Kapitalizm neden çöküşe yaklaştı: İlkesizlik ilkesi ve ruhsuz düzen

Kapitalizm neden çöküşe yaklaştı: İlkesizlik ilkesi ve ruhsuz düzen
Kapitalizm neden çöküşe yaklaştı: İlkesizlik ilkesi ve ruhsuz düzen

Küresel bir sistem var dünyaya hükmeden: Küresel kapitalist sistem. Sistemi kuranlar ön-Kapitalizmin, ticaret ekonomisinin, merkantilizmin İtalyan şehir devletlerindeki tetikleyicileri Yahudiler. Yahudi bankerler, para babaları, paradan para kazanarak, faizden para kazanarak semiren, semirdikçe sömüren, önce Akdeniz içindeki ticaret ağlarını genişleten, sonra da kimi zaman Hollandalılarla, kimi zaman İspanyol ve Portekizlilerle, çoğu zaman da İngilizlerle birlikte Akdeniz dışına, okyanus ötesine taşan Yahudi simsarlar ya da Yahudilerin devşirmeleri, kendilerine “mideden bağladıkları” köleleri, levantenler, gönüllü acenteleri.

Bu süreçte, ön Kapitalizm sürecinde Venedik tacirleri ile Galata bankerleri rekabet ede ede finans kaynağını Akdeniz dışına, okyanus ötesi dünyaya taşımanın yollarını keşfederler: Kıtalar ötesi ticaret.

Buna masumane bir şekilde “ticaret” diyoruz ama hiç de masumane, tabii işleyen, kendiliğinden serpilip gelişen, Medine Pazarı’ndaki gibi birbirinin önünü açan değil, birbirinin boğazına çökerek yol alan, işgaller, yağmalar, katliamlar ve soykırımlara dayalı pagan-kapitalist-emperyalist tecavüz sistemi bu, tecavüz-yağma-katliam-soykırım makinası!

Keşifler çağı denen hikâye, katliamlar çağıdır. Katiller çağı. Soykırımlar, yağmalar, hırsızlıklar, tecavüzlerin gırla gittiği paganizmin yeniden hortladığı uygar barbarlıklar ağ’ı. Uygar; çünkü maddeyi sömürerek semirmekte büyük bir maharete sahip. Barbar; çünkü güce ve güç üreten araçlara hâkim olma güdüsü tarafından güdülür, güdüldüğünü bile idrak etme melekelerini yitirir, celladına (güce, güç üreten her tür araca) âşık olur, eserinin esirine dönüşür. Araçları, güç üreten araçları, ayartıcı hız, haz ve öncelikle kendine-tecavüz araçlarını artırdıkça gücü ele geçirir, özgürleştiğini zanneder. Güç, özünü yok eder, özgürlüğünden eder, yamyamlaştırır açgözlü kapitalisti.

Bu sistemin okuyucu-idameci-kurucu teorisyenleri, sistemin doğasını, dünyasını ve dilini iyi çözdüler. Kapitalist mantığın işleyişini Weber çözmüştü: Kapitalizmin Protestanlıkla gerdeğe girerek ürettiği araçsal akıl, insanı demir kafese tıkmakla sonuçlandı. Demir Kafes’te iki büyük çözülemez, aşılamaz ama ertelenebilir, sürgit üstü örtülerek ötelenebilir kriz vardır. Birincisi, özgürlük kaybı: İnsan, tanrı-insan rolünü oynarken oyunu kaybetmiş, palyaçolaşmış, ürettiği araçların kölesi olup çıkmıştır.

Demir Kafes’in ürettiği ikinci kriz, anlam kaybıdır: Hayat anlamını ve değerini yitirmiştir. Bilenle bilinen arasındaki besleyici bağ koparıldığı, insan tabiata ve ürünlerine nesne, dahası başka insanlara ve kültürlere köle muamelesi yaptıkça kendisi de ruhsuz, kalpsiz bir nesneye dönüşmekten kurtulamamıştır.

Kapitalist sistemin varoluş temeli: İlkesizlik ilkesi

Kapitalizm; Westfalya Düzeni’yle birlikte sistemleşmiş, küresel ölçekte serpilip gelişecek paradigmasını belirlemiş, belirginleştirmiştir. Sistemin mantığı, dünyayı tek yurt olarak düşünmek, kalıcı bir yer olarak konumlandırmak, dünyayı ele geçirme kavgası vermek: Açgözlülük, hırs, tamahkârlık, bencillik, narsisizm, Kapitalizmin günah galerisinin beş sütunudur. Kapitalizmin günah galerisi, kapitalisti Makyavelist yapmaya yetmiş, bu beş günah galerisinde, “amaçlara ulaşmak için her tür araç mübahtır,” ilkesi (siz bunu “ilkesizliği, ruhsuzluğu” diye okuyun) Kapitalizmin âmentüsü hâline gelmiştir: Güce tapmak ve gücün kölesi olmak.

Kapitalizmin de ilkesi vardır. Şaşmaz bir ilke bu: İlkesizlik. İlkesizlik, en temel ilkesidir. Kapitalizmi var eden, yaşatan, ayakta tutan şey, işte bu Darwinyen dünyanın temellerini atan, insanlığı Darwinyen dünyanın kulu kölesi yapan “İlkesizlik İlkesi”dir. Güçlü olanın haklı olduğu, güçlü olanın yaşamayı hak ettiği ilkesizliği, ruhsuzluğudur bu. Uygar barbarlık böyle bir şeydir işte: Maddenin kölesi olmak. Aracın, paranın, güç üreten, ayartan her şeyin. Düpedüz köleleşmektir bu. Daha da vahimi köleleşmeyi özgürlük zannetmektir, zannetmek ne kelime, köleleşmeyi özgürlük olarak sunmayı becermek ve bunu da herkese yutturmak, algı imparatorluğunun önce asimile edici, sonra da elimine edici eğlenceli oyunlarıyla, baştan çıkarıcı operasyonlarıyla. Algının önce tanrılaştırılan İsa-Mesih’i, sonra da aklı-bilgi’yi (aslında gücü, aracı) kutsayan Promete’yi/Prometeleşen insanı çarmıha germesi!

Kapitalizm, ruhsuz olduğu için toprakta kök salamaz!

Küresel sistemde kurucu iki ana aktör var: İngilizler ve Yahudiler. İngilizler, Kapitalizmi kurdular, Yahudiler koruyup kolladılar. Fakat Kapitalizmin de bir sınırı, ömrü var: Bir yerde cenazesi kaldırılacak onun da. Ama öldü sanılırken yeniden dirilmesi herkesi şaşkına çeviriyor. Kapitalizm, çelişkilerin sistemleştirilmesi üzerine kurulduğu için, her daim şaşkına çeviren çelişkileri aşma becerisi gösterdi bugüne kadar. Kapitalizmi durdurmak gerek. Nasıl peki?

Çelişkileri aşma iradesini yok ederek. Kapitalizm ruhsuz bir dünyanın çocuğu. Ruhsuz dünyaya ruh üflenirse Kapitalizmin nefes boruları tıkanabilir, sürgit kendini üretme iradesi ortadan kaldırılabilir. Kapitalizm, maddenin “mana”ya karşı zaferidir. O yüzden anlamsız, ruhsuz, haksız, zorba bir dünyanın motorudur. Kapitalizmin sınırı, ruhla karşılaştığında etkisiz ve işlevsiz hâle gelmesi, ömrünü tamamlamaya mecbur kalması. Kapitalizmi dünyaya, hayata ruh katacak bu aşkın sınırda durdurmak mümkün olabilir. Nasıl olacak bu peki?

Maddenin hükümranlığını kırarak, yıkarak, yerle bir ederek… İşin en güzel tarafı, Kapitalizmin dışarıdan bir saldırıya gerek kalmadan çökecek kadar zayıf temeller üzerinde yükseliyor olmasıdır. Ayartıcı, azmanlaştırıcı, sahte temeller bunlar. Hakikatle karşılaştığında tuzla buz olması mukadder bu zayıf temellerin. Hakikat kökte köklenen, göklere açılan muhkem kaynağın adı ve adresidir. Kapitalizm maddenin hükümranlığıdır ama köksüzlüğünün kurbanı olacaktır.

Kapitalizm toprakta kök salamaz. Toprakta kök salamayan, kendisini var eden, yaşatan besin kaynaklarından mahrum kalacaktır. Kapitalizm toprakta kök salamadığı için “Çorak Ülke”dir: Ruhsuzluğunun göstergesi Kapitalizmin. Kapitalizm niceliğin hükümranlığıdır. Niceliğin hükümran olduğu bir yerde yaşanabilir bir dünya kurulamaz. Nefes olacak, nefes verecek ve böyle böyle hem insana, hem dünyaya ham de varlığa nefes olacak ruh üfleyecek bir dünya yeşertilemez. Ruhun hükümran olduğu bir yerde Kapitalizm barınamaz. Nefes bile alamaz. Kapitalizme dünyayı dar edecek o diriltici ruhu kim üfleyecek bu dünyaya? Elbette ki, Türkiye. İyi de hangi Türkiye, nerede o Kapitalizmin çanına ot tıkacak ülke? Nerede?

Burada değil. Bu kesin. Ama yarın burada olacak, olmak zorunda. Yoksa bu dünya böyle gitmez, bu devran dönmez, insan kıyametinden kurtulamaz. Kapitalizm insanın kıyametidir: İnsanın ve insanın insanca bir hayat sürebilmesinin yegâne dayanağı, tutamağı, kaynağı hakikatin kıymetini yerle bir eden saldırısının kaçınılmaz neticesi! İngilizler, Kapitalizmi kurdular ama koruyamadılar. Yahudiler, Kapitalizme kondular ama rahat duramadılar, azdıkça azmanlaştırlar, azmanlaştıka azdıklar ve kendi kuyularını da kazdılar, ufukta diriltici ruhun belirişiyle birlikte Kapitalizmin içten içe patlayıp kendini yok etmesinin bütün temellerini de attılar. Çin, sisteme tehdit oluşturmaz, aksine sistemin rakibi olarak sistemin kurucu paradigması tarafından kodlandığı için sistemin arızalarını gidermesine ve ömrüne ömür katmasına yardımcı olur. Çin değil sadece. Hindistan da, Japonya da öyle. Şimdi sırada Afrika ve Afrika’ya çeki düzen verecek aktörlerden biri olarak önü açılan Türkiye var. İşte tam da burada karşımıza çıkan yakıcı gerçek şudur: Türkiye kimdir ve nedir, Türkiye gerçek midir, gölge midir ya da Türkiye gerçekten var mıdır, sorusunun cevabı muğlaktır.

Türkiye, var olabilecek mi?

Türkiye, yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır: Ruhu olan tarih yapan bir aktör olarak Türkiye yok olmanın eşiğine sürüklenmiştir. Görünen manzara bu. Ama gerçek bu mu?

Türkiye, sonsuza dek yok edilebilir mi? Türkiye, İslâmî ruhunu yitirirse, yok olur gider. Türkiye’yi yok etmenin tek yolu bu: Türkiye’nin İslâmî kimliğini, İslâm’ın anlam ve ruh kattığı tarihî derinliğini, insanlığın önünü açacak ilkeleri insanlığa armağan ettiği hakikat medeniyeti ilkelerini ve ruhunu yitirdiği zaman Türkiye yok olmaktan, kendi çocukları tarafından leş kargalarına peşkeş çekilmekten ve tarihin çöp sepetini boylamaktan kurtulamayacaktır. Modernleşme tarihi Türkiye’nin yok oluş tarihidir. Türkiye’nin güya toparlanması için başlatılan Modernleşme serüveni, gelinen iki asırlık yolculuğun sonunda, fiyaskoyla sonuçlanmıştır: Türkiye’yi toparlamak şöyle duruşun Türkiye’yi toparlayıp ayağa kaldıracak ruhu, tarihî derinliği ve kültürel zenginliği yok etmekten başka bir işe yaramamıştır.

Şunu bileceğiz: Modernleşme, Batılılaşmanın itici çağrışımlarını yok etmek üzere geliştirilen başka bir sömürgeleştirme biçiminin adıdır. Modernlik, yenilik; modernleşme yenileşme demektir. Sanki Modernlik/Modernleşme kavramları nötr kavramlarımla gibi bir algı inşa edildi akademide. Herkes Modernleşmeli. Modernleşemeyen yok olur, şeklinde çarpık, zihni felçleştirici bir algı bu. Oysa Modernleşme, Batılılaşmanın ve dünyanı, dünyanın bütün medeniyetlerini ve kültürlerini kendilerinden, kendi köklerinden uzaklaştırarak asimile etmenin, kendine benzetmenin, ikinci aşamada da ertmenin, elimine ederek yok etmenin başka bir adıdır. Sömürgeciliğin keşif koludur Modernleşme. Bir toplum Modernleşme sürecinde ne kadar muzaffer olursa, gerçekte o kadar kaybeder. Modernleşme, yenilenmenin değil, yenilmenin, üstelik de celladına âşık edilerek yenilgiye uğratılmanın ayartıcı bir formülüdür. Modernleşmeyi kazanan, kendini kaybeder. Modernleşmenin zaferi, kendinin yenilgisidir.

Dijital bir dünyada nasıl bir küresel düzen?

Fransızların etkili haftalık haber yorum dergisi Le Point, “Yeni Dünya Düzeni” başlıklı bir kapak yayımladı. Kapakta ABD Başkanı Trump, Rusya Devlet Başkanı Putin, Çin Devlet Başkanı Xi JinPing ve Türkiye Devlet Başkanı Erdoğan vardı. Bu dört liderin yeni kurulacak dünya düzeninin kurucuları olduğu söyleniyordu, özetle.

Dört benzemez, nasıl ortak bir dünya düzeni kurabilirler ki? Bu çok akla, mantığa uygun bir şey değil. Dört farklı medeniyet coğrafyasının temsilcilerinin ortak bir masa etrafında buluşmaları ve tam bir kaosun eşiğine sürüklenen dünyayı belli bir noktada ortak bir stratejinin etrafında toparlamaları söz konusu olamaz mı, diye bir soru geliyor akla. Ama bu soru çok yanlış bir soru. İnsanlığı değil, sadece kendi çıkarlarını düşünen ABD, Rusya ve Çin’in Yalta’da Roosevelt, Churchill ve Stalin’in kurdukları bir anlamda “saldırmazdık paktı” olarak adlandırılabilecek bir anlaşmanın izini sürdükleri de söylenebilir mi acaba, diye bir soru geçmiyor değil insanın zihninden. Bu soru da çok anlamlı ve gerçeklerle örtüşen bir soru değil. ABD, İngiltere ve Sovyetler’i aynı masanın etrafında toplayan Yalta Konferansı iki büyük cihan savaşı sonrasında kurulmuş, “paylaşım masası”ydı. Şu ana kadar böyle bir savaş yaşanmış değil. Belki de şunu söylemek mümkün aslında: Günümüzde savaşın mahiyeti, biçimi, aktörlerin savaşı sürdürme yöntemleri çok değişti. Hem dijital savaşlar var hem de vekâlet savaşları. Dijital ticaret savaşları, dijital kültür savaşları vesaire. Dijital savaşlar; kısmen sürüyor, kısmen bitti, kısmen de şekil değiştirerek yeni savaşlara dönüşüyor.

Kapitalizm, krizlerden, kandan beslenen barbar bir sistem

Küresel ölçekte sürdürülen asıl savaş, kapitalist Batı uygarlığının küresel hegemonyasının sarsılmaması için verilen savaştır. Savaşın yönetimi, aracı ne olursa olsun, asıl görünmeyen savaş budur. Küresel kapitalist Batı hegemonyasının önündeki en büyük engel İslâm dünyasıdır. Çin veya Rusya değil, Türkiye’dir küresel sistemin önündeki en büyük engel. Küresel sistem, Çin’i kapitalist sisteme eklemledi, Çin küresel kapitalist Batılı sistemin önünde doğrudan bir tehdit olmaktan çıktı, artık dolaylı bir tehdit Çin. Dolaylı, dolayısıyla kontrol edilebilir bir tehdit. Biraz da bilinçli icat edilmiş bir güç, Çin gücü. Bilinçli icat edilmiş diyorum, çünkü Kapitalizm rekabet üzerinden, özellikle krizlerden beslenerek varlığını sürdüren çarpık ve ruhsuz bir sistem. Kapitalizm; krizlerden beslenen, kandan beslenen, çatışmalardan ve savaşlardan beslenen insanı, hayatı, her şeyi aşağılayan be sömüren aşağılık bir sistem. Uygarlık filan değil, düpedüz uygar barbarlık.

Kapitalizm yer, yön ve anlam değiştirdi

Çin Kapitalizme eklemlendi, uyutuldu, yutulacak. Çin’in alternatif bir medeniyet fikri sunma imkânları yok edildi, Çin metamorfozu yedi, mankurtlaştırıldı. Her zaman yeri geldiğinde söylediğim gibi, Kapitalizm yer, yön ve anlam değiştiriyor: Batı’dan Doğu’ya, Atlantik’ten Pasifik’e taşınıyor, sözüm ona demokratik uyuşturma biçimlerinden otokratik kontrol biçimlerine dönüşüyor. Aslolan, Kapitalizmin varlığını sürdürmesi. Çin, Hindistan, Japonya, Kapitalizme çabuk eklemlendiler. Ve kendi ruh köklerini kuruttular, kültürel olarak intihar ettiler. İslâm dünyası, Türkiye, Kapitalizme tam olarak entegre edilemediler.

Batı Modernitesi kurulurken doğrudan İslâm medeniyetinden aşı almıştı Batılılar. Postmodern hegemonya biçimlerinin temelleri atılırken bu kez İslâm dünyasına bir şekilde diz çöktürüldü, İslam dünyası atlandı. İslâm’ın dışındaki Doğu dünyasından aşı alındı. Bunun iki temel nedeni vardı: Birincisi, İslâm dünyası durdurulmuştu, bir şekilde. İkincisi de, kültürel olarak Çin, Hint ve Japon kültürleri hem daha kolay etkisiz hâle getirilerek kolaylıkla u/ yutulabilirdi hem de Kapitalizmin ihtiyacını duyduğu rekabeti hızlı bir şekilde sunabilirdi. O yüzden Batılılar, küresel kapitalist sistemi, dolayısıyla Batı hegemonyasını sürdürmenin İslâm dünyasını bir şekilde etkisiz hâle getirerek Çin, Hindistan ve Japon kültürlerini mankurtlaştırıp (canlı cenazeye dönüştürüp) harekete geçirmekten geçtiğini gördüler.

Türkiye’nin önünü açarak Türkiye’nin önünü kesebilirler mi?

Fakat İslâm dünyası durdurulmuştu ama Çin, Hint ve Japon kültürleri gibi metamorfoza uğratılıp dönüştürülememişti. Er ya da geç dirilip ayağa kalkabilirdi. Bunu bin yıl İslâm medeniyetinin hem kurucu, hem konumlandırıcı (istikametini şaşmaz bir şekilde sürdürmesini sağlayıcı) hem de korucuyu dinamikleri aynı anda hayata ve harekete geçiren Türkiye, İslâmî ruh köklerini hatırlayacak olursa, Müslüman Türkiye yapabilirdi yeniden. Türkiye, maddî bakımdan (ekonomisi ve savunma sanayisi açısından) beklenmedik bir devrim yapmıştı; bu devrimi, yarın, manevî (entelektüel, kültürel vb.) bakımdan da yapacak bir atağa kalkabilirdi. Onun için Türkiye’nin kontrolden çıkmaması ve eksen oluşturacak, oyun kuracak şekilde ayağa kalkmaması için yeni kurulacak küresel sistemde önünün açılması kaçınılmazdı. Aslında Türkiye’nin küresel sistemin kurulmasında önünün açılması demek Türkiye’nin kendine özgü bir eksen oluşturarak sistem-kurucu rolünün önünün kesilmesi demekti. Seküler, ruh köklerini yitirmiş, küresel sisteme eklemlenen ama mankurtlaştırılarak kaba güç olarak büyütülecek yani dünyaya söyleyecek hiç bir sözü olmayacak canlı cenazeye dönüşecek, İslâm’sız Türklük, İslâmsız Kürtlük ve İslâmsız İslâm projeleriyle İslâm’ı protestanlaştırmış, hayattan uzaklaştırarak ruhsuzlaştırmış, tek kelimeyle u/yutulacak ve kontrol altında tutulacak bir Türkiye’nin önünün açılması demek bu.

Türkiye’siz bir dünya kurulamayacağı anlaşıldı!

Bir de madalyonun öteki tarafına bakarak okumak mümkün Le Point’in kapağını. Tek cümleyle şöyle okuyabiliriz: Türkiye’siz bir dünya kurulamaz. İster küresel sistemin güdümünde olsun, isterse oyun-kurucu rolünü medeniyet atılımına dönüştürecek, geleceğin Müslüman Türkiye’sinin inşasında olsun, Türkiye olmadan bir dünya kurulamaz.

Birinci seçenek, Türkiye’nin kullanışlı bir “aset” (araç) olarak kullanılması ve manen, bir süre sonra da fiilen ölümü demektir; bu toprakların leş kargalarına peşkeş çekilmesiyle sonuçlanacak tehlikeli bir çıkmaz sokaktır bu. Bunu, Batılıların kölesi olan, zihni işgale uğrayan, celladına âşık tasmalı çekirgeler marifetiyle yapabilirler; ki, bu seçeneğin çok güçlendiğini, alarm zillerinin çalması gerektiğini hatırlatmak isterim.

İkinci seçenek de potansiyel olarak çok güçlü: Hem bizim için hem de dünyanın geleceği açısından adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkeleri üzerinden işleyecek yeni bir dünya kurmamızın, dünyaya taze, diriltici bir medeniyet fikri sunmamızın yolu bizim kendimiz olarak, kendimiz kalarak ayağa kalkıp yürümeye ve koşmaya başlamamızdan geçiyor…

Vesselâm.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.