Karamsar değil, hüzünlü: Fernando Pessoa

Fernando Pessoa
Fernando Pessoa

Düz yazıyı şiire daha çok tercih ettiğini itiraf eden büyük bir şair. Anlaşılmaktan korktuğunu söyleyen bir şairi anlatmaya çalışmanın zorluğu bir yana, açık ki anlaşılmamak için elinden her şeyi de yapmayı başarmıştı kısa ömründe.

Kıymet, elbette bilinmek ister. Bilinmeyince keder. Açıklaması da kader. Geride hüzün, geride yalnızlık, geride yalnızca acı. Yanlış bir şey de yok burada: burası dünya ve böyle dönüyor. O da böyle döndü. Genç sayılabilecek bir yaşta öldü, tek bir kitabını yayımlatabildi ve fakat binlerce sayfa yazdı. Öldüğünde “büyük şair” olduğu da anlaşıldı. Kim tarafından? Yaşarken anlamayanlar tarafından. Ne demiştik? Keder.

Aldığı yoğun İngiliz eğitiminin de etkisiyle ilk şiirlerini İngilizce yazdı. Yalnızlığı burada başladı diyebiliriz. Simgeci bir anlatı dili denedi.


Kaderini de çağırır sanki insan. O yalnızlık her zaman bir sürüklenme değil bazen bir tercihtir de. Denersin, istersin ve olursun. Korkarsın, istersin ve olursun. Kaçarsın, gitmezsin ve olursun. Bazen istemezsin ve yine de olursun. Pessoa’nın hikâyesi bu. Yazar personasını yeniden ve yeni bir biçimde denedi. Bir sürü elbiseler giydi, bir sürü düşünceler edindi. Bir sürü başka fotoğrafla kendini bize gösterdi. Biz? Yaşarken onu görmeyenler. Ne demiştik? Kader

Düz yazıyı şiire daha çok tercih ettiğini itiraf eden büyük bir şair. Anlaşılmaktan korktuğunu söyleyen bir şairi anlatmaya çalışmanın zorluğu bir yana, açık ki anlaşılmamak için elinden her şeyi de yapmayı başarmıştı kısa ömründe. Ama bu, çokluktaki kaostu onu bugün anmamızı sağlayan şey. O yüzden “yokmuş gibi” davranan, buna özel bir çaba sarf eden şair, hiç olmasaydı da var olacaktı. Ve zaten denildiği gibi: “Eğer Fernando Pessoa hiç var olmasaydı Borges onu keşfederdi.”

1888’de Portekiz’de doğdu dünyanın en kalabalık yalnız adamı. Beş yaşındayken babasını kaybedince ailesine bir şekilde bakmak zorunda olan annesi, bir bürokratla evlendi. Üvey babasının görevi nedeniyle doğduğu ve sonradan sürekli tutkuyla anlattığı topraklardan çok uzakta geçti ilk çocukluğu. Güney Afrika’da sömürgeci İngilizlerin eğitim diliyle yetişti. Lizbon’a ancak 1905’te dönebildi ve ömrünün sonuna kadar da orada kaldı.

Oluşturduğu farklı müstearlarla dünyaya bir sürü yazar getirdi ve her birine mahsus personalar kazandırarak onları kendi aralarında bile diyaloga soktu.
Oluşturduğu farklı müstearlarla dünyaya bir sürü yazar getirdi ve her birine mahsus personalar kazandırarak onları kendi aralarında bile diyaloga soktu.

Aldığı yoğun İngiliz eğitiminin de etkisiyle ilk şiirlerini İngilizce yazdı. Yalnızlığı burada başladı diyebiliriz. Simgeci bir anlatı dili denedi. Oluşturduğu farklı müstearlarla dünyaya bir sürü yazar getirdi ve her birine mahsus personalar kazandırarak onları kendi aralarında bile diyaloga soktu. Kendi diliyle yazmadıklarını saymazsak ki elbette saymayalım, sağlığında tek bir kitabı yayımlandı. Bir şiir kitabı.

30 Kasım 1935’te 47 yaşındayken karaciğer hastalığına yakalanarak öldüğünde çok az tanınıyordu. Ölümünden sonra dergilerde kalan şiir ve yazıları sonradan kitaplaştırıldı. Evinden çıkan el yazması notlarının sayısı ise 30 binin üzerindeydi. Türkçeye pek çok kitabı çevrildi. Pessoa’yı Türkçede sevdiren asıl yapıtı ise -onun başyapıtı diyebileceğimiz- Huzursuzluğun Kitabı idi. Gerçekten iyi fragmanlar.

Şöyle demiştir Huzursuzluğun Kitabı’nda:

  • “Ey Farklı-Kadın, hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu? Hiç düşündün mü ne kadar cahiliyiz birbirimizin? Birbirimizi görmeden görüyoruz birbirimizi. Birbirimizi duyuyor ve sadece kendi içimizdeki sese kulak veriyoruz. Başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama!”

Ve yine şöyle demiştir: “Düşünüldüğü anda her şey karmaşık hâle gelir ve tabii düşünce de kendine has bir hazzı işe karıştırarak meseleyi iyice arapsaçına çevirir. Ama insan düşünürken, her şeyden niye vazgeçtiğini, neyi nasıl kavradığını etraflıca anlatarak açıklama ihtiyacı hisseder, yalancıların her argümana yaptığı gibi bol ayrıntı da verir, ne var ki toprağı biraz kazınca yalanın kökleri açıkta kalıverecektir.”

Enis Batur çevirisiyle ise kendini şöyle özetle anlatmıştır diyebiliriz, demeliyiz:

Sayısız insan yaşar içimizde,

Hissetsem de düşünsem de bilemem

Kim düşünür içimde kim hisseder.

Düşünceler ya da hisler için

Yalnızca sahneyim ben.

Ruhsa, birden fazla var bende.

Ben’se benden daha fazlası.

Herkes kayıtsız oysa

Yaşadığım hayata:

30 Kasım 1935’te 47 yaşındayken karaciğer hastalığına yakalanarak öldüğünde çok az tanınıyordu.
30 Kasım 1935’te 47 yaşındayken karaciğer hastalığına yakalanarak öldüğünde çok az tanınıyordu.

susturuyorum onları,

kendim konuşurken.

Hislerim, hissetmediklerim -

Onlardan doğup da birbiriyle

Çelişenler. Farkına varmıyorum

Hiçbir şeyin - yalnızca yaşıyorum ben,

Olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.