Kadim dünyadan bugüne: Kitabın rulo formundan e-kitaba evrimi

Sokakta gördüğümüz herhangi bir insandan kitabın platonik idealini tasvir etmesini istesek bize iki kapak arasında birçok matbu sayfanın bulunduğu bir nesne olduğunu söyler. Belki buna ek olarak içinde bilgi ve resim içerebileceğini de söyler. Ne var ki bizzat Platon’a bu soruyu sorsak bize bambaşka bir cevap verirdi.
Yazının icadıyla beraber insanlar, bilgiyi kayda geçirmenin muhtelif yollarını bulmuş ve bazı kadim bilgilerini bize kadar aktarabilmiştir. Taşlar, kayalar, metal levhalar… Hepsini denemişiz. Bu noktada bilginin daha yoğun ve tafsilatlı bir şekilde kayda geçirilmesi için Mısır’da yetişen papirüs bitkisi önemli bir rol oynamıştır.
Papirüs liflerinden elde edilen ve yine “papirüs” adını taşıyan kumaş sayesinde uzun şeritler halinde kâğıtlar hazırlanmış ve bunun üzerine tarihçeler, hikâyeler, oyunlar, şiirler yazılmıştır. Hattat, bu uzun kâğıt üzerine eseri yazdıktan sonra yuvarlayıp rulo haline getiriyormuş. Tabii bu papirüsler de muhtelif kalitelerdeymiş. Roma’da papirüsler, kalitelerine göre Klaudia veya Augusta gibi kadın isimleriyle anılıyormuş.
Kadim dünyada Yunanlılar kitaba bublion, Romalılar ise liber diyordu. Onların anlam dünyasında her iki kelime de papirüs rulosu anlamına tekabül ediyordu. Anlaşılacağı üzere bizim kitap olarak tasavvur ettiğimiz şey ile onların kitabı bambaşka iki nesneydi.
Bütün bu farklılıklara rağmen insanın kitaba olan ilgisinde değişmeyen bazı şeyler var. Roma İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren rulolardan oluşan umumi kütüphaneler kurulmuşken zamanla özel kütüphaneler de boy göstermeye başlamış ve imkân sahibi Romalılar kütüphaneleriyle eşe dosta karşı övünmüştür. Seneka’nın, zenginlerin hiç okumadığı kitapları biriktirmesinden ve onların süslü yapılarıyla böbürlenmesinden rahatsız olduğunu biliyoruz. Tabii bu noktada akla “Alelade bir papirüs rulosu ne kadar havalı olabilir ki?” sorusu gelebilir.
Anlatılanlara göre Roma döneminde rulolar, okuma kolaylığı sağlaması için türlü sade veya afili çubuklara bağlanabiliyormuş. Bu çubuklar ceviz, meşe gibi ağaçlardan veya fildişi gibi malzemelerden yapılabiliyormuş. Bunun üstüne bir de ruloların hem parlak hem kaliteli kumaştan yapılmış kılıfları olabiliyormuş. Bu bilgiler ışığında, ucunda türlü alımlı malzemelerden çubuğu gözüken sarı, kırmızı, turuncu, mavi, yeşil renkli kılıfların üst üste dizildiği bir kütüphane gerçekten de kişinin bakıp övünebileceği bir manzara olabilir. Raflar haricinde bir de ruloların muhafaza edildiği kovalar varmış. Bu kovalar bazen bir yazarın tüm eserlerini veya bir eserin tüm ciltlerini muhafaza etmek için kullanılabiliyormuş.
Belli bir dönemden sonra papirüs haricinde hayvan derisi de bu rulolar için kullanılır hale gelmiş. Deriden yapılan kâğıtların kabası parşömen, kalitelisi de vellum adıyla anılıyor. Kur’an-ı Kerim’in ilk yazıldığı kâğıtlar da parşömendi. Buna rağmen kadim dünyada esas malzeme hep papirüs olmuş, diğer malzemeler sadece ve sadece papirüse erişimin imkânsız olduğu zamanlar mazur görülmüş. Hâlbuki günümüz insanı olarak hem papirüs hem vellumu alıp kıyaslasak vellumun çok daha iyi bir malzeme olduğunu görebiliriz. Ortaçağ’da hattat keşişler de kâğıt çıktığında ona burun kıvırmış, vellumun daha üstün olduğunu iddia etmiştir.
Kadim dünyada bizim kitap olarak bildiğimiz nesneye kodeks adı veriliyordu ve yine hor görülen bir kitap alternatifiydi. Roma döneminde kodeksler genelde yazar için defter vasfı görüyordu. Yazar, eserinin kaba taslağını kodekse benzer defterlere yazdıktan sonra asıl metni ruloya geçiriyordu. Bu arada ‘defter’ hususunda da küçük bir parantez açalım: Herodot, İyonyalıların ‘difteria’ adında bir nesneyi yazmak için kullandıklarını anlatıyor. Bu kelime, ‘tabaklanmış deri’ anlamına tekabül ediyordu. Tabii Herodot, bu uygulamadan pek memnun değildir, zira papirüs varken deri biraz cahil adamın işi oluyor. İşte bu ‘difteria’ kelimesi, bir ara Arapçaya, oradan da bize ‘defter’ olarak geçmiştir.
Peki, ne oldu da insanlar övüp bitiremediği ruloyu bir kenara itip kodeksleri hakim kitap formatı yaptı? Buna verilen birçok cevap var; ama her cevabın referans noktası aynı yer: Hıristiyanlık. Nedeni tam bilinmeyen bir sebepten dolayı ilk Hıristiyanlar, Eski ve Yeni Ahit’i kitaba dökerken rulo yerine kodeksi benimsemiştir. Bu tercih için siyasi, iktisadi, içtimai birçok gerekçe sunulmuştur. Rulo halinde de birçok İncil yazılmış, ama zamanla kodeks daha popüler hale gelmiştir. Ben şahsen diğer müesses kültürlere nazaran Hıristiyanlığın daha devinimli ve yeni bir kültür olduğu ve bu sebeple kadim dünyanın sıkı sıkıya bağlandığı kaprislere sahip olmadığı için kodekse daha açık olduğunu düşünüyorum. Tabii diğer yandan Aziz Augustine, bir eserini kodeks formatında kaleme aldığı için okurlarından özür dilemiştir.
Roma, resmi din olarak Hıristiyanlığı kabul ettiğinde mevcuttaki çoğu İncil kodeks formatındaydı. Kodeksin de ruloya galebe çalması bu olayla izah edilir. Roma, bir anda çok sayıda İncil’e ihtiyaç duymuştur ve kodeks halindeki İncil nüshaları bütün bir imparatorluğa yayılmıştır.
Kadim hattatlar, ruloları yazarken sütun kullanıyorlardı. Böylece okur, ruloyu bir sütun boyunca açıp orayı okuyor, sonra papirüsü yuvarlayarak bir sonraki sütuna geçiyordu. Kodeksler ortaya çıkınca bu kültür oraya taşınmıştır. Birçok eski İncil nüshası üç veya dört sütun halinde yazılmıştır. Zamanla bu kültür de kitap dünyasındaki etkisini neredeyse tamamen yitirmiştir.
Günümüzde, türlü cihazlarla elektronik kitapların okuma tecrübesini geleneksel kitap okuma tecrübesine yaklaştırmaya çalışıyorlar. Şahsi kanaatimce bu çaba da bir gün anlamsız olacak. Ne var ki elektronik kitap, rulo ve kodeksten sonra kitabın bir sonraki iterasyonu gibi gözükmektedir. Bu açıdan kitabın müstakbel hayatımızdaki yerinin ipuçlarını, kadim dünyanın rulo ve kodeks ikileminden ders çıkararak öğrenebiliriz.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.