Kağnıdaki gülkurusu kazak

“Çanakkale nerededir? Çok mu uzak bizim köye?"
“Çanakkale nerededir? Çok mu uzak bizim köye?"

Bir öküzlere, bir arkadaki kızına koştu. Acıktığını hissetti. Fakat aldırış etmedi. Karanlığın ve soğuğun etkisiyle hep aynı şeyleri düşünerek, aynı şeyleri yaparak yürüdü saatlerce. Şehre bir heyula gibi girdi. Nihayet! Kışla, az ötedeydi.

Eli kolu neredeyse tamamen uyuşmuştu. Dişlerinin birbirine çarpmasına engel olamıyordu artık. Mecali tükenmişti, başına yapışıp kalan yazmayı bile düzeltemiyordu.

Bağırmaya çalışıyor fakat sesini kendisi de duymuyordu. Kar azalmışsa da dondurucu soğuk hiç hafiflememişti. Yüzü, ensesi, sırtı buz gibiydi. Gövdesini sürükleyerek birkaç adım daha attı. Başını kaldırıp etrafa baktı. Işıklar… Gözlerini kırpıştırıp tekrar baktı. Sevindi. Az ötedeki büyükçe bir binadan çok sayıda ışık görünüyordu. Kalbi daha önce durmuş da şimdi tekrar atmaya başlamış gibi heyecanlandı. Hızlanmak istedi fakat ayaklarında, bacaklarında derman kalmadığı için düştü. Kalktığında, yüzü gözü, üstü başı büsbütün kar içindeydi.

Elif bebek, hem acıkmış hem de soğuktan morarmaya başlamıştı. Ne söylese, ne yapsa susturamadı onu. Kendisi de ağlamaya başladı.

Mırıldandı: “Çok şükür! Kışla burası olmalı. Allah’ım! Çok şükür! Geldik işte…” O sırada bebeğinin, kızı Elif’in çığlıklarını duydu. Silkindi. Gücünü toplamaya çalıştı. Ellerini ısırıp ovuşturduktan sonra yavaş yavaş örtüyü, yorganı kaldırdı. “Kızım! Geldik kızım!..” Elif bebek, hem acıkmış hem de soğuktan morarmaya başlamıştı. Ne söylese, ne yapsa susturamadı onu. Kendisi de ağlamaya başladı. Sesi çıktığınca bağırdı. Duyan yoktu. Birkaç köpek geçip gitti yanından. İçine giydiği kazağını çıkarmaya koyuldu. Kan ter içinde kaldı çıkarana kadar. Bebeğin üstüne onu serdi. Sağını solunu iyice örttü.

Evlendikleri hafta Mehmet almıştı bu gülkurusu kazağı. Şehre gidip almıştı başka eşyalarla beraber. İçi cız etti. Çocuğun sesi kesilmiyordu. Üstüne eğildi. Vücudunun son sıcaklığıyla onu ayazdan korumak, biraz ısıtmak istedi. Sonra o azıcık yolu sürüne sürüne de olsa yürürüm diye düşündü. Yıllarca bir köşede sakladığı o kazağı, Mehmet’i hatırladı yeniden; onu dualarla, gözyaşlarıyla uğurlayışı geldi aklına. İnsanın içine işleyen, gecikmiş bir sabah ezanı okunuyordu uzakta.

***

  • Boylu boslu, mert, çalışkan bir delikanlıydı Mehmet. Seydiler’e bağlı Satı köyündeki birçok aile, bu yiğidin kendi damatları olması için dua ediyordu. Fakat o, teyzesinin evinde yaşayan gariban Şerife’ye gönül vermişti.

17 yaşına giren kızı usulünce istetmiş, herkesi şaşırtmıştı. Kıskananların sayısı da az değildi: “Talih kuşu gitti Şerife’nin başına kondu! Sevinçten ayakları yerden kesildi çulsuzun!” Mutluluktan uçmuştu bir süre. Yakınlarının da yardımıyla küçük bir ev yapmışlardı hemen. Mehmet’in babası birkaç tarla ile bir çift öküz de vermişti onlara. Bir arkadaşının atlı arabasıyla Kastamonu’ya gidip ev için, Şerife için biraz eşya ve üst baş almıştı Mehmet.

Gülkurusu kazağı çok beğenmişti karısı. Dışarıda giymeye kıyamamıştı bir zaman. Zorluk, yokluk hiç bitmiyor fakat onların sevgisi, mutluluğu da eksilmiyordu. İki ayın nasıl geçtiğini anlayamadılar bile. Bir akşam sofradayken kapı çalındı. Mehmet’in babası, yanında bir askerle selam verdi. İçeri girmediler. Çavuşun acelesi vardı: “Umumi harpteyiz biliyorsun. Eli silah tutanları askere çağırıyorlar. Sana da görev emri çıkmış. Yarın Kastamonu’ya gideceksiniz. Oradan Çanakkale’ye gönderecekler sizi. Tez hazırlan.” Boğazlarına bir yumru takıldı önce. Birkaç saat hiç konuşmadılar. Sonra gelip erinin elini tuttu Şerife. Başını omzuna koydu:

  • “Çanakkale nerededir? Çok mu uzak bizim köye?”
  • “Uzak ya… Çok uzak…”

“Borçtur” dediler. “Vatanımızı, namusumuzu gâvura mı teslim edeceğiz?” dediler. “İnşallah, zafer haberiyle kavuşacağız.” dediler. Kaderi kendilerince eğittiler. Namaz kılıp uzun uzun Allah’a yakardılar. Sabah, gülkurusu kazağını giyerek uğurladı aslanını Şerife. Dik durdu. Yiğitliğini, cesaretini övdü. Bir kez daha doyasıya sarılmak istedi. Fakat utandı. Köylünün ayıplamasından çekindi. Mehmet, kayboluncaya dek yola baktı iç geçirerek. Sonra, ihtiyar kadınlarla birlikte kocasını düşünerek o da bir kahramanlık türküsü yaktı. Altı ay, umut ile korku arasında geçip gitti. Dere kenarında tokacıyla çamaşır yıkarken geldi Mehmet’in haberi.

Muhtar kendisi söylemeye çekinmiş, karısını göndermişti: “Allah sana sabır versin güzel kızım! Başın sağ olsun! Mehmet şehit düşmüş Çanakkale’de! Haberi bugün…”

Ayakta, öylece kalakaldı Şerife. Bir şey diyemedi. Başını eğdi sadece. Giysileri, eşyaları unuttu. Nefes alamadığını fark etti sonra. Konuşamıyor, yutkunamıyordu. Meydanda dövünen kadınları görmedi gözü, köyde yankılanan ağıtları duymadı. Bir ceset gibi girdi eve. Ne bir mektup ne cepheden gelen bir eşya, ne bir resim…

Rıfat Çavuş, kolundan tutup kadını kaldırmaya çalıştı: “Bacım! Bacım! Kurbanın olayım ses ver!”
Rıfat Çavuş, kolundan tutup kadını kaldırmaya çalıştı: “Bacım! Bacım! Kurbanın olayım ses ver!”

Hiçbir şey kalmamıştı kendisine. Kalktı. Ne yaptığını bilmeden duvarlara vurdu kendini. Yumruklarını ısırdı. Vücudunu zehir gibi saran bir acı duyuyordu sadece. Haberi öğrenip gelen eltilerine bile açmadı kapıyı. Üç gün ağladı. Üç gün boğazından doğru dürüst bir şey geçmedi. O acı, bir kıymık gibi, gövdesinin bir parçası oldu o günden sonra.

Savaş, her şeyi zorlaştırıyor, herkes kendi derdine yanıyordu. Şehit haberleri artmış, köyler gazilerle dolmuştu. Yaşlılar, kendilerince çare arıyorlardı zor durumda kalan haneler için. Şerife’yi de düşünmüşlerdi: “Gençsin. Yalnız kalman doğru değil evladım. Ölenle ölünmüyor. Yusuf’la evlendirelim seni. Sana evde bir ses olur. Hem sen de sevaba girersin.” Sesini çıkarmamıştı hiç. Nikâhın nasıl kıyıldığını bile anlamamıştı. Gaziydi Yusuf. Bir bacağının yarısı yoktu. Bir patlamada bir gözü de zarar görmüştü. Talihine boyun eğdi Şerife. Gözünün ırmağını içine çevirdi. İyi baktı Topal Yusuf’a.

Bu ölüm kalım savaşında herkes elinden geleni yapmalıydı. Çift sürdü bir başına. Ekin biçti. Düvene koştu. Dağdan odun taşıdı. Hiç yakınmadı. Alıştı. Elif adını verdikleri bir kızları oldu dört yıl sonra. Çocuklu genç bir kadınken de didinip durdu, zorda kalandan yardımını esirgemedi. Ahali “Şerife Bacı” demeye başladı ona. Soğuk bir şubat günü, Elif’e kazak örerken duydu, köyü dolaşarak bağıran tellalı: “Duyduk duymadık demeyin! Cuma günü her haneden bir kağnı, cephane taşımaya İnebolu’ya gidecektir. Akşam, köy odasında toplantı vardır!” Bekçi, toplantıya katılamayan sekiz eve bizzat uğrayarak yola ne zaman ve nasıl çıkılacağını bildirdi. Onlardan biri de Şerife Bacı’ydı.

***

Öküzlerden biri hastalanmış, adım atamaz hâle gelmişti.
Öküzlerden biri hastalanmış, adım atamaz hâle gelmişti.

Tek başına kalmıştı dağ başında. Öküzlerden biri hastalanmış, adım atamaz hâle gelmişti. Kar yolları kapatıyor, kurt ulumaları vadileri dolduruyor, karanlık devasa bir yorgan gibi dört bir yanı sarıyordu. “Sana emanetiz Allah’ım! Çaresiz koma bizi!” 20 Şubat Cuma günü, cephaneler sırayla yüklenmiş, İnebolu’dan yükünü ve zimmet kâğıdını alan yola koyulmuştu. Onun kağnısına da top mermisi yüklenmişti. Bakacak kimsesi olmadığı için bebeğini sırtına vurmuştu. Yolda kızı için cephanenin arasında bir yer açmış, yün yorganını da mermileri ve kızını yağıştan korusun diye üzerlerine örtmüştü. Kağnılar; karlı, çamurlu yollarda gıcırtılarla ilerliyordu. Yaşlı adamlara rastlansa da kadınlar vardı daha çok başlarında. Kar ve fırtına bastırınca konuşmalar azalmış, emniyeti sağlayan askerler de görünmez olmuştu.

“Dünyanın başka bir yerinde böyle fedakâr, böyle kahraman kadınlar var mıdır? Gencecik daha. Cephaneyi ve bebeğini korumuş fakat kendisi donup ölmüş. Allah ecrini zayi etmesin.”

Bir yokuşu tırmanırken Şerife’nin kağnısı duruvermişti. Kara öküz adım atmıyordu. “Huysuzluğun vakti değil kara tosun! Hadi kalk! Yüzümüzü kara çıkarma bizim!” Yok. Kımıldamıyordu hayvan. Biraz dinlenmesi için bekledi. Kağnının arkasındaki kızına baktı sonra. Onun ellerini, yanaklarını ovdu. Emzirdi. Su verdi. Kendisi de çıkınında kalan bir iki lokma ekmeği ısırdı. Nihayet ayağa kaldırdı öküzü. Güç bela yokuşu çıktılar. Etrafa baktı. Kimsecikler yoktu. Ürperdi. “Bismillah” deyip devam etti. Üvendireyi eline aldı ne olur ne olmaz diye. Bir saat sonra yine durdu kara öküz. Şerife sinirlendi önce: “Ne yapacaksın ha? Tarla değil ki burası, kaytarasın! Nereye gideceksin a soyha? De yürü!” Hayvan öylece duruyordu. Dah etti gitmedi, deh dedi kıpırdamadı. Üvendireyle dürttü, oralı olmadı. Boynuna sarıldı hayvanın Şerife. Okşadı. Öptü. Yalvarmaya başladı. Karşısında bir insan varmış gibi ağladı: “Aman Kocabaş! Ayağını öpeyim koma bu yollarda beni! Beni, kızımı kurda kuşa yem etme bu ıssız dağ başında! Allah aşkına kıpırda!..”

Hayvan bir iki adım attıktan sonra yere yığılıverdi. Şerife başında çırpındı. Önüne ot koydu. Sardı sarmaladı. Sonunda ayaklandırdı hayvanı. Yularını arabanın okuna taktı. Boyunduruğu ara sıra kendisi tuttu. Küre’den itibaren zorluk arttı, yokuşlarda ve çukurlarda kan ter içinde kaldı. Bir öküzlere, bir arkadaki kızına koştu. Acıktığını hissetti. Fakat aldırış etmedi. Karanlığın ve soğuğun etkisiyle hep aynı şeyleri düşünerek, aynı şeyleri yaparak yürüdü saatlerce. Şehre bir heyula gibi girdi. Nihayet! Kışla, az ötedeydi.

***

Sabah namazından sonra kule nöbetini devralan askerlerden biri kağnıyı fark etti. Hemen kumandanlarına haber verdi. Cemil Çavuş ile Rıfat Çavuş, iki askerle birlikte koştular. Seslendiler fakat cevap veren olmadı. Öküzler yere çökmüştü. Kağnının arkasına baktılar. Bir kadın eğilmiş, boylu boyunca kağnının arkasına kapaklanmıştı. Rıfat Çavuş, kolundan tutup kadını kaldırmaya çalıştı: “Bacım! Bacım! Kurbanın olayım ses ver!” Kadın ölmüştü. Soğuktan her yeri kaskatı kesilmiş, mosmor olmuştu. Askerler düşerken son anda tuttular cesedini. Rıfat Çavuş hıçkırarak ağlamaya başladığı için, dediklerini tam anlayamadı gözleri yaşaran askerler: “Ya Rabbi! Bu nasıl talih, bu nasıl acıdır! Başımı hangi taşlara vurayım ya Rabbi?”

O sırada çığlıklar yükseldi kağnıdan. Elif bebek ağlıyordu. Koşup üstünü açtılar. Yorganı, kazağı kaldırınca mermilerin arasındaki kızı gördüler. O da donmak, ölmek üzereydi. Kızı, kaputunun içine sokup yüz metre ilerideki bir eve koşturdu askerlerden biri.

Kapıyı kırarcasına çalıp bebeği onlara teslim etti. Isıtmalarını, doyurmalarını istedi. “Dünyanın başka bir yerinde böyle fedakâr, böyle kahraman kadınlar var mıdır? Gencecik daha. Cephaneyi ve bebeğini korumuş fakat kendisi donup ölmüş. Allah ecrini zayi etmesin.” Ceset, arabayla kışlaya taşınırken bunları söyledi Cemil Çavuş. Gülkurusu kazağı başının altına yerleştirmeye çalışan arkadaşı, hüngür hüngür ağlıyordu hâlâ.