor, “Kaderin konforunu yaşıyorum.”

Siyaset sol mememizin altına işlenmiş.

Ellerimizdeki ajandanın içinde şiirden çok, parti faaliyeti ile ilgili notlar var. Tehlikeli işleri hayata geçirmeye hazırlanan Soğuk Savaş casusları gibi gizemli hareketlere gebe bir hikâyenin kahramanıyız onunla. Seçimler yaklaşıyor, cephe içinde planlarımız mevcut. Hikâyemizin bilgesi Selami abiden savaşa dair planlar uçuşuyor. Harekete geçiyoruz. Muhaberat ekibimizde Yılmaz, Ömral, Mücahit, Mehmet, Metin ve Mustafa da var. Milli Görüş casusları iş başında anlayacağınız.

Selami abi Necip Fazıl’ın dizinin dibinde yetişmiş kaçık bir kimyager. Fındık ağaçlarının ve ineklerin verimini artırmak için İnek Kola diye bir icat peşinde. Aynı zamanda haftada bir tefsir dersleri veriyor bize. Almancası Rilke’den ve Cahit Zarifoğlu’ndan haberdar.

  • Kalbinin kapakları Erbakan diye çarpıyor. Bitmeyen münazaralar tertipliyoruz. Solcularla ve radikallerle. Modernistler ve İrancılarla. Bir yandan üniversite sınavlarına hazırlanıyoruz, kazanmak için değil de çakmak için yine. Afiş ve flama günleri bazen kavgalar ediyoruz.

Ahmet ön safta. Uzun söylevler çekiyor Ülkücülere. “Mahallenin taşları imana gelse siz gelmezsiniz lan yavşaklar” diyor karşı mahallenin yıldız dövmeli haşarı solcularına. Çaykovski dinliyoruz parti lokalinde ve İsmet Özel şiirleri ezberliyoruz, en sevdiğimiz şiiri Partizan. Sonra Debboy’a çıkıp bağırıyoruz Ahmet’le: “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak.” Kimse tınmıyor şiirden, olsun diyor, Ahmet bana. Sen yine şiirler yaz, yazıyorum. Kötü şeyler daha saklıyorum herkeslerden. Ahmet başka, o Hölderlin de bilir, “İnananlar geliyor hakkı hakim kılmaya/Batıla dur diyerek Adil Düzen kurmaya” marşını da. Süreç ilerliyor, savruluyoruz, partimizi kapatıyorlar. Hocamız yine savunacak. Keder içindeyiz. İktidardayken partiden ayrılmayanlar, parti kapatılınca fellik fellik kaçışıyorlar. Ahmet ve muhaberat ekibimizle partideki eşyaları kaçırıyoruz polisten. Sivil polisler arabamızı basıyor, tehdit ediliyoruz, vız gelir. O gece partiye dönüyoruz Ahmet’le. Lokalin içi, masa ve sandalyeleri toplanmış çay bahçesi ya da kapıları kapanmış lunapark gibi kederli. Maltepe üstüne Samsun 216 iyi gidiyor, kırılan ümitler üzerine üç demlik çay, biten gün üzerine Ali Şeriati’den bir pasaj ya da “Gırtlağımda bir harf büyüyor buna dayanmalıyım.”

1995 seçimlerinde birinci olan parti, 1997'de Refahyol Hükümetini kurdu.
1995 seçimlerinde birinci olan parti, 1997'de Refahyol Hükümetini kurdu.

Fazilet zamanı. Birden sökün eden liberaller. İslam ve demokrasi diskuru. Tekinsiz ellerimiz bu sefer. Ahmet dersen başka, yıkılmayan bir ağaç gibi az buçuk sallanıyor ama rüzgârın ağzını kırayım diyor, durmuyor. Öksüre öksüre ilerleyen bir vosvos gibi. Muhakkak sonuca varmak isteyen bir Özbek oku gibi. Dimdik ve ayakta. Çeçenistan savaşına gitmek için gün sayıyor. Oradaki mücahitlerle haberleşiyor, olmuyor. Askerlik gelip çatıyor kapıya, bir sabah telefon, “Uzun mektuplaşmalar devri başlıyor, üstat” diyor Ahmet bana. Askerde Süleyman Çobanoğlu’yla selamlaşmalar.

Sonra Erzincan Tercan askerlik şubesi. Faks kâğıdına dünyanın en uzun mektubunu yazma girişimleri. Savruluyoruz ama Ahmet bu durur mu hiç. Aşk asılıyor yakasına. Dönüyor askerden. İlk terk ediliş. Üç yıl süren yağmurların altına saklanmışım ve kapıda Ahmet, Yağmurlu Bir Gece Vakti Şairi Uyandırmak olarak değiştiriyor şiiri. Sabahlıyoruz. Aşktan bahsediyoruz sanırım, bu zamana kadar oysa başka neden bahsettik ki, diyor Ahmet bana. Ticarete atılıyor Ahmet, Adem diye bir arkadaşımızla birlikte. Üstümüzde 28 Şubat’ın duman izleri. Entelektüellerin hurafelerine kanmıyor Ahmet. İnsanlara Hakkı ve Sabrı tavsiye etmek için yine üniversite kantinlerinde dolanıyor. Fikirlerimiz ayrılıyor onunla. Birbirinin balkonuna taş atan tartışmalar dönemindeyiz. En iyi arkadaşım Ahmet o sonuçta.

Hayatını verdiği iktidardan sadece kıdemli çaycılık koparabilen, başkasına da razı olmayan soylu bir Milli Görüşçü.

Sonrasında bizi bir fabrikada işe alıyorlar, bizi tümden kurşuna diziyorlar aslında. Bütün muhaberat ekibimizi ve Ahmet’i. “Sabah fabrikaların karnı acıktığı zaman” dizesiyle birlikte işe başlıyoruz. Bundan hiç memnun değiliz ama. Önümüzde hiç tanımadığımız adamlar, arkamızda yitik bir adayı andıran geçmişimiz. Ahmet tüm parasını yoksullar için harcıyor neredeyse. Sürekli tebliğ halinde. Dava deliliği ruha işlemiş. Bir internet kafe açıyor. Sessizin payını oynuyorum o süreçte. Şehirden firar etmenin planlarını yapan kaçıklardan biriyim. Bazen dostluklarda olur o. Marketlere direnen bakkallar bile en azından beş yılda bir tezgâhın yerini değiştirirler. Yahut o dizeyi biraz dönüştürürsek, “Dostluklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti.” Ahmet’le olan dostluğumuzu bakıma sokuyoruz anlayacağınız. Görüşmüyoruz ama birbirimizden haberdarız yine. Akıllı telefonlara inat yine mektuplar yazıyoruz birbirimize. Ara ara rastlaşıyoruz. Birbirini pataklayan gülümsemeler. Askere gidiyorum. Döndüğümde mesafeler açılmış. Gerilen iplerin yerini futbol sahası iriliğinde açıklıklar almış.


 1987'de Genel başkanlığa Necmettin Erbakan getirilen parti 1991 seçimlerinde meclise girdi.
1987'de Genel başkanlığa Necmettin Erbakan getirilen parti 1991 seçimlerinde meclise girdi.

Bir gün Metin arıyor, “Ahmet’i hastaneye kaldırmışlar, kan kanseri imiş, yarın Trabzon’a gidecek.” Ahize elimde, kalıyorum öylece. Hani bir yerde ansızın yüzlerce güvercin havalanır, gökyüzüne doğru uzanan, çoğalan ve gittikçe azalan kanat sesleri... Telefonu kapatıyorum, ne denmelidir, ne düşünmelidir bilemiyorum. İki günü aylak aylak ve başka şeyleri düşünmeye çalışarak geçiriyorum. Metin geliyor, Ahmet yatalı birkaç gün olmuş, hafta sonu yanına gidelim diyor. Ahmet’i arıyoruz. Karşımda aynı inanmış gür ses, aynı tok sevinç nidası, aynı güçlü vurgular, “Gelirken ne getireyim sana” diyorum, “Dostoyevski getir, uzun romanlar okumak için iyi oldu bu hastalık üstat”, diyor.

Sıkılarak soruyorum, “Hastalık nasıl, bir şey diyor mu doktorlar”, “Ne desinler üstat, kaderin verdiği konforu yaşıyoruz işte, doğrusunu Allah bilir.” Bazı anlar vardır, sonrasını bilmek için elinizdeki her şeyi verirsiniz, ya da vermezsiniz bilmiyorum, sadece sonrasını bilseniz başka ne yapardınız. O kahredici, o sersem sepelek soru işte. Bir gün sonra Metin’i bekliyorum işlettiğim Sokak Kafe’de. Elimde Dosto’nun Budala, Cinler ve Delikanlı’sı. Bob Dylan’ın içinde kahve geçen şarkısı çalıyor. Metin giriyor içeriye. Bir şey söylüyor. Anlıyorum ama duymak istemiyorum. Duyuyorum ama anlamak istemiyorum. Bob susuyor, Metin susuyor, dünya susuyor, kulaklarımda “Kaderin konforunu yaşıyorum” diyen son sözü Ahmet’in. Hasta olduğu haberini duyduğumda, yaşadığım o an. Göğe doğru havalanan güvercinler, boşlukta yüzlerce kanat sesi.

Ellerini kocaman açan adam artık yok. Kaderin konforunu yaşıyoruz hepimiz. Bazılarımız başka. Onlar yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorlar. Ve dünya dediğimiz yerin, onların doldurdukları alan boşalınca bir iyilik yurdu olmaktan biraz daha uzaklaştığı hissine kapılıyorum. Ve gökyüzüne doğru uzanan binlerce kanat sesi, bizim yorgun geçmişimiz