Kapıyı bir çalan olsa...

​Kapıyı bir çalan olsa...
​Kapıyı bir çalan olsa...

Sen başkalarının yalnızlığını kalabalık ettin hep kendine. Güzel ve büyük ve ulvi yalnızlıklardan bir zırh giydin üzerine hep. Tercih yapabilecek kadar cesur, bedel ödemeyi göze alabilecek kadar yiğit değildin. Küçük bir adamdın belki de, yalnızlığın bunun için ıstırap verdi sana. Istırabından yalnızlık doğacak kadar büyüyemedin hiç.

Yalnızlığa tahammülün yoktu eskiden. Lafını ederdin sadece. Fiyakalı laflar vardı ezberinde yalnızlığa dair. Bütün büyük şeylerin yalnızlıktan yontulduğunu Cahit Abi’den bilirdin.

Sezai Bey’in ömürlük inzivasına ulvi yalnızlık demek hoşuna giderdi. Ama sen köşe bucak kaçardın yalnızlıktan. Yalnız kalabilecek kadar cesur değildin, yalnızlığı göze alabilecek kadar delikanlı değildin. Alıp başını gidemedin bu yüzden hiçbir yere. Ya da gittiğin her yere başını da alıp gittin. Ne menem yalnızlıktır o öyle? Olduğun yerde sen bile olmayacaktın ki orada bir yalnızlık olsun. Oldu mu hiç? Olmadı. O zaman söyle bir fiyakalı laf daha: “Niçin kendine başka güneş başka toprak ararsın / Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?” Şairini de söyle havalı olsun. Tibillus, Romalı şair.

Zaman sadece yaşlandırır insanı, dert büyütür. Hangi dert hangi insanı büyütür? Metresi, terazisi, ölçeği yok bu işin. Sevdiğini alamaz büyür kimisi, kiminin babası ölür yaşlanır bir gecede, malını mülkünü kaybeder çöker bir başkası.

Sana bir şey diyeyim mi: Sen başkalarının yalnızlığını kalabalık ettin hep kendine. Güzel ve büyük ve ulvi yalnızlıklardan bir zırh giydin üzerine hep. Tercih yapabilecek kadar cesur, bedel ödemeyi göze alabilecek kadar yiğit değildin. Küçük bir adamdın belki de, yalnızlığın bunun için ıstırap verdi sana. Istırabından yalnızlık doğacak kadar büyüyemedin hiç.

Zaman sadece yaşlandırır insanı, dert büyütür. Hangi dert hangi insanı büyütür? Metresi, terazisi, ölçeği yok bu işin. Sevdiğini alamaz büyür kimisi, kiminin babası ölür yaşlanır bir gecede, malını mülkünü kaybeder çöker bir başkası. Ama hayır! Hayat bir oyun ve bütün bunlar o oyunun içindeki dertler. Dışarıdan bakınca dert değil yani. Dışarıdan bakmak... Bir oyunun içindesin ve o oyuna dışarıdan bakmak için kendi içine eğilmekten başka bir yol yok. Yaşasın zıtların birliği! Kendinle karşılaşacak kadar kendi içine yolculuk yapacaksın ki kendinin kendinden bir başkası olduğunu anlayabilesin. Anladın mı? Sanmam. Çünkü anlasaydın oyunun içindeki dertlerin adamı büyütmeyeceğini de anlardın.

Seni büyütmez oyunun içindeki dertler, oyunun içindeki hiç bir derman avutmaz seni. Çünkü sen buraya oyun oynamaya gelmedin. Oyun oynamaktan vazgeçecek kadar büyümedin ama oyunu gerçek zannedecek kadar da çocuk değilsin artık. Zor olan da bu değil mi zaten? Gülen, oynayan, vitrinlere bakan, para kazanınca mutlu olan, yastığa başını bırakır bırakmaz uykuya dalan, yani oyunu gerçek zanneden insanlardan olsaydın keşke, mutlu olurdun. Oyunu oyun bilen insanlardan olsaydın yahut, yine mutlu olurdun. Onların neyi nasıl yaptığını tarif etmiyorsun bakıyorum da. Bilmiyorsun ki nasıl tarif edesin? Bu da bir şey, üzülme. Hiç olmazsa bilmediğin şeyi tarif etmiyorsun artık. Neyi nasıl yaptığını bilmediğin kimselerin o şeyi öyle yapınca mutlu olduğunu nereden biliyorsun peki? Öyle ya belki de mahzundurlar. Olsun, bu hüznün o mutluluktan daha güzel olduğunu biliyorsun hiç olmazsa. Aklın izah edemese de kalbin biliyor. Bilgisinden mahrumsun ama kendisinden nasibin var. Bilgisine sahip ama kendisinden nasipsiz bir adam mı mutludur, kendisine sahip ama bilgisinden mahrum bir adam mı? Neyin bilgisi, neyin kendisi? Bilgisine sahip kendisinden mahrum bir adam olsaydın bu soruya cevap verebilirdin, çünkü bilirdin. Ama sen zaten kendisine sahip bilgisinden mahrumsun, cevap verememekte mazursun.

Bilgisinden mahrum olduğun şeyin kendisine sahip olduğun bilgisine nasıl eriştin peki? Orası muamma...

Muamma deyip kaçmak olmaz. Şöyle düşünelim sen Lili’nin kendisine aşık olduğu adamsın. Sağırsın, dilsizsin. Ben konuşma bilmem Lili, diyemeyecek kadar dilsiz, Lili’yi duyamayacak kadar sağır. Ama Lili her gece senin koynunda yatıyor. Dışarıda başkaları var, içeriyi bilmeyen ama içeridekini bilen başkaları. Lili’nin adını biliyorlar, boyunu posunu, huyunu suyunu, hakkında yazılan kitapları, söylenen sözleri... Dışarıda birileri var, Lili’ye dair her bir şeyi biliyorlar, sen Lili’nin Lili olduğunu bile bilmiyorsun ama her gece senin koynunda yatıyor Lili.

Onlar kim, sen kimsin?
Onlar kim, sen kimsin?

Onlar bildikleri şeyin kendisini arıyorlar, sen bulduğun şeyin bilgisini. Hayır, onlar aramıyorlar çünkü bildikleri şeyle daldıkları uykudan öylesine ayılmışlar ki, o şeyin bilgisini kendisi zannediyorlar. Sen arıyorsun çünkü, bulduğun şeyle öylesine sarhoş olmuşsun ki o şeyin kendisinin bilgisinden başka bir şey olduğunun farkındasın. Onlar bildikçe ayılıyorlar, senin bilemedikçe sarhoşluğun artıyor.

Olduğun kişi, olman gereken kişi ve olabileceğin kişi vermiştiniz baş başa. Olmak da bir nasip demiştiniz. Nasip olduğu kadar olur insan. İnsan olur insan, nasibi kadar...

Onlar mutlu çünkü Lili’yi yalnızca bilgi zannediyorlar, sen kahroluyorsun çünkü Lili’nin gerçek olduğunu biliyorsun. Onlar kim, sen kimsin? Lili’nin kim olduğunu bilmeyen kendisinin kim olduğunu nereden bilecek, kendisinin kim olduğunu bilen onların kim olduğunu bilip de ne yapacak? Sana sen neymişsin be abi, diyebilirim; yahut seni üzebilirim şimdi söyleyeceğimle. Hangisi? Her sabah koynunda Lili’yle uyananı kim üzebilir ki der gibi bakıyorsun bakıyorum da.

  • Madem üzülmeyeceksin, söyleyeyim: Sen sadece sağır ve dilsiz değil aynı zamanda körsün. Her gece Lili diye kucakladığın şeyin kendi boş kolların olduğunun farkında bile değilsin!

Hayır, hayır, hayır! Seni üzeceğim diye kendimi yaktım durduk yere. Çıldırmamalıyım, çıldırmamalıyım... Sen sağırsın, dilsizsin, körsün, adını bile duymamışsın onun bir tek defa, kendi kollarını kucaklayıp onu sardığını zannetmişsin bir ömür, peki hal böyleyse sen Lili’yi nereden ve nasıl biliyorsun?

Nasip olduğu kadar olur insan. İnsan olur insan, nasibi kadar...
Nasip olduğu kadar olur insan. İnsan olur insan, nasibi kadar...

Bilmek ne, yalnızlık kimin harcı, olmak kimin nesi, ben bilmem. Nasip diye bir şey var onu da sen bilirsin. Hani geçen akşam, hani hiç kimseler yokken yanında, hani tenhasındayken kendinin bile... İçinden çıkamamıştın bu işlerin, bulduğun yetmiyordu sana, olman gerekene sen yetmiyordun. Hayat bir rüya gibiydive rüyasında kurşun yedi diye uyanınca kana belenmezdi hiç kimse... Nasip demiştin sessizce... İlk defa duymuş gibiydin nasibi. Nasip diye bir şeyin varlığından ilk kez haberdar olmuş gibi, nasip demiştin. Sadece rızkın, olacakken olmayan işlerin değil, bütün bir hayatın her bir şeyiyle nasip olduğunu düşünmüştün. Olduğun kişi, olman gereken kişi ve olabileceğin kişi vermiştiniz baş başa. Olmak da bir nasip demiştiniz. Nasip olduğu kadar olur insan. İnsan olur insan, nasibi kadar... Söz vermiştiniz birbirinize. Gayret ve tevekkül, nasip ve rıza, istiğna ve iktifa...

Hani o sıra kapı bir çalınsa, kalkıp biriniz açıverecek olsa kapıyı, kapının ardında duran Lili’den başkası olamazdı, hatırla. Kapı çalındı o sıra, hiçbiriniz kalkıp açtı kapıyı, kapıyı çalan Lili’ydi, içeride hiç kimse yoktu ama, hatırla..