Kasiyer

Gömlek giyerdim her gün; ütülü gıcır gıcır, kollarını dirseğime kadar sıyırır, ince hasır bilekliklerden takardım.
Gömlek giyerdim her gün; ütülü gıcır gıcır, kollarını dirseğime kadar sıyırır, ince hasır bilekliklerden takardım.

Ve çok güzeldi. Yani gerçekten çok güzeldi. Güzellik nasıl anlatılır bilmem. Güzel güzeldir işte, ötesi yok. Sırada beklerken bile tebessüm ederdi, belki onun için çok güzeldi. Küçücük burnu, ela gözleri, o ela gözleri çevreleyen ince çerçeveli gözlüğü... Belki bunlar yüzünden çok güzeldi. Gamzesi de vardı ama sadece sağ yanağında, gülünce daha da güzel olurdu.

- Hoş geldiniz efendim.

- ...

"Hoş bulduk" demezler. Genelde gözlerini hafifçe kısıp, kafalarını şu adi, ucuz çin malı pilli bebekler gibi sallarlar. Aslında sallamazlar; sadece boyunlarını biraz eğerler öne doğru. Bu rutin hiç değişmeyecek anlaşılan. Sabahtan akşama, hep aynı şeyler: Para al, üstünü hesapla, haksızlık etmeyelim onu makine hesaplıyor, aman yirmi beş kuruş eksik vermeyesin. Bir de şu "dıt, dıt" sesi cabası.

- Kırk altı lira, yetmiş beş kuruş, efendim.

Hay o kredi kartına... Cebinde para yok madem niye altı paket puding alıyorsun kardeşim. Hepsini bir akşamda mı yiyeceksin. Hem iki paket süt almışsın; yetmez ki o, altı paketi kaynatmaya.

- Şifreyi girin lütfen.

Bak bak, hareketlere bak. Şöyle bi sallasan cebinden yirmi lira çıkmaz Allah bilir. Şu kasılmalara bak hele. Sanki sekiz bilinmeyenli denklemin formülünü bulmuş da kara tahtaya yazıyor haspam.

- İyi günler efendim.

***

Askerden geleli iki sene oldu. Yamanamadık hiçbir yere. Peder bi' kaç iş buldu ama oralı bile olmadık. Olmadık da iyi mi yaptık, kuruduk kaldık bu kasanın başında. Tepemde sigaraların olduğu cam dolap, önümde milyon tane tuşu olan kasa, pos makinesi sağ elimin hizasında, masanın altında sol tarafta büyüklü küçüklü market poşetleri; alt taraflarda, sotede şarjda telefonum... Ulan arkadaş her şey mi aynı olur iki yıldır. Şu poşetlerin yerini değiştirip, pos makinesini sola mı alsam acaba?

- Seksen yedi lira, kırk beş kuruş efendim.

Ne diyorduk? Hah iki yıl olmuştu. Bir gün Faruk abi geldi. Geldi dediysem lafın gelişi. O, bizim akşamları takıldığımız kahvenin kapısının önünde, şu bordo renkli üzerinde bir sürü sigara yanığı olan, otururken insanın belini ağrıtan ucuz demir ayaklı sandalyeler var ya; işte onlardan bir tanesine oturmuş sigara içiyordu. Yani aslında gelen bizdik. Eğri oturup doğru konuşalım. Eğri oturan da Faruk abiydi aslında. Geçen yaz belinden fıtık ameliyatı olmuştu çünkü. "Ulan düştük iş bilmez bi' doktorun eline, adam gibi tamir edemedi şu belimi." derdi. O günden sonra genellikle bir eli belinde gezerdi. Bizim marketin müdürü onun arkadaşıymış. Kasiyer alacaklarmış. Aslında bayan istiyorlarmış ama ben ikna ederim onu eğer istersen, dedi. Severdi beni Faruk abi. Ben on yaşlarındaydım; o, bizim mahallede bi kıza yanıktı. Mektup yollardı benimle kıza. Her mektuptan sonra "Aferin sana kerata, e bi dondurmayı hak ettin artık." der, başımı okşardı. Sonra ne oldu bilmem, olmadı o iş. Bizim peder bi kaç defa "Yine meyhanelerden topladım Faruk'u." diye anlatmıştı anneme ya oradan biliyorum. Bu Faruk abinin babasıyla benim babam zamanında... Neyse orası uzun hikâye.

- Bu peynirin son kullanma tarihini bulamadım da, bir de siz bakar mısınız?

- Tabii efendim hemen yardımcı oluyorum.

Yahu arkadaş at nalı kadar son kullanma tarihi yazmış adamlar oraya, paketin üstünde yoksa altındadır, aklınızı kulanın biraz. Akıl demişken, sanki ben çok kullandım aklımı. "Sende beyin ne gezer." derdi peder bana her zaman, annem üzülürdü. Gözlerini bana diker tülbendinin kenarındaki oyaları ufalardı parmaklarıyla. Onun gözleri doldukça ben yok yere pedere kurulurdum. Cahillik işte. Neyse, Faruk abi ikna etti bizim müdürü, hemen ertesi günü iş başı yaptım. "Seni zorla tutan yok ya oğlum, iyi bir iş bulunca çıkarsın" demişti. Benimde yattı kafama, hiç yoktan pederin sesi biraz kısılır, anneme yeni bi' kaç tane tülbent bakarım ilk maaşımla. Cebimizde sigara parası olur hem, akşamları iki parti batak attıktan sonra masaya üç beş biz de bir şeyler bırakırız. Hep yancı hep yancı, nereye kadar. Sonra haftada bir halı saha, yılda birkaç kez Fener'in maçına kale arkasından bilet... Bunlar hep para.

Zaten haber bekliyordum Tuncay'dan. Çalıştığı fabrikaya elektrikçi alınacakmış. "Piyasa kötü hacı bu aralar, bırak adam almayı bi' kaç kişiyi de işten çıkarttılar. Ama takma kafaya hâllederiz. Mecbur alacaklar, zırt pırt sigortalar atıp duruyor. Yetişemiyor elektrikçiler, adam lazım yani anlayacağın. Ben söyledim oğlum zaten ustabaşına, haber verecek. Sen takıl şimdi bi' kaç ay markette, sonrası Allah kerim." dedi Tuncay. Ulan, Allah her zaman kerim Tuncay Efendi. İki sene oldu hâlâ bi' ses yok. Bu saatten sonra bi' numara olacağı da yok. Yalan oldu yani anlayacağınız o iş, ben de yalan oldum. Saplandık kaldık bu kasanın başında, elde var market poşetleri.

- Ürün değişimi için bu formu doldurmanız lazım, efendim.

Ha bak onu söylemedim. Ben aslında elektrikçiyim. Tabii. Beş katlı bir binayı ver bana yanımda da on beş yaşında bi' çırak olsun tek başıma çekerim bütün tesisatını. Çırak önemli arkadaş, eli ayağıdır ustasının. Biz de çıraklık yaptık zamanında, az tokat yemedim ustamdan. Ama korkarım ben elektrikten, yani elektrik çarpmasından. Bütün vücuduna aynı anda binlerce diken batıyormuş gibi hissedersin, o yüzden devam etmedim askerden sonra. Bizim usta led bağladığında, elektrik var mı yok mu diye bakarken, çıplak elle dokunurdu kablolara, ben yapamazdım. "Lan oğlum ne yapacak adama on iki volt" derdi. Ama benim parmaklarımı acıtırdı.

Yok past tens, yok bilmem ne tens, almıyordu kafam bi' türlü. Ama futbol topunu hiç düşürmeden elli altıya kadar sektirebiliyordum.

- Yüz lira ve üzeri alışverişlerinizde bu şampuan on beş liraya geliyor, ister misiniz?

Orta ikinin ikinci döneminde baktım ki bu matematikle anlaşamayacağım, yetmezmiş gibi bir de İngilizce belası çıktı başımıza. Yok past tens, yok bilmem ne tens, almıyordu kafam bi' türlü. Ama futbol topunu hiç düşürmeden elli altıya kadar sektirebiliyordum. Okulu bırakmışım, çalışıp para kazanıyorum diye hayaller kurardım. O parayla fiyakalı, gıcır gıcır bi Fener forması bir de en sertinden futbol topu. Bizim selametlik Peder Bey de aynı hayali kurmuş olmalı ki beni okuldan aldı, gitti İsmail Usta'nın yanına çırak verdi. İlk defa babamla aynı fikirdeydik. Ama haftalığımı o alırdı, bana da bi' gazoz parası ateşlerdi ara sıra hakkını yemeyelim.

- Lan Fikret, nerdesin oğlum? Hazır müşteri yokken, beş dakika benim kasaya bak; bi sigara içip geleyim.

Ne zaman lazım olsa ortalıkta bulamazsın bu Fikret'i. Rafları düzenliyorum, ortalığı temizliyorum ayağına sağda solda gezinip durur. Bizim müdürden daha kıyak işi var hıyarın.

- Ateşin var mı Osman abi?

Saat yedi oldu. Bir saat sonra kimseyi dinlemem, çıkarım artık. Hava güzel bu akşam, kahvede çocuklar bekliyor ama hiç giremem şimdi o curcunaya. Ufaktan sahile inerim. Çıkmadan sigaramı tazeleyeyim, küçük paket bi' çekirdek atayım cebime, semaver çayı yapan o kasketli amcayı da bulursak beni kurtarır bu akşam. Çimenlere oturup çekirdek çitleyip çay içmek istiyorum. Sanki hiç derdim yokmuş, akşam beşte işten çıkmışım, üstümü değiştirip sahile inmişim gibi davranmak istiyorum. Sanki geçen ay nişanlanmışım da ağustos on beş de düğünüm varmış gibi davranmak istiyorum. Tuncay'ı hiç tanımamış, izmarit kokan iskambil kâğıtlarını hiç eline almamış biri olmak istiyorum. Belki o zaman o kızla başka bir yerlerde tanışabilirdim. Belki bu markette kasa sırası beklerken, belki de aynı iş yerinde çalışırdık; ne bileyim. O zaman yakaları, çürümüş çiçek yaprağı gibi yamuk yumuk olan, üzerinde kocaman market logosu bulunan bu iğrenç kırmızı tişörtü giymezdim. Saçlarımı daha özenli tarar, iki hafta da bir berbere gider enselerimi toplatırdım. Gömlek giyerdim her gün; ütülü gıcır gıcır, kollarını dirseğime kadar sıyırır, ince hasır bilekliklerden takardım.

- Tamam, tamam. Geliyorum.

Ulan Fikret, ne arıza adamsın arkadaş. Şarküterideki kızlarla on dakikadır makara yapamıyor ya, kudurdu teres. Bi' de o kız meselesi var tabi. Beni bu kadar konuşturan, yok yere dert sahibi yapan. Ama adını dahi bilmiyorum. Hemen her gün saat altı gibi gelirdi; ama iki gündür gelmiyor. Bugünü de sayarsan, üç. Yok canım, gelmez artık bu saatten sonra. Genelde iki paket süt, birkaç paket çikolata; şu içinde üzüm kurusu, badem falan olanlar var ya onlardan, bazen kahvaltılık, bazen de deterjan gibi şeyler alırdı. Ama hiçbir şey olmazsa süt kesin alırdı, hani cam kavanozlardaki günlük sütlerden. Küçük kardeşi vardı herhalde ya da yeğeni belki de ev sahibinin torunu için alıyordur. Bilmiyorum. Ve çok güzeldi. Yani gerçekten çok güzeldi. Güzellik nasıl anlatılır bilmem. Güzel güzeldir işte, ötesi yok. Sırada beklerken bile tebessüm ederdi, belki onun için çok güzeldi. Küçücük burnu, ela gözleri, o ela gözleri çevreleyen ince çerçeveli gözlüğü... Belki bunlar yüzünden çok güzeldi. Gamzesi de vardı ama sadece sağ yanağında, gülünce daha da güzel olurdu.

Öyle çok fazla güldüğünü görmedim ama geçen gün sırada beklerken telefonla konuşuyordu, birkaç kez güldü telefondaki kişiye. Neyse ne, güzeldi işte. Ama en son geldiği gün parmağında daha önce hiç görmediğim bi yüzük vardı; böyle incecik, üst tarafa doğru saksı gibi uzanan, tepesinde de parlak bir taşı vardı; parmakları da çok güzeldi. Söz müdür, nişan mıdır ya da yıldırım nikâhıyla imzayı basmış mıdır bilmem, parmağında yüzük vardı işte. O yüzüğe her baktığında hatırladığı bazı şeyler: Bir yüz, bir takım anılar, bazı hayaller... Sonra... Sonra koştum peşinden, tam kapıdan çıkarken yakaladım. Müdür de fırlamıştı benimle birlikte oturduğu masadan ama yetişemedi bana. Tuttum kolundan, kendime doğru çevirdim. Arkasını dönerken saçları havalandı, dalga dalga, belki beş altı kat. Evet. onu söylemedim ama saçları da çok güzeldi. Böyle sarılı siyahlı, onun bir adı var ama bilmiyorum. Neyse, tuttum kolundan gözlerine baktım, taa içine değil ama sadece gözlerinin elasına baktım. Sonra mı? Sonra yavaşça çekti kollarını parmaklarımın arasından yine yavaşça arkasını döndü, saçları dalgalanmadı bu kez, yürüyüp gitti. Hiçbir şey diyemedim. Müdür yanıma kadar gelmişti, o kadar uysal ve şefkatle bana bakıyordu ki, tombul gövdesine sarılmak geldi içimden. Öylece yanımda durup sırtımı sıvazladı.

- İki liranız varsa para üstünü bütün vereyim?

Aslında bunların hiç birisi olmadı. Yani arkasından koşup onu yakalamadım, kendime çekip gözlerine bakmadım, saçları hiç dalgalanmadı. Müdür de masasından kalkmamıştı hâliyle. O, parmağında yüzük, yanağında gamzesi çıkıp gitmişti ben de yeni müşteriyi almıştım, hepsi o kadar. Yok yok, ben gerçekten iyi değilim. Neden böyle şeyler geliyor aklıma? İnşallah bugün gelmez, bundan sonra hiç gelmez. İnşallah bu hafta sonu düğünü vardır. Sabahına da erkenden balayına giderler. İnşallah kocası böyle öğretmen, polis ya da ne bileyim onun gibi bi' şeydir. Şehir dışına, neresi olursa artık, tayini çıkmıştır da balayı dönüşü hemen yeni evlerine geçerler. İnşallah tatillerde annesini ziyarete geldiğinde bile bu markete gelmez. Gelmez de unuturum tüm bunları. Tuncay'dan gelmeyecek o haberi beklerim daha uzun bir süre, Faruk abiyle akşamları ayaküstü laflarız, tatil günlerimde gömlek giyer sahile inerim. Bu milyon tane tuşlu kasanın önünde, hiç oturamadığım ufacık sandalyemin üzerinde yaşar giderim.

- Fişinizi buyurun lütfen, iyi akşamlar.

***

O değil de bir türkü vardı hani, nasıldı o yahu; Al mendil sende kalsın, Sakla koynunda kalsın, Ben murad alamadım, Mendilim murad alsın.