Kanımızda yüzen gemiler

​Kanımızda yüzen gemiler.
​Kanımızda yüzen gemiler.

Kendine dürüst olamamakla, başkalarına dürüst olamamak arasında kopmaz bir bağ var. Üzüldüğüm nokta, bu tip insanların kandıra kandıra gemisini yürütmesi. Çamura yatmak da kendini ve başkalarını kandırmakla ilgili. Gemiyi yürütememesi lazımdı. Ama bakıyorsunuz o insan, bu şekilde kandıra kandıra gemisini yüzdürmüş.

Yaramı kanatır kanatır ağlarım. Acı çekerim ama bunu kimseye belli etmemeye çalışırım.
Yaramı kanatır kanatır ağlarım. Acı çekerim ama bunu kimseye belli etmemeye çalışırım.

“Usta, hakkını helal et, başına bela oldum.” diye yazdıktan sonra durup uzun uzun düşündüm. Gözlerim doldu. Bu, bende eski bir alışkanlıktır. Yaramı kanatır kanatır ağlarım. Acı çekerim ama bunu kimseye belli etmemeye çalışırım.

Sonra başka bir mesaja geçtim, “Ağabey, A. H. çamura yattı,” diye yazmışım. Birisi çamura yatıyor, verdiği sözün arkasında durmuyor ama bunun acısını ben çekiyorum. Mazoşist miyim diye sormadan edemiyorum kendime. Olabilir. Ama asıl mesele o değil. İnsanların bu gamsız hallerine üzülüyorum. Kolayca çamura yatmalarına… Çünkü oynamak istememiştir o. Oynadığında alabileceği bir şeyin olmadığını anlamıştır. Ya da aslında bulunduğu yerin bulunmaması gereken yer olduğunun anlaşılacağından korkmuştur. Ama oynamam da diyememiştir. Gamsızlıktan kastım bu: Kendisi olamamak. Kimse yutmasa da numara çekmeye devam etmek. Kendine dürüst olamamakla, başkalarına dürüst olamamak arasında kopmaz bir bağ var. Üzüldüğüm nokta, bu tip insanların kandıra kandıra gemisini yürütmesi. Çamura yatmak da kendini ve başkalarını kandırmakla ilgili. Gemiyi yürütememesi lazımdı. Ama bakıyorsunuz o insan, bu şekilde kandıra kandıra gemisini yüzdürmüş. Demek ki toplum bu tür kendini kandırarak gemisini yüzdürenler için uygun bir su birikintisi haline gelmiş. Buna yalnızca üzülmek lazım. Kendine üzülmek de diyebiliriz buna. Çünkü bu hale gelen toplum ve devletin bir parçasıyız.

Ama bakıyorsunuz o insan, bu şekilde kandıra kandıra gemisini yüzdürmüş. Demek ki toplum bu tür kendini kandırarak gemisini yüzdürenler için uygun bir su birikintisi haline gelmiş.
Ama bakıyorsunuz o insan, bu şekilde kandıra kandıra gemisini yüzdürmüş. Demek ki toplum bu tür kendini kandırarak gemisini yüzdürenler için uygun bir su birikintisi haline gelmiş.

Devlet ve toplum dediğimiz bütünün, kanayan bir yarasıyız. Demek ki bu su birikintisinin kanayan yaralara da ihtiyacı var. Su birikintisi diyorum ama bu birikinti bizim kanayan yaralarımızdan akan kanlardan oluşuyor aslında. Bir arkadaşım geliyor aklıma; sanat tarihi mezunu, şimdilerde bir Milli Eğitim okulunda kantin işletiyor. Diğer bir arkadaşım; resim bölümü mezunu, bir tekstil fabrikasında pamuk çuvalları taşıyor. Bir diğeri, zor da olsa atandı beden eğitimi öğretmenliğine ama o zamana kadar alkol ve uyuşturucu bağımlısı olmuştu. Sonunda da henüz ellisine gelmeden kalp krizi geçirip öldü. Canla başla hazırlandığı öğretmenliği hakkıyla yapamadı. Başka bir kitap kurdu arkadaşım, en düşük dereceden memurluğa, kırklı yaşlarında girebildi. Halen toparlanamadı. Hepsi de benim gibi KPSS mağduru. Birleri kaybedecek öyle değil mi? İşin kuralı bu. Biz kaybettik. Bir nesil, tutunamadı bu hayata. İstediği çok bir şey de değildi. Okul okumuştu. Yetenekli ve şahsiyetliydi. Entelektüel birikimi vardı. Edebiyat, felsefe, sanat ve sosyolojiye meraklıydı. Ölüsü para etmeliydi bu insanların. Ama dirisi bile etmedi; hayatın demir yumruğu altında ezilip kaldılar.

 Demek ki bu su birikintisinin kanayan yaralara da ihtiyacı var. Su birikintisi diyorum ama bu birikinti bizim kanayan yaralarımızdan akan kanlardan oluşuyor aslında.
Demek ki bu su birikintisinin kanayan yaralara da ihtiyacı var. Su birikintisi diyorum ama bu birikinti bizim kanayan yaralarımızdan akan kanlardan oluşuyor aslında.

“Veren el” olamadım hiçbir zaman. Eğer maddiyat düşünülürse böyle. Belli bir makam sahibi olamadım ki, benden sonra gelen gençlerin elinden tutayım veya bu konuda bir şeyler söyleyebileyim. Ama edebiyata dair ne biliyorsam, kitaplardan ne edinmişsem, onları gönül ferahlığıyla bol bol dağıttım. Yanıma gelen bir genç, hiç değilse bir duygu veya fikir edinmeden ayrılmasın buradan diye çabaladım. Fakat, işte bir öğrencim, “İş arıyorum,” dediğinde belim kırılıyor, elim ayağım dökülüyor. Ona “Ben de iş arıyorum,” diyemiyorum. Ama gerçek bu: İş arıyorum. Olmuyor. Ne yapacaksın? Taşı sıkıp suyunu mu çıkaracaksın? Tabii öyledir, havadan konuşmak kolaydır. Yönünü döndüğü her yerde, karşısına dağlar gibi kayalar çıkmayanlar, sanırlar ki kendileri taşı sıkıp suyunu çıkarmışlardır. Öyle değildir oysa. Kimine süt limandır bu deniz, kimineyse geçit vermez boran, fırtına hatta tufan.

Yönünü döndüğü her yerde, karşısına dağlar gibi kayalar çıkmayanlar, sanırlar ki kendileri taşı sıkıp suyunu çıkarmışlardır. Öyle değildir oysa.
Yönünü döndüğü her yerde, karşısına dağlar gibi kayalar çıkmayanlar, sanırlar ki kendileri taşı sıkıp suyunu çıkarmışlardır. Öyle değildir oysa.

“Alan el” de olamadım. Zaten kendini ve insanları kandıra kandıra, çamura yata yata ilerleyen, gemisini, teknesini, yatını yüzdüren insanlar da “veren el” olmamıştır. Aksine sürekli “alan el”dir onlar. Hakkı olmadığı halde “alan el”. Bu yüzden “veren el” olacak kişilerin önüne geçmişlerdir, onların bulunması gereken yerleri işgal edip, “alan el”lerin sayısını azaltmışlardır. Azaltmasalar, kendileri bu kadar alamayacaklardır.

Birilerinden bir şey istemek o kadar zor ki! İsteyip, ısrar edip, inatlaşıp, hatta başına bela olup, daha da abartayım sümük gibi yapışıp alanlardan da olmadım. Buna şükrediyorum. O kadar düşmediğim için. Kimsenin başına bela olmadığım halde, bela oldum mu acaba kaygısıyla bile kendimi yiyip bitiriyorum. O yüzden “Usta, hakkını helal et,” diye yazdım, iki yıl öncesine kadar tanımadığım ama yirmi yıldır tanıdığım insanlardan daha çok nezaket gördüğüm, artık dostum dediğim kişiye. Çamura yatan kişiyse, artık umurumda bile değil.